“Söz” ile “eylem” birliği konusunda ülkemizi yönetenlere eleştirimiz var. Hep aklın ve bilginin yanında olduklarını söylerler; ama eyleme bakın tam tersi. Aklını kullanan, daha iyiyi daha güzeli arayan ve kendini durmadan geliştirene sanki düşman.
Bu söylediklerimiz eğer size abartı ya da haksız bir değerlendirme gibi geliyorsa, durmayın Vakfımızın yeni yayını olan “Beyin Gücü Mezarlığı Türkiye” kitabını okuyun. Bu çelişki ile daha kapakta karşılaşıyorsunuz. Binlerce insanımızı yitirmişiz; tek ortak yanları ülkemizde “aklı-selim”in (sağduyu) egemen olması; ülkemizin daha yaşanır bir yer olması için düşünmek ve görüşlerini paylaşmak.
Prof. Dr. Nusret H. Fişek’in 97.doğum ve 21.ölüm yıldönümünde, her yıl olduğu gibi, 3 Kasım 2011’de sanat ve bilim ortamında buluşmuştuk. Bu çalışma, işte bu buluşmadan geliştirildi. O gün etkinliğimize katılarak, hem bir önderi anmakta bizleri yalnız bırakmayan, hem de bilgi üretimine katkıda bulunan toplum dostlarına teşekkür ediyoruz.
Kitaptaki yazılara bakıyorsunuz. Tüm yazarlar, bu olguyu çeşitli yönleriyle irdeleyip, bizlere hem yaşadıklarımızın vardığı boyutu fark ettirmeye çalışıyorlar; hem de sorunun özünü ve çıkış yolunu göstermeye çalışıyorlar.
Mustafa Balbay, ne yazık ki, özgürlüğünden yoksun. Aramıza katılmasını hem biz çok istedik, hem de kendisi. Ancak gönderdiği yazısıyla aramıza katılabildi. “Beyin Ölümü” başlıklı yazısında, “insanları düşünmemeye, sormamaya, sadece onlardan istenileni yapmaya yöneltirseniz, bütün organları çalışmaya devam edecektir. Beyin hariç!“ diyor. Daha sonra aydın kıyımlarından; “bir gideriz, bin geliriz diye dillendirilen toplum coşkusundan; ama buna karşın, bilinçsiz kitlelerde bu kıyımların yarattığı yılgınlık ve içe kapanıklıktan söz ediyor. Balbay, “devlette devamlılık esas” denilirken, nasıl birikimlerin izlerinin silinebildiğine değiniyor ve sözü düşünce izlerini de silme çabalarına getiriyor. Dünyada ifade özgürlüğü yönündeki gelişmelere karşın, Silivri Davaları’nda tam tersine, “düşünceye hazırlık suçu” diye yeni bir suç türü icat edildiğini yazıyor. Tüm yazdıkları, mutsuzluğa değil, bilim ve çağın ışığını çoğaltmaya özendiriyor.
Prof.Dr.Alpaslan Işıklı, “Beyin Gücü Mezarlığı” başlıklı yazısında, bir toplumun gelişmesine set çekmek isteyenlerin, hatta bir ulusu tarih sahnesinden silmek isteyenlerin, öncelikle toplumun önde gelen beyinlerini hedef aldığını belirtiyor.
Aykut Göker, konuya iki yönden yaklaşmayı deniyor : (1) İktidarın kendi kurulu düzenini sürdürmek için var olan beyin gücünün en seçkin kesimlerini yok etmek ya da bu gücün ülkeyi terk etmesine neden olmak, (2) Ülkede “özgürce düşünen, merak eden, sorgulayan ve sorgularken herhangi bir tabu tanımayan beyinlerin ortaya çıkmasına hiç bir biçimde izin vermemek. Göker, “Beyin Mezarlığı Türkiye” derken , konunun temellerini Osmanlı’ya kadar taşıyor; bize yeni ufuklar açıyor.
Prof.Dr.A.Gürhan Fişek, hangi beyinlerin hedef alındığını sorguluyor. “Beyin gücü”ne değil, “beden gücü”ne önem veren yaklaşımların, ülkelerin yazgısını nasıl etkilediğine değiniyor. “Beden gücü”ne önem veren Osmanlı yaklaşımının mirasını sürdürenlerin, “beyin”leri nasıl sindirdiğini örneklerle tartışıyor. Bütün bu hoyratlıklara karşın izlenecek yolun, “işleyen demir ışıldar” ilkesinden geçtiğini; ancak bu sayede toplumun ileri doğru atılım yapabileceğini söylüyor. “Beyin gücünü en çok geliştirecek araç “EYLEM”dir. Düşündüklerinizi, tasarılarınızı “eylem”e döktüğünüzde, ufkunuz açılır ve taş üstüne taş koymaya başlarsınız” diyor.
