Muzaffer Aksoy’un en büyük kazanımlarından biri ailesi olmuştur. 18 Mart 1915’te Çanakkale Zaferi ile aynı gün doğduğu için ona “Muzaffer” dediler; iki yıl sonra da can kardeşi “Muammer” dünyaya geldi. Can kardeşler, kardeş olmanın ötesinde, birbirlerinin en yakın arkadaşı, en sevgili varlıkları olarak büyüdüler, okula bile birlikte başladılar. Cumhuriyet o yıl ilan edilmişti. İki kardeş Cumhuriyet okullarında, Cumhuriyet’in getirdiği değerlerle yetiştiler. İlk kuşağın o büyük heyecanını, ülkülerini paylaştılar. Yaşamları boyunca, kuşaklarının pek çok temsilcisi gibi, o ülkelerin gerçekleşmesine katkıda bulunmak, kendi alanlarında ortaya koyacakları üstün başarılarla daha öteye taşımak için uğraştılar. Dedeleri İbradi (Antalya) kadısı Ali Rıza bey, babaları hukuk öğrenimi sonrası önce hakim sonra 5 dönem Antalya Milletvekili olan Numan beydi. Anneleri bir vali kızıydı.
Babaları çok yerinde bir kararla, liseyi Antalya’da değil, İstanbul Erkek Lisesinde okumalarına karar vermişti. Aile çok az bir araya geliyordu ama bağları çok kuvvetliydi. Lise yıllarındayken ailesinin İstanbul’a taşınmasına karşın, Baba Numan bey, iyi bir disiplin almaları düşüncesiyle can kardeşlerin yurtta kalmayı sürdürmelerini istemişti.
Muzaffer Aksoy’un oğlu Atila, can kardeşler hakkında şöyle yazıyor: “Lise ve üniversite dönemlerinde çok okumuşlar. Yani Marx okumuşlar, bütün sosyal demokratları okumuşlar, Almanya’daki sosyal demokrat hareketi takip etmişler, hümanist felsefeyi özümsemişler vb… O anlamda babam yalnız bir uzman değildi, aynı zamanda bir kültür adamıydı. Kültürünü asıl olarak lise yıllarında temellendirmiş. Sonraki yıllarda, meslek yaşamı başladıktan sonra buna vakti kalmıyor. Müzik, resim, edebiyat… Gençliğinde çok okumuş; Thomas Mann’dan Albert Camus’a kadar. O arada müthiş güçlü bir formasyon almışlar. Tabii kendi çabalarıyla yapmışlar bunu, ama müthiş sağlam bir eğitim…”
Lise sonrası Muammer hukuk fakültesine ve Muzaffer tıp fakültesini seçerek, farklı yollar izlediler ve o alanlarda sivrildiler.
Prof. Dr. Muzaffer Aksoy, 1940 yılında İstanbul Tıp Fakültesinden mezun olmuştur. Öğrenciliğinin sürdüğü yıllar, Türkiye’de dünyanın en ünlü bilim adamları arasında yer alan ve Hitler zulmünden kaçmak zorunda kalan Almanca Konuşan Mülteci Profesörlerin Türkiye’de görev yaptıkları döneme denk gelmiştir. Bunun yanı sıra Muzaffer Aksoy, her zaman büyük öğretmenler ve yol göstericilerle yan yana olmuştur. Bu birikimlerin de hakkını vermiş; fakültede arkadaşları arasında “dahi” olarak anılmıştır. Tıp Fakültesinden mezun olduğunda, öğrenciler adına konuşmasını, ünlü Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ile İstanbul Üniversitesinin çağdaş düzeyini yakalamasında en etkili adlardan biri olan Rektör Prof. Dr. Cemil Bilsel’in önünde yapmıştır.
Bu ortam onun için büyük bir kazanım olmuştur. Hele Türkiye’de Hematolojinin (Kan Hastalıkları Biliminin) kurucusu olan Prof. Dr. Erich Frank’tan uzmanlık eğitimi alması ve daha sonra birlikte çalışma olanağı bulması onu daha da yetkinleştirmiştir. Prof. Dr. Erich Frank, ölümüne kadar (13 Şubat 1957) Türkiye’de kalmıştır; onu Hematoloji Bölümü’nün ilk başkanı olarak kabul edersek, Prof. Dr. Muzaffer Aksoy da bölümün üçüncü sıradaki başkanıdır (1968).
