TOPLUM HEKİMLİĞİNE GÖNÜL VERENLER – 13 PROF. DR. AYŞE BAYSAL

 

“Acıkan çocuk doyurulmalıdır” diyen 1924 Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi’ni Türkiye adına Mustafa Kemal Atatürk imzalamıştı.

Prof.Dr.Ayşe Baysal, yaşamını yalnızca çocukların değil, tüm halkın yeterli ve dengeli beslenmesine adadı. O, halkın öğretmeni ve diyetisyenlerin başöğretmeniydi. Onun yaşamı, “demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti”nin bir zafer öyküsüdür.

Cumhuriyet’in kurucuları, ne düşlediyse, Prof.Dr.Ayşe Baysal o yönde yürüdü ve yürümekte. Onun toplum hekimliği uğruna verdiği savaşımı anlamak için; başarısının gizlerini çözebilmek için; başarısının gizlerini çözebilmek için, “silbiçli beşik”ten anlatmaya başlamak gerek. “Silbiçli beşik”* metaforu, aynı zamanda Cumhuriyet Türkiyesi’nin nereden nereye geldiğinin de anlatımıdır.

“Köyüm, Uğurlu köyü Orta Toroslarda eskiden Ermenek ilçesine bağlıydı. İlçe merkezine yürüyerek ya da katırlarla 5-6 saatte gidilirdi. Kışın çok kar yağdığından yollar kapanırdı. Köy erkekleri çoklukla kış aylarında Alanya, Antalya, Mersin ve hatta İzmir’e ameleliğe giderler; yaz aylarında da, köydeki işleriyle uğraşırlardı. Her ailenin bir iki dönüm arazisi ve bağ bahçesi vardı. Köyümüz yoksuldu. Kışın Mersin ve Antalya’ya gidenlerin yazın da orada çalışmamalarında en önemli etken, sıtma hastalığının varlığıydı. 1945’lerde bataklıklar kurutulup, sıtma savaşı başarıya ulaşınca, köy eksilmeye başladı. İnsanlar yazın da amelelik yapıyorlardı.

Babam Osman iki eşliydi. Evin bir bölümünde ilk eşi, evli iki ağabeyimle birlikte otururdu; biz de diğer bölümde yaşardık.

Annem 14 yaşında evlendirilmiş, ilk kocası 2-3 yıl sonra ölmüş. 17 yaşında dul kalınca babamla evlendirilmişti. Annemin temel kuralı “Kimseye muhtaç olmayacaksın el açmayacaksın” idi. Bu kural bazı yönlerden yararlı olmasına karşın, evdeki huzur ortamı açısından hoş değildi.

Çalışmaya kaç yaşında başladığımı anımsamıyorum, fakat okula başlamadan önce işe başladım diyebilirim. İlk işim ahırdan odun taşımak, ev süpürmek, bulaşık yıkamak ve köy çeşmesinden testi, bakraç,güğüm ve kabakla su taşımaktı.

Annemin tutumluluğu sayesinde, açlık sorunumuz hiç olmadı. 1940’larda tüm ülkede hüküm süren kıtlık, köylerde de vardı. Kış sonu evlerinde hiç yiyecek kalmayan aileler vardı. Çavdar daha tam olgunlaşmadan başaklarını ateşte kavurup yiyenler olurdu. O yıllarda köyde buğdaydan çok çavdar yetiştirilir, un, bulgur, yarma ve diğer yiyecekler ondan hazırlanırdı. (s.20)

Açlık çekmemekle birlikte çok hastalık çektim. Adını bildiğim tek hastalık sıtma idi. Titremeyle gelen nöbet bir anda insanı halsiz bırakırdı. Sıtmanın ilacı kinindi. Köye gelen sağlık memuru kinin dağıtırdı. Biz ona “doktor” derdik. Çiçek aşısını da o yapmıştı. Anımsayabildiğim kadarıyla tifo, dizanteri gibi bilinen çocukluk hastalıkları da geçirmiştik. Bende en çok iz bırakan göz enfeksiyonlarıydı. Gözümüz öyle çapaklanırdı ki sabah kalktığımızda tümüyle kapalı olurdu. (s.21)

