Ankara’nın Güdül İlçesinin köyündenim… 14 yaşına kadar köy yerindeydim. İlkokulu bitirdim. Anne babam çiftçilikle uğraşırdı; onlara yardım ettim. Ama bizim yolumuz çizilmişti. Ya okuyacaktık ya da şehre gidip bir meslek sahibi olacaktık. Okumayı isterdim ama olanaklarımız kısıtlıydı. Ankara’da yaşayan üç abim vardı. Biri evliydi; hepimize kanat gerdi; onun evinde yaşadık. Beni şehre getirip, abimin yanına koyan Mehmet abinin kardeşinin dükkanında çalışmaya başladım.
14 yaşındaydım. O zaman Ahmet ustamın dükkanı 30-40 metrekarelik bir yerdi; Ankara’nın Atasanayi semtindeydi. Biz de zaten oraya yakın İskitler’de oturuyorduk. Atasanayi altı sokaktan oluşan, dükkanların sıra sıra ve karşılıklı dizildiği bir düzen içindeydi. Ahmet ustam kalıp işiyle uğraşırdı; 2-3 çırağımız daha vardı.
Ustalar o dönemde çırak seçerlerdi. Ancak huyunu, suyunu, işini beğendikleri çırakları tutarlardı. Bunun için, çıraklarını yakından izler hatta denemeler yaparlardı. Sözgelimi, yere para atarlar ve bakalım ne yapacaklar diye beklerlerdi. Biz de her seferinde, parayı alır; ustanın masasına bırakırdık. Bir gün beni bakkala gönderdi. Alacağımı aldım; bakkal para üstünü vermek isteyince duraksadım. Yanımda bir dökümcü çırağı vardı. Hemen parayı aldı ve uzaklaştı. Ben şaşırdım; Ahmet ustanın para üstünü isteyeceğini düşünerek bakkaldan para üstünü istedim. Kızdı; para üstünü verdim dedi. Ben de almadım dedim. Almamıştım. Beni Ahmet ustaya Ufkunun Ötesi: Çırak Hüseyin Güneş’in Yaşam Öyküsü şikayet etmiş; “Para üstünü verdiğim halde almadım diyor” diye. Ahmet usta beni tanımıştı; işin içinde başka bir iş olduğunu anladı ve bakkalın yanında bana kızar gibi yaptı, o kadar. Bizim dükkandaki çıraklardan doğruluktan sapan olmadı; dolayısıyla Ahmet usta bizlerle yürümeye devam etti.
Hep çevremde arkadaşlarım oldu. Ama seçiciydim. Yanlış davranışlarını ve kötü yönlerini gördüğüm insanlardan hemen uzaklaşırdım. Arkadaşlık ettiğim çocukların, anası babası nasıl insanlar ona da dikkat ederdim. Dükkanımızdaki arkadaşlarla aynı mahallede oturuyorduk; beraber gider gelirdik. Komşu dükkanlardaki ya da iş gereği gidip geldiğimiz dükkanlardaki yaşıtlarımla da arkadaşlık ederdim. Daha çok mahalledeki çocuklarla hatta bizden biraz daha büyük abilerimizle gezerdik. Mahallede bir açık hava sineması vardı; orada akşamları film seyretmeye giderdik. Gençlik Parkı’na gezmeye giderdik çok uzak değildi. Ama PTT’de çalışan bir mahalleli abimiz, bizi zaman zaman PTT’nin Ahlatlıbel’deki lokaline götürürdü. O zamanlar kimsede araba yok; dolmuşlarla oraya giderdik.
Benim de hedeflerim ve kuşkularım vardı. Önce ustanın gözüne girmem ve bir meslek sahibi olmam gerekiyordu; kafamda “acaba olabilecek miyim?” soruları vardı. İşi öğrenip ustalaşmaya başlayınca, başka hayaller girdi aklıma; evlenmek dükkan sahibi olmak gibi…
Ama orada da sorular zihnimi kurcalıyordu. Acaba param yetişebilecek miydi? Geçimim nasıl olacaktı?
Bir çok hevesimiz vardı. Bunları karşılamaya hiçbir zaman paramız yetmedi. Bunlardan biri de tatil yapmaktı. Sağolsun Ahmet usta, bir keresinde hepimizin cebine üç beş kuruş koyup, Fethiye’ye gönderdi. 17 yaşındaydım. Denizi ilk orada gördüm. Ama otellerde filan kalamadık.
Çıraklığım boyunca ufak tefek kazalar dışında, yaralanmadım. Ufak kazalardan kastım, elime çekiç vurmam; ağırlık kaldırma dolayısıyla bel ağrısı filan. Ama dükkandaki çırak arkadaşlarımızdan biri, testerede parmağının ucunu kestirdi. Parmak ucu kesikleri çok acıtır; çok ağladı. Ahmet usta çok uğraştı onun tedavisi için… Arkadaşımız işi bıraktı; başka işler yapmaya çalıştı. Sonunda PTT’ye girdi; oradan emekli oldu. Memur olmak zaman zaman benim aklımdan da geçmedi değil. Çok yorulduğumuz, tatil günlerimizin belli olmadığı zamanlarda, aklıma gelirdi bu düşünce. Ama kopamadım işimden.
Ahmet ustanın işleri büyümeye devam etti. Dükkan bize küçük gelince, Ostim’e taşındık. O zaman Ostim sanayi sitesi yeni yeni yerleşiyordu. Yollar çamurdu; dolmuş seferleri düzensizdi. Ama dükkanımıza artık atelye deniyordu; çünkü çok büyüktü. Yavaş yavaş işçi sayımız artmaya başlamıştı; ben de usta olmuştum.
Atelyemiz büyümeye devam etti. Ben de ustabaşı oldum. Bugün biri Ostim’de eski yerinde, biri Sincan Organize Sanayi’de iki fabrikamız var. Ne yazık ki, yolun yarısında, sevgili Ahmet ustamızı bir trafik kazasında yitirdik. Ama o bugünleri görmüştü ve bizlere güvenmişti.
Ankara’ya gelişimin 10.yılında, askerlik dönüşü, evlendim. Hemen 10 ay sonra ilk çocuğum oldu. Adını Ufuk koydum. Şimdi düşünüyorum, “Çocuk adıyla gelir” derler; Ufuk bizim de ufkumuzu genişletmişti. Çocuklarımın çırak olmasını hiç istemedim. Artık çağ değişti; kültür arttı. Çocuklarımızın dünyayı iyi öğrenmesi gerekir; iyi dil bilmeleri gerekir ve mutlaka diplomaları olması gerekir.
Üç çocuğum var: İki erkek ve en küçükleri kız. Ufuk, makina mühendisi oldu; Antalya’da okuttum onu. Sonra iki yıl Almanya’da kaldı. Şimdi aynı fabrikada çalışıyoruz. İkinci oğlum Hacettepe Üniversitesi’nde siyasal bilimler okuyor; bu yıl bitirecek. Kızım 7. sınıfta… Onun için de büyük hayallerim var. Mutlaka okuyacak ve o da üniversiteyi bitirecek.
Ben de isterdim okumayı, dil öğrenmeyi. Ama geri dönüp baktığım zaman yaşadıklarım ve öğrendiklerim bana mutluluk veriyor.