Dr.Alper Akçam, beyin sözcüğünü, “hem kendi yaşamı, hem çevresi için bir imgelem, bilgi ve bilinç kaynağı olmayı başarmış, kavrayış ve yaratıcı yetisi yüksek bilinçli davranış sahibi kişi” olarak anlamlandırarak söze başlıyor. Bu ülkenin ne kadar çok değere, hem de en üretken çağında mezar olduğunu saptıyor. Beyin gücü yüksek insanlar için bir ölümsüzlük arayışında olmadığını, zamanı gelmeden yaşamdan koparılmışlığı anlatmak istediğini açıklıyor. Akçam, en verimli çağlarında önce düşman ilan edilen, sonra aramızdan koparılan köy enstitülülere de değiniyor. Bunun gibi daha çok örnek olduğunu ve buna yol açanların kimler olduğunun da bilindiğini söylüyor.
Bülent Tanık, toplumların dirençli, yürekli, bilge önderlere gereksinimi olduğunu vurguluyor. Türkiye’de sayıları hiç de az olmayan, düşünceleri hapse atılamayan, amaçları, özlemleri, mücadeleleri öldürülemeyen dostlarımızın olduğunu söylüyor. Bunlardan biri olarak da Prof.Dr.Nusret H.Fişek’i anıyor. Nusret H.Fişek’in beyin gücüyle ve savunduğu düşünceleriyle olduğu kadar, hayata geçirdiği projeleriyle de, mezarlıklara kapatılamayacak bir öncü olduğunu vurguluyor.
Ayrıca Bülent Tanık, bir sürpriz yaparak, bundan tam 40 yıl önce yaptığı bir karakalem portre çalışmasını bizimle paylaşıyor. İnsan Hakları Derneği’nin 1982 yılındaki kurucular toplantısı sırasında çizdiği, Prof.Dr.Nusret H.Fişek’in portresi kitabın arka kapağında yer alıyor.
Umur Aşkın, yazısına başlık olarak “Her canlı ölümü tadacaktır; Biz çocuklarımızı zaten yaşarken öldürdük” yazarak, tüm söyleyeceklerini özetlemiş oluyor. “Çoğunluğu, en azından ülkemizdeki çoğunluğu, birer canlı ölü yapan ne(ler)dir?” sorusu üzerine kafa yoruyor. Yanıtı/yanıtları, yaşanmışlıkların temelinde, ülkemizdeki eğitim gerçeği üzerinden ele alıyor.
Taner Akpınar da, ülkemizdeki eğitim sistemi ile beyin gücü konusunu birlikte irdeliyor. “Eğitimin temel toplumsal işlevi”, “Türk eğitim sistemindeki dönüşümün niteliği”, “Dönüşümün 1980 dönemeci”, “1980 sürecinin sürekliliği” ve “Ne yapmalı? Nasıl yapmalı?” başlıkları altında, ileri-geri çatışmasını sergiliyor. Çok önemli bir saptamayla bize hedef gösteriyor : “İlerici aydınlanmacı güçler her zaman oldu. Bunların egemen olduğu günler de oldu. Gerici güçler kah sindi, kah kabardı; her zaman vardı. Çoklukla iktidardaydı; ya da iktidarı yakından etkiledi. Gerici güçler hep örgütlüydü; halkla teması çok yakın ve periyodikti. İlerici güçler, zaman zaman iyi örgütlenme örnekleri gösterdiler; ama çoklukla örgütsüzdüler ve kendi içlerinde çatışma halindeydiler. Gericiler, çağımızda küreselleşmeci denilen yakın bir müttefik buldular. Ama ilerici aydınlanmacı güçlerin de evrensel ittifaklar yapmasından korkarak onları ulusal sınırlara hapsetmeye çalıştılar.” Çözüm bu oyunu bozmaktan ve örgütlenmekten geçiyor.
Kitap bir çağrıyla başlamıştı : “Bu kez, Türkiye’nin okuyana, yazana ve üretene karşı en acımasız davrandığı bir dönemde yeniden bir araya geldik. Hoşgörüsüz, hoyrat ve gelişmeye ayak direyen bir kültürün yüceleştirildiği bir ortamda, elindeki sonsuz olanaklara karşın Türkiye’nin neden “çağdaş uygarlık düzeyi”ni yakalayamadığını göstermek istedik. Yalnızca bir “sergi” oluşturmak amacında değiliz. Bu çıkmazı aşmanın yolunun, hem düşünceye ve hem de bu ülkeyi bize bırakanlara karşı bir borç olduğunun bilincinde çözüm üretmek olduğuna inanıyoruz.”
Biz de bir çağrıyla bitirmek istiyoruz : Sizlerden bu kitabı okumanızı, tartışmanızı ve diğer toplum dostlarına ulaştırmanızı bekliyoruz.