Çocukluğumda neden bu kadar hastalıklı ve güçsüzdüm? Bunda yaşamımın ilk yılındaki bakımsızlığın etkisi olabileceğini düşünüyorum. En büyük ablamın anlattığına göre, ben bebekken annem uzunca süre hastalanmış. Kendi canından bezen annemin, istemeden doğan Ayşe bebeğe bakacak hali yokmuş. Ablama “şunu götür köy dışında bir yere koy gel” dermiş. Bir kez ablam öyle yapmış ama bakışlarıma dayanamamış. Annem süt verecek halde olmadığına ve bir süt kardeşim de olmadığına göre, ben bebekken emzirilmemişim de. Ablam beni, çavdar ununa pekmez katarak yaptığı helvayla beslemiş. Böyle beslenen çocuklar çok kaka yaparmış. Bu kadar kakaya ne bez yetişir; ne de o bezleri yıkayacak zaman var. Beni “silbiçli beşik”e koymuşlar; ortasında lazımlık gibi bir oyuğu olan beşik düşünün; beşiğe yatırılan çocuğun da kakasını o oyuktan yapabilmesi için poposunun oraya denk getirildiği ve sıkıca bağlandığını düşünün. İşte benim bebekliğimi görmektesiniz.

Babamın ilk eşinden olan iki ağabeyim ile benden büyük olan öz ablam, okutulmamıştı. Onların güçleri kuvvetleri yerindeydi. İlkokul zorunlu olduğu için ablamın yerine benim gibi “daha az işe yarayanı” okula yazdırdılar. Bu hep böyle gitti. İlkokulu bitirdiğimde, Köy Enstitüleri kurulalı beş yıl olmuştu. Yeni mezun öğretmenler köylere gelmeye başlamıştı. Halk, bu değişimin farkındaydı. Öğretmenin daha iyi koşullardaki, düzenli yaşamı dikkat çekiyordu. Artık herkes okumanın önemini kavramaya başlamıştı. Erkek çocuklar için enstitüye girmek zorlaşmıştı. Köyümüzdeki varlıklı akrabalarımızdan Ese dayı oğlu Mehmet’i gönderecekti; istekli çok olduğu için, yanında bir kız öğrenci getireni sınavsız alıyorlardı. Babamda da kız çocuk çoktu. Ailem okumam konusuna hiç aldırmıyordu. Bir yandan da kötü bir taassubun baskısı altındaydılar; kızlarını gönderirlerse kötü insan olabilir korkusu vardı. Babam Ese dayının babasından çok çekinir; her söylediğini yapardı. Çok baskı yaptılar; sonunda annem, zaten “daha az işe yarayan” olduğum için beni gözden çıkardı. İvriz Köy Enstitüsü’ne, akrabamız Mehmet ile birlikte beni gönderdiler; iyi ki de gönderdiler. Kurtuldum.

(s.32) Köylünün % 80’i okur yazar değildi. Köylünün toptan aydınlığa kavuşturulması için, ilk olarak köy eğitmenleri kursları, köy öğretmen okulları gibi denemeler 1937-1940 yılları arasında yapıldı. Bunun da köylünün aydınlanmasına yetmeyeceği kısa zamanda anlaşıldı. 1940 yılında çıkarılan yasa ile Köy Enstitüleri kuruldu. Altı yıl içinde köy enstitüsü sayısı 21’e ulaştı. İkinci Dünya Savaşı yılları, Türkiye’nin en çok kıtlık çektiği, kaynak sıkıntısı içinde olduğu yıllardı. Türkiye bir yandan savunma çabasını sürdürüyor; bir yandan da cehaletle başa çıkmaya çalışıyordu. Bu nedenle, Köy Enstitüleri, devlete mali yük getirmeden, kendi binalarını kendileri yapmak, yiyeceklerinin bir bölümünü kendileri üretmek zorundaydılar. Yaparak, yaşayarak öğrenmek esastı Köy Enstitüleri’nde. Bu koşullarda yetişen eğitim önderlerinin, köylerde yalnızca öğretmenlik değil, aynı zamanda toplum kalkınmasında da köylüye örnek olması, önderlik yapması bekleniyordu. Biz böyle yetiştik ; bize bu olanağı sağlayanlara da borcumuzun ne olduğunu hep bildik.

Köyümüzden ilçe merkezine iki yolculuğum var ki, hiç unutamam.

Birincisi, İvriz Köy Enstitüsü’ne gitmek için yola çıktık. Ermenek üzerinden Karaman’a ulaşmak için taşıt bulmamız hemen hemen olanaksızdı. Onun için Ermenek’e yürümek yerine Karaman’a yürümeyi seçtik. Eniştem, kestirme yolu seçti. Çıkın içinde birkaç gün yetecek yufka, çökelek ve pekmez helvasından oluşan azığımızı sırtımıza alarak 4 Temmuz 1945 günü sabah yürüyerek yola koyulduk. İki geceyi dağda geçirdikten sonra üçüncü gün öğle civarı Karaman’a ulaştık. Yaşamımda ilk kez tren görüyordum. Üzerime gelince, beni ezecek diye kaçmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Ereğli’ye trenle, Ereğli istasyonundan okula da kağnı ile gittik.

