– Gene mi oraya pustun ? Uyuyup kalacaksın bir gece orada.
– Anne, bir gece bizde kalsın mı ?
– Kim ? Mustafa mı ?
– Yok , değil !
– Vedat mı ?
– Hayır !
– Kim oğlum ?
– Adını bilmiyorum.
– …!
Büyüklerimiz, “onlardan” uzak durmamızı tembihlerdi her yıl geldiklerinde. Nedenini söylemezler, biz de soramazdık. Aramızda yalan yanlış tahminler, imalar olurdu olmasına da… Kavgalarımızda bu kelimeyi kullanırdık kullanmasına ama kastettiğimiz, anlam o değildi. Çok kızdırıldığımızda, rakibi kızdırmak için kullanırdık. İyi bir şey olmadığını hissediyor olmalıydık ki, “onlardan” olmadığımız için neredeyse gizli bir sevinç duyardık.
Büyüklerimizin “tembih”leri kulağımızda; biraz da ürkerdik “onlardan”. Arkadaşlık etmeyi tehlikeli bulurduk besbelli. Bulaşabilir belki de kim bilir ? “Onların arkadaşı” olarak damgalanma tehlikesi de cabası. Oysa, ne kadar da benziyorlardı bizlere… O kadar benziyorduk ki birbirimize…
Okulumuz, tatil edildiği Mayıs sonundan itibaren, geniş bahçesi ve ulu çam ağaçlarının gölgesiyle, Bornova Yetiştirme Yurdu’nun çocuklarına iki ay boyunca ev sahipliği yapardı. Tatilin başlamasıyla bir iki hafta çocuksuz kalan okulumuz, yeni çocuklarının neşeli sesleriyle dirilir, şenlenirdi. Bir telaş, bir şenlikti gelişleri. Portatif ranzalar, eski püskü battaniye ve çarşaflar, tava, tencere, leğen ve kap-kacaklar, tangır-tungur kamyonetlerden indirilirken, biz uzaktan seyrederdik gelenleri.
Okul duvarına paralel dere yatağından sinerek geçip, merakla günlük faaliyetlerini dikizlerdik duvar deliklerinden. Onlar da bizi görürler miydi bilinmez ama görünmediğimizi düşünerek saatlerce seyrederdik onları; ne konuştuklarını duyamasak da.
Grup halinde denize giderlerken uzaktan izler, hatta gidemediğimiz için biraz da hasetle bakardık. Göz göze gelmemeye çalışır ve asla konuşmazdık. Aynı tepki onlarda da var sanki. Kendi içlerinde bir dayanışma ruhu ile bize bakmadan, nispet yaparcasına şakalaşıp, ne kadar eğlendiklerini ve aslında hiç de mutsuz olmadıklarını anlatma gayreti içindelerdi sanki. Öğretmenlerine, başlarına isimlerini koyarak; Memet baba ya da Ayşe anne diye seslenirlerdi içtenlikle. Bize çok şaşırtıcı gelirdi bu hitap. Aniden sorsalar, annemizin babamızın adını hatırlayamazdık, çünkü hiç adlarıyla seslenmemiştik o zamana kadar.
Her yıl, gelişlerini bekler olmuştuk artık. Birkaç gün gecikseler merak eder, sanki aramızdaki konuşmaları, aklımızdan geçenleri açık etmişçesine biraz da utanırdık içimizden. Gelişlerine için için sevinirdik işte bu yüzden.
Akşam yemeğinden sonra koro halinde şarkılar, türküler söylerlerdi başlarındaki öğretmenlerinin eşliğinde. Çok büyük bir aileydiler. İlk şarkı, mutlaka hüzünlü olurdu. Sesi güzel birisi şarkıya başlar, katılımlarla, koronun sesi dalga dalga yayılmaya başladığında, yavaşça bahçemizin kuytu bir köşesine çekilirdim. Çoğu benim de bildiğim şarkılardı. İçimden eşlik ederdim sessizce. Kemanı çalanın, en içli ve en terk edilmiş çocuk olduğunu düşünürüm. (O acemi kemanın, hüzünlü sesleri halâ kulaklarımda…) Acaba gördüklerimden hangisidir? Yüzlerini, kaldığı kadarıyla tek tek geçirirdim aklımdan. Diğerleri gibi çok fazla gülmeyen, biraz ağlamaklı yüzüyle kendime yakın hissettiğim, ama adını bile bilmediğim o çocuk gelirdi her defasında gözümün önüne. En çok ona yakıştırırdım bu hüznün ve acının sesini.
Uzun yıllar ötesinden / Hatırını sorayım mı?
Sana gönül bahçesinden / bir demet gül dereyim mi?
Bu şarkıyı söylemeye başladıklarında boğazıma bir şeyler tıkanırdı her defasında. Annesiz- babasız bir çocuk olmanın nasıl bir şey olduğunu düşünmeye başlayınca (ne korkunç bir durum…) gözlerim dolar; şarkının, mutlak onlar için yazılmış olduğunu düşünürdüm. Bu nedenle olsa gerek, kendimi o çocuğun yerine koyardım istemeden.
Uzun yıllar ötesinden hatırlarını nasıl sorabilirim ki? Gönül bahçemden bir demet gülü derip versem olur mu ki? Derken, ağlamaya başlarım. Allah’ım ne büyük bir haksızlık bu? Tam bu sırada, “gülüm benim” diyen o yumuşacık seslenişin anneme mi yoksa Ayşe Anne’ye mi ait olduğunu karıştırırım bir an…
“Canım benim / gülüm benim / karanlığı sarayım mı?”
Artık uyku tutmaz beni… Zaten karanlığı nasıl saracağımı da bilmiyorum.
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)