Nüfus bilimin uğraşı alanı olan doğum, ölüm ve göçler, nüfus bilimciler tarafından “hayati olaylar” olarak tanımlanmakta. Bir ülke nüfusunun azalmasını ya da artmasını bu dinamikler belirlemekte. Ülke nüfusunun azalışı veya artışı” hayati hızlar” ile gösterilmekte. Ülkeler değişik zamanlardaki sosyo-ekonomik koşullarına göre dinamik nüfus politikaları uygulayarak, hayati olayları istenilen düzeye ( hıza) getirmeye çalışmışlardır. Aksi halde nüfus baskısının ekonomik ve sosyal yaşama getirdiklerini çözmenin maliyeti zaman içinde artmaktadır.
Ülkemizde son zamanlarda bu üç değişkenden özellikle doğurganlık konusunu gündeme getiren Başbakan R.T.Erdoğan’ın açıklamaları ve politik tutumu bilimsel açıdan tartışmayı zorunlu kılmakta. Başbakan Erdoğan evli kadınların en az üç çocuk doğurmalarını, aksi halde 2038 tarihinden sonra Türkiye’nin yaşlı nüfus sorunları ile karşılaşacağını belirtirken; konuyu incelemeleri için iktisatçıları göreve çağırmakta.
Başbakan Erdoğan’ın evli kadın başına en az üç çocuk istemesi kendisi ya da partisinin görüşü olabilir. Buna katılmasak da her görüşe saygı duymamız gerekir. Ne var ki, Başbakan Erdoğan’ın istemi ve toplumu bilgilendirilmesi nesnel olarak bilimsel açıdan tartışmalı.
Ülkemizde elli yıla yaklaşan bir zaman diliminde doğurganlıkla ilgili iki konu sürekli tartışılmakta.
• Türk ailesinin, son elli yılda daha az çocuk isteme şeklinde değişen doğurganlık konusundaki tutum ve davranışı, sağlık açısından yeni sorun alanı oluşturdu. Bu nedenle ailelerin ideal buldukları, istedikleri sayıda çocuğa sahip olmalarını sağlayacak sağlık hizmetlerini sosyal devlet nasıl sunmalı? Sosyal devletin, bu soruna ilişkin yeni çözümleri neler olmalı? Bu konular tartışmanın temelini oluşturdu.
• Doğurganlıkla bire bir ilişkisi olan kadın nüfusun eğitim sorunu nasıl çözümlenmeli? Dönem boyunca yapılan çalışmalarda, sekiz yıllık eğitimi olan kadın ile eğitimsiz kadının canlı doğumları arasında iki çocuğa varan anlamlı farklılık görüldü. Öte yandan eğitimli kadınların canlı doğumları içinden bebek ve çocuk ölümlerinin, eğitimsiz kadınlara göre çok daha düşük ve farkın anlamlı olduğu saptandı. Ayrıca eğitimli annelerin bebek besleme ve çocuk yetiştirme konusundaki davranışlarının, eğitimsiz annelere göre daha istendik davranışlar olduğu gözlendi.
Ülkemizde sosyal devletin bu dönemdeki sağlık hizmeti açığı iki noktada belirginleşti. İlk olarak bu tarihten günümüze kadar küçük aile normunu benimseyen Türk toplumunda aileler “istedikleri”,”ideal buldukları” ve “doğurmak istedikleri” kadar değil, daha fazla çocuğa sahip oldu. Diğer hizmet açığı ise, daha fazla çocuk doğurmak istemeyen ya da sahip olduklarından başka çocuk istemeyen ailelerin, gebe kalmamak için gerekli sağlık hizmetine ulaşamaması sorunu oluştu. Hizmet açığından ötürü istemeden gebe kalan ve isteyerek düşük yaptıranların oranı beklenilmeyen hızlara ulaştı.
Doğurganlıktaki Değişme: Nüfus bilimciler, bu konudaki değerlendirmeyi toplam doğurganlık hızı ( TDH ) ile yapmakta. Hız, kadınların doğurganlık döneminin sonuna kadar hayatta kaldıkları ve bir dizi yaşa özel doğurganlık hızlarına göre doğurdukları takdirde, kadın başına düşen ortalama çocuk sayısını göstermekte. TDH, sosyoekonomik nedenlere bağlı olarak yaşa ve yıllara göre değişeceği için bir ülkenin zaman içindeki doğurganlığını anlama, başka ülkelerle karşılaştırma ve buna göre karar verme konusunda daha nesnel olmakta.