İkincisi, tam 15 yıl sonra … Köyümden yola çıktım. ABD’ye gideceğim. Tek taşıtımız yine katır. Ermenek’e yaklaşık 35 km. uzakta olduğundan katırla gidilirdi… Bu yolculuk çocukluğumdakinden farklıydı. Ben katırın üstünde, ablam yürüyerek yaptık bu yolculuğu. Yürümesi yetmiyormuş gibi, sırtında Ermenek’te okuyan oğluna erzak da taşımıştı. Sosyal adaletsizliğin bu örneği yüreğime ağır bir yük olarak yerleşti. ABD’de aldığım burstan 10 dolar karşılığının ablamın okuyan oğluna gönderilmesini sağlayarak teselli bulmaya çalıştım. (s.19)

Ayşe Baysal, köy enstitüsünde her yıl sınıf birincisi oldu. Okul gazetesinin Ermenek kaymakamlığına ulaşması ve kaymakamın Ayşe’nin başarılarını köylülere övgü ile anlatması, köylülerde okuyanlara karşı olan olumsuz bakışı değiştirmişti. Hele okul tiyatrosu ile ilçe merkezlerinde yaptığımız gösterilerin de yankıları çok etkili olmuştu.

“Enstitüdeki son yılımdı. Hocam Tevfik Yavuzer’in, Hüseyin Özcan’ın düzenlediği bir piyesi, arkadaşım Ethem Özgüven ile birlikte bir hafta Ermenek’te oynadık. Temsildeki tek bayan oyuncu bendim. Bu oyunun geliri, ortaokulun yapımına harcanmıştı. Yani Ermenek Ortaokulu’nun temelinde, benim de emeğim var. Konya gazeteleri, “Ermenek’te bir genç kız piyeste oynadı” gibi haberler yazdı. Doğaldır ki, bunların hepsi köyümüzde olumlu etkiler yaptı. Yoksul olan köyümüzde, bir çok genç ve ailesi, çıkışı okumakta görmeye başlamıştı. Bir süre sonra, Uğurlu köyü en çok öğretmen yetiştiren köy ünvanını almıştır.” (3)

Ayşe Baysal, İvriz Köy Enstitüsü’nü 1950 yılı Haziran ayında, birincilikle bitirdi. Öğretmenleri, Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’na devam etmesini istendi. 21 köy enstitüsü için iki kontenjan ayrılmıştı; sınavı kazanan iki kişiden biri o oldu. Ankara-Sıhhiye semtinde olan okul, yatılıydı; bu yüzden barınma sorunu olmamıştı. Ama farklı sosyo-ekonomik düzeyden gelen sınıf arkadaşlarıyla uyum sorunları, onu çok üzdü. Ailesinden para isteyemediği için de, harcamalarını en aza indirdi. Ücretsiz olduğu için, DTCF’deki ücretsiz cumartesi klasik müzik konserlerini, sanat tarihi öğretmenin götürdüğü bale ve operaları hiç kaçırmadı. Derslerdeki başarısı ve arkadaşlarına yardımcı oluşu, sınıf arkadaşlarıyla uyumunu da olumlu yönde etkiledi. Derslerinin ağırlığı, ev idaresi atölyesi, yemek atölyesi ve çocuk gelişimi alanındaydı.

“İlk beslenme dersimi, ABD’den yeni gelmiş olan Doç. Dr.Osman Nuri Koçtürk’ten almıştım. O zamana kadar görmediğim hassas teraziler, tüpler, balonlar gibi araç gereci son derece çekici bulmuştum. Hele deney hayvanlarıyla yapılan çalışma, iyi beslenenlerle kötü beslenenlerin arasında gözlediğim farklılıklar adeta beni büyülemişti. Koçtürk’ten edindiğim bilgileri ve laboratuvardaki uygulamaları kendi yaşamına da uyguladığımdan sağlığımda belirgin bir düzelme olmuştu. Beslenmenin sağlıklı yaşamın temeli olduğunu yaşayarak öğrenme olanağı bulmuştum. (s.54)

