Kent kavramı şehir sözcüğünün karşılığı olarak kullanılıyor. Türkçe sözlükte, “nüfusun çoğu ticaret, sanayi ya da yönetimle ilgili işlerle uğraşan, tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı” açıklaması yer alıyor. Bu tanım, kentsel yerleşim sorunlarının günümüzde eriştiği yeni oluşumları içermiyor. Ayrıca, hizmet, finans, otopark mafyası gibi sektörler yer almamış. Yaşama çevresi ve onun gerektirdiği mekan kavramının tanımında bile sayısız değişken söz konusu iken, kent gibi daha karmaşık bir ortamı anlatan kavramın yeterli bir tanımının yapılmasını beklemek iyimserlik olur. Bu nedenle, önce konunun temel ögesi olan mekan kavramı ile konuyu anlamaya çalışmak daha doğru olacak.
Mekan
Mekan, Arapçadan dilimize girmiş bir sözcük. Bu sözcük ile bir yandan bulunduğumuz yer diğer yandan da yerleşim, konut ile ilişkilendirilerek oluşan ortamı, çevreyi anlatmaya çalışıyoruz. Hatta, bu ilişkilendirme cennet ve cehennem gibi yeryüzünde görme şansımız olmayan yerleri anlatmak için de genişletilmiş.
En küçük boyutu ile bir odayı, banyoyu ya da helayı ele alalım. Bu tek mekan birimlerinin bile coğrafi, toplumsal, kültürel, teknik… yönleriyle ne kadar çeşitli ve farklı etmenlere göre biçimlendiğini kavrayıp, anlamakta zorlanırız. Sıraladığım etmenlere duygu ve düşüncelerimizi, güzel ve çirkin anlayışımızı, sevinme ve üzülme hallerimiz, alışkanlıklarımız gibi sorunun kişisel alandaki yanlarını, ölçmeye biçmeye gelmeyen eğilimlerimizi de katarsak, mekanın taşıdığı anlam genişliğini anlamaya başlarız.
Bu anlamda, “başlangıçta yalnız mekan vardı…” diye de başlayabiliriz söze. Bugünkü bilgilerimizle, insanoğlunun yeryüzünde milyon yıldan fazla bir zaman diliminden beri varlığını sürdürdüğünü kabul ediyoruz. Mağaralardaki yaşamı saymaz isek, bu süreç ancak bundan yaklaşık onbin yıl önce bugünkü yaşayışımıza benzemeye başladı.
Taş ve sopa ile başlayan süreç yukarı Mezopotamya, İç Anadolu, Mezopotamya, Mısır, Antik Çağ, tek tanrılı dinlerin sahneye çıkması, Orta Çağ, Sanayi Devrimi, yeryüzünde sömürgeci yapılanma, küreselleşme…derken, bizi bugünkü taşlı sopalı ilişkilere geri getirdi diyecek olursak abartmış sayılmayız.
Yerleşim
Şimdi insanoğlunun varoluşundan milyondan çok yıl sonra, tarihte benzeri görülmemiş ve de giderek artan bir hızla yaşanan değişim ve başkalaşımın ana evrelerini, yerleşik düzende yaşadıklarımızı özetle hatırlamaya çalışalım. Öyle ki, 1,5 milyon yılı son onbin yıl ile karşılaştırmak, bu sürecin artan hızını anlatmaya yeter. Geçmişe ilişkin bilgimiz son yıllarda yeni yerleşimlerin ortaya çıkarılmasıyla artıyor. Örneğin, örgütlü topluluk izlenimi veren yerleşim örnekleriyle, Urfa’da Göbekli Tepe, İç Anadolu’da ÇumraÇatalhöyük… gibi yerleşimlerle başladığını öğrendiğimiz yerleşik düzende yaşama biçimine geçiş sürecini, önceden tasarlanmış yapıların yapıldığı Mezopotamya’da Zigurrat Kuleleri, Mısır’da Piramitler ile başlayan süreç ve ardından Batı Anadolu merkezli bir süreç izledi. Ve sonunda Söke Ovasının batısındaki Priene yerleşimi ile (dama tahtası gibi birbirine dik sokakları ve yönetim, tiyatro gibi yapıların ayrı bir bölgede düzenlenmesiyle) Hippodamus tarafından gerçekleştirilen kent tasarımının ilk örneğine erişildi. Akdeniz koloni düzeninden beslenen zenginlikler, Batı Anadolu’daki yerleşimler büyük tiyatro yapıları, alışveriş, yönetim, iletişim alanlarıyla günümüzün kent yerleşiminin temelleri atıldı. Daha sonra, yerleşiklik düzenin yeryüzündeki en büyük ilk yönetimi olan Roma İmparatorluğunun yayıldığı yerlerde uygulanan basit ve tipik şemalı yerleşim anlayışı ile o yere egemen olmayı belirginleştiren simgesel yapılar kentsel yerleşimlerin kimliğinin evrimine yol açtı. Bu anlayış, tarih boyunca yinelenerek günümüze değin sürdü ve günümüzde çokuluslu sermayenin ortaya koyduğu küreselleşme süreciyle yeryüzünün tamamına yayıldı.