Aksoy’un öğretmeni Prof. Dr. Frank, ilk araştırmalarında yüksek tansiyonun nedenleri üzerinde durmuş; Breslau Tıp Fakültesinde Oskar Minkowski’nin yanında çalıştığı sırada kan hastalıkları konusunda önemli araştırmalar yapmıştır. İstanbul’daki araştırmalarını ise asıl ilgi alanı şeker hastalığının tedavisi ve insülinin etkileri üzerinde yoğunlaştırmıştır. Ayrıca kalıtsal bir kansızlık türü olan Akdeniz kansızlığı üzerinde durdu ve karbonhidrat metabolizmasına ilişkin araştırmalar yapmıştır (https:// tr.wikipedia.org/wiki/Erich_Frank ).
1947 yılında uzmanlığını tamamlayan Muzaffer Aksoy’un görev yeri Akdeniz kıyılarıydı. Dolayısıyla başta “orak biçimli anemi” olmak üzere birçok kan hastalığının yoğun olduğu bu bölgede, öğretmeninin çalışmalarını sürdürdü. Buradaki çalışmalarını, ABD’de ünlü tıp dergisi Nature’den başlamak üzere birçok uluslararası yayına dönüştü. Bu yayınlar, onun çok erken yaşlarda, dünya bilim çevrelerinde tanınmasına yol açtı.
Daha sonra yurt dışında eğitimini geliştiren Aksoy, İstanbul’a dönmüş ve akademik dünyaya girmiştir. Önce Beyoğlu İlk Yardım Hastanesi’ne ve sonra Vakıf Gureba Hastanesi’ne atanmış; böylece İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, II. İç Hastalıkları Kürsüsü ve hematoloji grubu ve laboratuvarlarıyla yeniden yakın çalışma olanağına kavuşmuştur. Bu dönem, çalışmalarında, hem Türk ve hem de ABD’li meslektaşlarının yardımıyla, yeni tip bir hemoglobin bulmuştur. Bu olguya, “hemoglobin-İstanbul” adı verilmiştir.
Anemi (kansızlık) çalışmalarının yanı sıra, lösemi üzerine çalışmaları da önemlidir. Ama onu bizim ve dünyanın gündemine getiren en önemli konu “benzen’in yol açtığı lösemi olguları”dır.
Bir gün, Prof. Dr. Muzaffer Aksoy, her zamanki gibi, klinikte hasta bakmaktadır. Ama ünlü tıp bilim adamı Bernardino Ramazzini’nin, hekimlere öğüdü aklındadır: “Hastaya, adından önce mesleğini sor”. O da öyle yapar. Hastalarına hep mesleklerini sorar. Üst üste “lösemi” olgularının, ayakkabı sayacısı (tutkal sürücüsü) olarak çalışan işçilerden çıktığını görünce, işyeri ziyaretlerine ve işyeri ortam incelemelerine başlar. İş yerlerinin çalışma koşulları çok kötüdür. Ancak 1960’lara kadar ayakkabıcılar, geleneksel yöntemlerle tutkal hazırladıkları için, benzenin tutkal içinde kullanılması söz konusu olmamış; dolayısıyla hastalık görülmemiştir. Ama 1960 sonrası, geleneksel tutkal hazırlama yöntemleri terk edilip, yerine ticari ürünleri alınmaya başlanmıştır. Bu ticari ürünlerin içerisinde, eritici niteliği en yüksek ve fiyatı en ucuz olan benzen kullanılmaktadır. İş yerlerinde sıklıkla rastlanılmaktadır. Bu saptamalar, Prof. Aksoy’un benzenin lösemi ile ilgisi üzerine yoğunlaşmasını getirmiştir. Çalışmalara 1960 yılında başlar. Arkadaşlarıyla birlikte, istatistik yöntemlerden de yararlanarak, 21 yılda benzen kullanılan iş yerlerinde çalışan 29.000 işçinin sağlık taramasından geçmesi sağlanmıştır. İşçi taramaları, İstanbul’da Gedikpaşa ve Beyazıt’ın ara sokaklarındaki ayakkabı imalathanelerinde gerçekleştirilmiştir. Bunun yanı sıra benzenin üretildiği Zonguldak Kok Fabrikası, Ereğli ve Karabük’teki fabrikalarda da incelemeler yapılmıştır.
Sonunda birçok çalışmadan sonra, dünyada yankı yapan sonuca ulaşmıştır: Benzen, lösemiden sorumludur. Prof. Aksoy, sonuçlarını ABD’de ünlü tıp dergisi Blood’da 1974 yılında yayınlamıştır.