Kız Teknik’teki öğrencilik yaşamımın en önemli bölümünü öğrenci derneklerindeki çalışmalarım oluşturdu. İkinci sınıftan başlayarak, okulun öğrenci derneğinin yönetiminde görev aldım. Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu Öğrenci Derneği, Ankara Yüksek Okullar Öğrenci Birliği’nde ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nda (TMTF) çalıştım. Federasyonun çıkardığı “Devrimci Gençlik” dergisinde, Yekta Güngör Özden ile “Köycülük” kolunda da Cevat Geray ile birlikte çalıştım. Daha sonraları da Türkiye Öğretmenler Sendikası’nda çalıştım ve Başkan Fakir Baykurt ile ailesinin yakın arkadaşlarından biri oldum.

Okulu bitirdikten sonra, öğretmen olma hayalim ve sorumluluğum yakamı bırakmadı. Ankara Valisi’nin “köycülük danışmanı” olmam önerisine karşın ondan bir kız öğretmen okuluna, öğretmen olarak atanmama yardımcı olması isteğim, başarılı oldu. O zamanlar, kızların gidebildiği iki öğretmen okulu vardı: Biri Bolu’a biri de Beşikdüzü’nde (eski köy enstitüsü). Ben de Trabzon-Vakfıkebir ilçesi Beşikdüzü’nü istedim. Okul köy enstitüsü olarak kurulduğundan, yatakhane, yemekhane, derslik ve işlikler yanında, öğrencilerin balıkçılık dersleri görmeleri için bir kayıkhanesi vardı; okul binaları da öğrencilerce yapılmıştı. Okul uzaktan bakıldığında kumsalda oraya buraya serpilmiş villa ve plaj evlerini andırıyordu. (s.61)

Orada “ev işi” öğretmeni olarak çok yönlü çalışmalarım oldu. Yalnızca öğrencilere bana gösterilen konuları öğretmekle kalmadım; onların karadeniz bölgesi köylerinde öğretmen olarak yararlı olabilmeleri için eğitilmelerini sağlamaya ve “yeterli ve dengeli beslenebilmeleri” için de savaşım verdim. Okul müdürünün desteğiyle, derslerimin temelini “sağlıklı yaşam kuralları” oluşturdu; ek bir maliyet getirmeden yemek servisinin de daha besleyici olmasını sağlamıştım. … Yıllardan sonra, değişik yerlerde karşılaştığım öğrencilerimden aldığım “sizin sayenizde kazandığım israfı önleme ve sağlıklı yaşama alışkanlığı sayesinde iyi yerlere geldim” sözleri, verilen uygulamalı eğitimin kalıcılığını açıklar niteliktedir. (s.68)

Öğretmenlik görevime başladıktan sonra, Tarım Bakanlığı’na bağlı olarak İzmir Bornova’da kurulan Ev Ekonomisi Yayım Örgütü’ne atamam çıktı. Kabul etmeyebilirdim. Ama yeni bakanlıkta kendimi geliştirmek, ufkumu genişletmek için yeni fırsatlar doğabilirdi. Okul müdürümün tüm karşı çıkmalarına karşı kabul ettim. İyi de ettim. Yeni göreve başladığım örgüt, ABD’den kopya idi ve çiftçi ailesini bir bütün olarak eğitmeyi hedefliyordu. Ailenin erkek bireylerine yeni tarım teknikleri öğretilirken, kadınlarına ev ve aile yaşamını daha iyi götürmeye yönelik bilgi ve beceri kazandırılması hedefleniyordu. Bu örgütün ev ekonomisi bölümü için eleman yetiştirmek için de Ev Ekonomisi Yetiştirme Merkezi açılmıştı. Bu merkezde önce kursiyer sonra öğretmen olarak 1958-1960 yılları arasında bulundum. Burada yaşarak eğitim-öğretim ilkesini uygulama olanağı buldum. Stajyer öğrencilerle birlikte köylülerle çok yakın iletişim içinde oldum. Soma, Saruhan ve Salihli’nin köylerini geziyorduk.