Yukarıda özetlediklerim, sanayi devriminin doğayı değiştirme, biçimlendirme yönünde kattıklarıyla yeni bir kimlik kazandı. Bugün, Sanayi Devriminin öncüsü Sermaye’nin geliştirdiği (!) salt karlılığa indirgenmiş çözümlerin sonuçlarını yaşıyoruz. Gerçekleştirilen dönüşümün hızının, onu anlama ve irdeleme hızının üzerine çıkmasıyla, insanoğlu yerleşme sorunlarının tüm yerküreyi sardığını yeni yeni görmeye başladı.
Günümüzde kentlerimiz
Bülent Duru ve Ayten Alkan tarafından hazırlanarak, “20. Yüzyıl Kenti” adı ile yayımlanan derleme/çeviri içerikli kitabın önsözü, “…uygarlığın doğduğu ve beslendiği, her türlü toplumsal, bilimsel, siyasal ve ekonomik ilişkilerin sürdürüldüğü, bunun sonucu olarak insanlığın uğraşmak zorunda kaldığı sorunların ortaya çıktığı ve bu sorunlarla başa çıkmak üzere her türlü savaşımın ya da gelişmenin / yeniliğin kaynaklandığı yerler…” in kenti tanımlamakta kullanılan nüfus, uzmanlaşma, sanayi…gibi özelliklere eklemek gerektiği sözleriyle başlıyor. Yukarıda kent tanımına eklenmesi öngörülenler yeryüzünün her yeri için geçerli. Konunun teknisyeninin soğukkanlılığıyla dile getirilen bu sözler bana çok iyimser görünüyor. Özetlenen tanım, giderek ağırlaşan sorunları yaşayan sade ama bilinçli insanların gözünde daha ayrıntılı günlük gözlemlerle örtüşmüyor ya da beklentileri karşılamıyor. Çıkacağı her halinden belli olduğu halde geçtiğimiz yıl duyurulan ekonomik çöküntünün bizim gibi ülkelerin üzerine yıkılacağını bilmek gerginliğimizi arttırıyor.
Mekan kavramını konut ögeleri düzeyinde bile denetleyemeyen, geliştiremeyen insanoğlu, kavramı kent boyutuna uyarlamasıyla, sorunu mekanik bir tanım açmazına sokmayı baştan kabullenmiş oluyor. Kentin artan yoğun yapılaşmasına paralel olarak artan taşıt sayısı gibi iki etmen bile kent mekanı kavramının neredeyse zamanı durdurma olanaklarına erişmesini gerektiriyor. Kaldı ki, gelinen nokta, kent tasarımının rant tasarımına dönüşmesiyle denetimden çıktı. Bu konuda konunun teknisyeni mimar ve mühendisler gelişmelerin önüne geçecek çözümleri üretecek örgütlenme ve yaptırım gücünden yoksun. Bunun sonunda, Toki teknolojik gecekondu çok katlı konutları yan yana dizince, sorunun çözüldüğünü varsayarak, birikmiş ve daha büyümüş yeni sorunları üretiyor. Mahalle, komşu kavramları unutulmaya yüz tuttu. Toplu halde yaşadığımızı, kent merkezindeki kalabalıktan ya da (AVM) alışveriş merkezlerinden yayılan poşet kültüründen anlıyoruz. Onun dışında birlikteliği pekiştirecek park, tiyatro, konser, sergi… gibi alanlar giderek azalıyor. Örneğin görsel sanat etkinliklerini sürdürmeye çalışan mekanlar erişimi zor ve dağınık yerlere saçıldı. Umarım, düne değin tu kaka dediğimiz gecekonduları aramayız.
Yine 20.y.y. Kenti kitabına dönersek, Howard ve Corbusier “…nüfusun ve servetin büyük kentlerde yoğunlaşmasının yoksulluğu, toplumsal hizmetlerden yoksunluğu ve ‘hak edilmemiş kazançları’doğurduğunu vurgulamaktadır.” Özetle, 20.yy’a ilişkin öngörüler günümüzde, 21. yy’da da Howard ve Corbusier’nin bu konuda paylaştığı düşünceler geçerliliğini koruyor.
* Mimar Y. Müh.