Ülkemizde 1935-40 yıllarında kadın başına 6,7 çocuk düzeyinde olan TDH’ ı yüksek düzeyini 1970’li yıllara kadar sürdürdü. Bundan sonra azalma eğilimi gösteren TDH’ nın, zaman içinde farklı hızda olan düşüş eğilimi günümüze kadar devam etti. Türkiye’de 1935- 2003 yılları arasında kadın başına düşen çocuk sayısı farkı 4.5 oldu ve günümüzdeki düzey, bir toplumun kendisini yenilemesi için gerekli olan hıza yaklaştı (TDH:2.2). Başka bir anlatımla Türkiye artık durulmuş/kararlı hayati hızları olan bir dönemi önümüzdeki yıllarda yaşayabilecek duruma geldi.
İdeal Çocuk Sayısı: Türkiye’deki ailelerin %63’ü, yaşayan çocuk sayılarını dikkate alarak 2 çocuğu ideal bulduklarını belirtmekte. Son 15 yıl içinde yapılan üç araştırmada kararlı bir şekilde belirtilen bu ideal çocuk sayısı, bize bazı ipuçları vermekte. Kadınlar kentsel kesimde çocuk yetiştirmenin maliyetini düşünerek az sayıda fakat nitelikli çocuğa yönelmekte. Anneler, çocuklarının aileye ekonomik katkı yapmalarını beklemedikleri için, onlara psikolojik değer atfeden annelik rollerini benimsemekte.
Üç ve daha fazla çocuğu ideal bulan aileleri de dikkate aldığımızda, ülkemizde ideal çocuk sayısı ortalaması 2,5 olmakta. Halen yaşayan çocuk sayısı üç olan kadınlar, sahip olduklarından daha az çocuğu (2,6) ideal bulmakta. Halen 3 çocuklu olan kadınların büyük çoğunluğu (%75’i), 3. çocuğuna istemeden gebe kaldığını ve doğurduğunu belirtmekte. Yaşayan çocuk sayısı arttıkça (4 ve daha çok çocuğa sahip olan) ailelerin benimsedikleri ideal çocuk sayısı ise 3’e düşmekte.
Eğitim değişkeni ideal çocuk sayısına göre kadınları ayrıştırmakta, nerede ise iki gruba bölmekte. Hiç eğitimi olmayan kadınlara göre ideal çocuk 3,1 iken, temel eğitimi olan kadınların tercihi nerede ise bir çocuk azalmakta (2,2).
Türkiye’de doğurganlıktaki düşmeye karşın tartışılması gereken konu, kadınların “ideal buldukları”,”doğurmak istedikleri” ve ”kendi aileleri için uygun olan” çocuk sayısı ile istenmeyen gebelik sonucu gerçekleşen doğumlar arasındaki farkın ne olduğudur?
Toplumlar bu farkın değerlendirmesi açısından ikiye ayrılmakta. İlk grubu, kadınların ideal buldukları çocuk sayısı kadar doğur(a)madıkları, çok gelişmiş Avrupa ülkeleri oluşturmakta. İkinci grubu ise kadınların istedikleri, ideal buldukları kadar değil bunun üzerinde doğum yaptıkları ülkeler oluşturmakta. Ülkemiz bu ikinci grup içinde yer almakta.
Ülkemizde evli kadınlar gerekli sağlık hizmetine ulaşarak istenmeyen gebeliklerini önleyebilselerdi, toplam istenen doğurganlık hızı, gerçekleşen toplam doğurganlık hızından 0,6 çocuk daha düşük olarak 1,6 çocuk düzeyinde gerçekleşecekti. Eğer evli kadınlar istenmeyen gebeliklerini kontrol edebilselerdi; bu konuda gerekli sağlık hizmetini alabilselerdi; ülkemizin toplam doğurganlığı %27 oranında daha alt düzeyde gerçekleşecekti. İstenen toplam doğurganlık hızı ile toplam doğurganlık hızı arasındaki fark son otuz yılda yapılan araştırmaların ortak bulgusu olarak görülmekte. Buradan şöyle bir sonuç çıkarmak hiçte yanlış olmaz: Türkiye’de hükümetler ailelerin istediği, ideal bulduğu ya da doğurmak istedikleri kadar çocuğa sahip olmalarını sağlayacak sağlık hizmetlerini, otuz yıla yaklaşan bir süre içinde sunmakta başarısız olmuşlardır. Ülkemizde sosyal devletin kalıcı ve onarılmaz ayıbı budur.
Ülkemizde sağlık hizmeti açığı üç noktada belirginleşmekte:
1. Yoğun olarak yaşadığımız iç göç sonucu özellikle 1980 sonrası kentsel alanlarda dışlanmış ve kentle bütünleşememiş gecekondu nüfusu hızlı bir artış gösterdi. Bu nüfusa gerekli sağlık hizmetinin sunulması için sosyal devlet gerekli sağlık alt yapısını oluştur(a) madı. Kent hayatında, kentsel sağlık hizmetine ulaşamayan yeni göçmenler, kentsel yaşam ölçütleri ve değerleriyle uyuşmayan yüksek doğurganlık olgusunu gerçekleştirdi.