  • Sağılan inek sütlerinin üzeri sinek kaynıyordu. Bu da yaygın çocuk ishallerine yol açıyordu. Onlara “tel dolabı” öğrettim.
  • Doğru dürüst bulaşık yıkamayı ve yıkandıktan sonra bulaşıkların yükseğe konulmasını öğrettim.
  • Fırınlarda kek, kurabiye yapmayı öğrettim.
  • Giyime önem verdik. Dikiş makinalarını zeytinyağı ile yağladıkları için bozulmuştu. Onlara ince makine yağı getirdim ve makinelerini yağlayarak çalıştırdım.
  • Hela yapımını öğrettik

Tarım il müdürlüğünde zaman zaman köylülerle ve köy muhtarları ile toplantılar yapılır ve ne istedikleri sorulurdu. Bir toplantıda hep birden “ev ekonomisti” istediler. Bizim çalışmalarımızı duymuşlar ve yakınıyorlardı : “Gediz’in üst tarafına gidiliyor, bize niye gelinmiyor. O tarafın da iyi yaşama hakkı yok mu?” diye.”

Ayşe Baysal, öğrenme isteği, bitmez tükenmez çalışma azmi ona yeni yeni ufuklar açmayı sürdürüyordu. ABD’de bir yıllık görgü bilgi arttırma olanağı buldu ve bu sırada bir yarı yıl üniversitede dersler aldı . Bu da onun lisansüstü eğitim görme isteğini körükledi. Araştırma ve girişimleri sonucu kendisine bir burs bularak ABD’ye ulaştı. Bir çok zorluklarla boğuşarak ve her aşamada başarısını kanıtlayarak beş yıl ABD’de kaldı. ABD’nin en tanınmış üniversitelerinden Wisconsin Üniversitesi’nde, bütün ısrarlara karşın kalmayarak, aldığı bir doktora derecesi ile ülkeye döndü.

“Toplumu gören bir sağlık anlayışı nasıl olmalıdır?” Toplumun temel sorunlarına çözüm getirmelidir. Bu sorunlar, tek tek insanların sağlık yakınmalarının çok ötesinde, büyük insan gruplarını ilgilendiren sorunlar olmalıdır. Açlık bunlardan biridir. Gelirin dünya yüzeyindeki eşitsiz dağılımı ve “insan özürlü” politikalar bunlardan biridir. “Beslenme” sorunu da çok geniş insan yığınlarını yakından ilgilendirmektedir.

Ayşe Baysal’ın ülkeye dönüşünde, üzerinde durduğu önemli ilgi alanlarından biri de “beslenme” olmuştur. Prof.Dr.Orhan Köksal’ın yürüttüğü “Türkiye Beslenme Araştırması”nda görev alması, onun katkısıyla Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Hıfzıssıhha Okulu’na geçti. Çalıştığı Köy İşleri Bakanlığı’ndan izin alınmasında, ve zorunlu hizmetinin SSYB’ye aktarılmasında müsteşar Prof.Dr.Necmi Sönmez’in katkısı olmuştur. (2)

“Ben Hıfzıssıhha Okulu’na beslenme uzmanı olarak atandığımda, Nusret Fişek okul müdürlüğünden ayrılmıştı. Hocanın veda konuşmasında, “Akan dereyi geri çevirmeye çalışıyorlar. Dere, önüne konulan bentlerle bir süre için durdurulabilir; fakat günün birinde sular o bentleri yıkarak yolunu devam eder. Çağdaşlığa giden bilim yolu da böyledir. Dogmalarla bilim yolu bir süre kapatılabilir. Fakat bu geçicidir.” sözlerini hiç unutmam. Sosyalleştirilmiş sağlık hizmeti bir yönden eğitim alanında Köy Enstitüleri’ne benzerlik gösteriyordu. Hıfzıssıhha Okulu, kırsal alana gönderilecek sağlık personelinin belirli bir ön eğitimden geçtikten sonra kırsal alana gitmelerini ve çalışmaları sırasında da hizmet içi eğitimle desteklenmelerini sağlıyordu.” (s.114) (1)

Hacettepe Üniversitesi Temel Bilimler Yüksek Okulu’na bağlı Beslenme Bölümü’nde önce dersler vermeye başlaması ve sonra tümüyle bu birime geçmesi, bu alanda yoğunlaşması için olanak olmuştur. Bu bir bakıma uzun bir yolun başlangıcı olmuştur. Hacettepe Üniversitesi’nin bir yanda diyetisyen yetiştirmek üzere eğitim vermesi ve öte yandan yetiştirdiği diyetisyenlerle Tıp Fakültesi Hastanesi’nin beslenme servisini geliştirmesi büyük bir şanstır. Daha sonra Ev Ekonomisi Yüksek Okulu’nu kurdu; bunun çekirdeğini de Diyetetik bölümü oluşturuyordu. Kısa süre içinde buna ek olarak Çocuk Gelişimi ve Eğitimi ve Ev İdaresi adıyla iki bölüm daha eklendi.