Ülkemizde, çalışmaların sonuçlarının günlük gazetelerde yazı, röportaj ve demeçler ile duyurulmasından sonra, benzenle çalışan işçileri ve özellikle ayakkabıcıları çok tedirgin etmiştir. Onlarda bir “panik” havası yaratmış ve ayakkabı imalathanelerindeki işçilerin direnişine yol açmış; benzen kullanımı sınırlanmış ve bu değişiklik lösemi olgularının azalmasına yol açmıştır. Bu da dünya çapında rastlanan ilk veri olmuştur.
Bu sonucun diğer önemli yankısı ABD’de ortaya çıkmıştır. ABD Çalışma Bakanlığı ve OSHA (İş Sağlığı Güvenliği Kurumu), benzen kullanımının iş yeri ortamında 10 ppm’den 1 ppm’e düşürülmesini kararlaştırmışlardır. Bu da çok büyük davalara konu olmuştur. Büyük şirketler, canla başla bu yasağı kaldırmaya çalışmışlardır. Bu davalarda bir numaralı tanık Prof. Dr. Muzaffer Aksoy’dur. 1977 yılında, çetin sorgulamalar ve mücadelelerden sonra, “insanlık” kazanmış ve Aksoy’un tezi doğrultusunda, benzenin ufak miktarlarda bile lösemiye yol açtığı kabul edilmiştir. 1987 yılında ABD’de ünlü yayın evlerinden birinin isteği üzerine, “Benzene Carcinogenicity” adlı bir kitabın altı bölümünden ikisini yazmıştır. Bu kitap onu, bilim dünyasının ölmezleri arasına sokmuştur. Prof. Dr. Muzaffer Aksoy’un Türkiye’de benzen konusunda yayınlanmış kitapları ve makaleleri de bulunmaktadır.
Yalnızca ülkemizde değil, bütün dünyada benzenin sanayide kullanımının yasaklanması girişimlerinin başlangıcı olan bu duyuru, birçok işçinin canının kurtarılmasına olanak vermiştir. Bugün ülkemizde, tutkallarda benzen kullanımının engellenmiş olması dolayısıyla, sorun kontrol altına alınmış bulunmaktadır.
Prof. Aksoy (1915-2001) çalışmalarıyla birçok ödül almıştır:
• TÜBİTAK Bilim Ödülü (1969)
• TÜBA Şeref Üyeliği (1993)
• Türk Tabipleri Birliği Hizmet ve Onur Belgesi (1985)
• Türk Hematoloji Derneği Onur Üyeliği (1985)
• Kültür Bakanlığı Bilgi Çağı Ödülü (1991)
• Sedat Simavi Ödülü (1981)
• Eczacıbaşı Bilim Ödülü (1988)
• Türk Tabipleri Birliği Nusret H. Fişek Halk Sağlığı Ödülü (1996)
• 3.Ulusal İşçi Sağlığı Onur Ödülü (1998)
• Ramazzini Bilim Ödülü (İtalya, 1984).
Ama onun için en büyük ödülü toplum hekimliğine yaptığı katkılardır. Bu sayede birçok can kurtarmıştır. Bugün benzene bağlı lösemi olgularına rastlamıyorsak, bunu, onun çabalarına borçluyuz.
Yaşamı boyunca birçok mutluluk tadan, başarıya imza atan ve öğrencilerinin “Löseminin Umut Işığı” olarak adlandırdığı Prof. Dr. Muzaffer Aksoy, 1990 yılında da en büyük acıyı tatmıştır. Can kardeşi ünlü Anayasa Profesörü Prof. Dr. Muammer Aksoy, evinin önünde, hunharca bir cinayete kurban gitmiştir. Bilim insanlarının yaşamının ne kadar ince bir ipliğin ucunda olduğunun en önemli kanıtı olan bu cinayetin, nedenleri onun aydın kişiliğinde saklıdır. Katilleri ise halâ karanlıklarda saklı…
OKUMA LİSTESİ:
Nursel Duruel, Çiğdem Altay, Orhan Ulutin (2005) : Bilime Adanmış Bir Ömür Muzaffer Aksoy, Türkiye Bilimler Akademisi Yayınları, Ankara.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Erich_ Frank
Muzaffer Aksoy (1980) : Benzen (Benzol) Sağlığa Etkileri ve Önleme Yolları, TÜBİTAK Yayını, Ankara.
Muzaffer Aksoy (1984) : Ülke Sağlığı, Araştırmalar ve Halka Yansıması, 14 Mayıs 1984 Cumhuriyet Gazetesi / Olaylar ve Görüşler.
Prof. Dr., Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı Genel Yönetmeni ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü – İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Ana bilim Dalı Öğretim Üyesi
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)