2. Sosyal devletin temel görevi, yerleşim yeri ve cinsiyet farkı gözetmeden tüm yurttaşlarını eğitimli kılma ve bunu kişinin çalışma hayatında kullanmasını sağlama olarak belirtilmekte. Başarılamayan temel eğitim hizmetinden ötürü okuma-yazma bilmeyen kadınlar istemedikleri halde, fazladan iki çocuğa sahip olmakta.
3. Ülkemizin görece gelişmiş yörelerinde, istenen ve gerçekleşen fark bölgelere göre 0,3 ile 0,6 çocuk arasında değişmekte. Ne var ki bu fark Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde 1,8 ve 2,0 çocuğa ulaşmakta
Doğurganlığı açıklayıcı değişken olarak kabul edilen kadının eğitim durumu bunu ortaya koymakta. Kadının okuma-yazma bilmemesi ve herhangi bir sektörde çalışma fırsatı bulamaması ile yüksek doğurganlık arasında görülen doğru ilişki bulgusunu, ülkemizin verileri de doğrulamakta. Bu tür kadınlar, çocuklarını büyütürken aile bütçesine katkı sağlayacakları, yaşlılıklarında ise çocuklarının kendilerine bakacakları beklentisi içinde oldukları için çok çocuk yapmakta. Kadının üreme konusunda yeterli bilgisi olmadığı, sağlık hizmetine nasıl ulaşacağını bilmediği ve daha önemlisi bunu gerçekleştirecek parası olmadığı için çok çocukluluğu kader ile açıklamakta. Türkiye’nin bu sorunu kısa zamanda çözüme kavuşturması gerekmekte.
Kadınların genç yaşlardaki evlilik oranı düşmekle birlikte, eğitimi olmayanların erken yaşta evlenme davranışları devam etmekte. Eğitimsiz kadınların evli olarak geçirdikleri süre doğum sayılarını etkilemekte. Doğurgan kuşaktaki kadın nüfusun %15’nin eğitimsizliği ve bu kuşağa girecek kadın nüfusun temel eğitim sorununun çözümlenmemesi, ülkemizin hayati olayları yanı sıra birçok sorununun çözümlenmesini ötelemekte.
Ülkemizde kadınlar ideal bulduklarından daha fazla doğum yaparken hem yoksulluk hem de sağlık hizmetlerinin eksikliği ile karşılaşırken kimi zaman bunun bedelini hayatları ile ödemek zorunda kalmakta. Sözgelimi Sağlık Bakanlığı’nın desteklediği Türkiye Ulusal Anne Ölümleri Çalışması 2005’in bulgularına göre anne ölümlerinin %5’i gebeliği önleyici hizmetten yararlanamamaktan ötürü olmakta.
Tutum, insanın duygu, istek, algı, düşünce ve eylem gibi psikolojik etkinliklerinin tümünün belirli şeylere yaklaşma ya da onlardan uzaklaşma yönünde oldukça sürekli, öğrenilmiş bir örgütlenmesini simgeler. Türk ailesi, hizmet eksikliğine karşın ideal çocuk sayısı konusundaki tutumunu gerçekleştirmek için büyük çaba harcamakta. Bu tutumu ile düzenli ve uyumlu bir sosyal yapı oluşturmaya çalışmakta. Aile açısından yönü, güdüsel temeli, öğrenilmesi ve sürekliliği ile düzene kavuşmuş olan istenen- ideal bulunan çocuk sayısındaki tutumu, hiçbir kuramsal görüşe dayanmadan, ailelerden doğurganlık davranışını değiştirmelerini istemenin mantıklı bir yönü bulunmamakta. Siyasetin işlevi, toplumun, ailenin ve kişinin benimsediği tutum ve davranışları ile oluşturduğu yeni sosyal dengedeki sorunlarını çözmeye yönelik olmalı. Sosyal ve ekonomik gerçekler açısından, kuramsal doğruluğu olmayan siyasal söylemlerin, sosyal devletin temel eğitim hizmetini sunamadığı kadınlar ve onların ailesinde kafa karıştırmaktan öte bir işlevi olmayacaktır.
Not: Bu yazıda kullanılan veriler;
i- Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün 1968’den beri beş yıl aralıklarla yaptığı nüfus araştırmaları.
ii- Türkiye İstatistik Kurumunun 1935’den beri beş yıl aralıklarla yaptığı genel nüfus sayımları ile aynı kurumun değişik tarihlerde yaptığı nüfus araştırmalarından alındı. Kaynakların çokluğu nedeni ile böyle bir açıklama zorunlu oldu.