“Bu gelişmelerin yanı sıra laboratuvarlarımızı kurduk ve öğrencilerimizi staj için Türkiye çapında köylere göndermeye başladık. Edirne’den Şemdinli’ye kadar… UNICEF ishalli çocuklar için çözelti göndermeden çok önce biz bu konuda bir “çözelti” hazırlamıştık (Çay+limon+tuz+şeker’den oluşuyordu). Böylece ishal olgularının önüne geçmiştik. Şemdinli’de sınırlı sayıda köye ulaşabiliyorduk. Ulaşamadığımız köylerden ishalli çocuklarına bizim çözeltiden almaya gelenler çok oldu. “Kaç para?” diye soruyorlardı, parasız olduğunu duyunca şaşırıyorlardı. Birer örnek ellerine veriyorduk ve nasıl yapacaklarını da öğretiyorduk. Gerisini onlar üretiyordu. Malnütrisyon’da yoğurtla tedaviyi başlattık. Çocuk beslenmesinde bunun önemini biz tanıttık. Süt vb tersine yoğurt bir gün süresince bozulmadan bekletilebiliyordu; bu kullanım kolaylığı da getiriyordu.” (4)

“Başarınızda size güç veren neydi? İzlediğiniz yolyöntem, ilkeler neydi?” sorusunu şöyle yanıtlıyor :

‘Hiç kimse size gümüş tepsi içinde bir şey sunmuyor. Her şeyi kendi emeğinizle yapacaksınız. Mutlaka uğraşacaksınız ve başaracaksınız. Bütün sorun bu. O size itici bir güçtür. İyi bir uyarıdır. Ben bunu yapacağım; yapmam gerekir ve yaptım diyebilmek önemlidir. Ayrıca Köy Enstitüsü’nde iyi bir çalışma disiplini almış olmam etkendi. İyi bir okuma alışkanlığı kazanmıştım. Bize çok iyi bir okuma yazma, kendini ifade edebilme alışkanlığı kazandırdılar. Tabii asıl olan ‘ben bunu başaracağım’ diyebilmektir.

Ben ABD’inde burslu okudum. Eğer başarısız olursam, B’nin altında not alırsam bursum kesilecekti. Wisconsin Üniversitesi, akademik düzeyi yüksek öğrenciye burs veriyordu. Bütün derslerim iyi olmak zorunda. Bunlar da itici güçtü.

Bir de düzenli çalışırdım. Planlı, programlı çalışırdım. Çok çalışmazdım. Uykusuz kalıp, sabahlara kadar çalışmazdım. Düzenli ve zamanında çalışırdım. Dersi çok iyi izlerdim. Yabancı ülkedesin. Dil sorunu da var. Hoca çok erken gelirdi, hazırlık yapardı. Ben de derslere çok erken gelir, hocayı izler, ön sıradaki yerimi kapardım. Hocanın dediklerini de titizlikle yapardım. Tabii biraz da muhakeme, ilişki kurma yeteneği gerekiyor. 2,5 yılda doktorayı bitirdim ama hiç tatil yapmadım. Hatta orada bir ameliyat geçirdim. Üniversitenin doktoru bir Profesör ameliyatımı yapmıştı. Demişti ki, ‘Burada yabancı öğrencilerin bazıları çok zengin, parayı gereksiz yere savuruyorlar; bazıları da zorlukla okuyabiliyor. Ben sizin durumunuzu da öğrenmek istiyorum?” Ameliyat için doktora para ödemem gerekiyordu. ‘Burslu okuyorum efendim. Ama size vereceğim parayı hazırladım.’ ” (3)

Prof.Dr.Ayşe Baysal’ı tanıyan çok. Ama anımsayamayanlara bile “mercimek yemeyi” önerdiğini söylediğinizde hemen tanımaktadırlar.

Konuya Prof.Baysal, “Siz hiç yaşamınızda mercimek yoldunuz mu?” diye giriyor; “toplayan insanın ellerini yakar”. “Ben televizyonlara çıkıp mercimeğin ne denli besleyici olduğunu söyleyip çok tüketilmesini önerdiğimde, “mercimek tüccarları”nın hışmına uğradım. Çünkü, çok tüketildikçe köylünün elindeki mercimek para etti ve tüccarın bunu ucuza kapatma olanağı kalmadı. Bu öfke dolu sözlere ne kadar sevindim bilemezsiniz. Mercimek güneydoğuda yetişir; toprağı nadasa bırakacağınıza mercimek yetiştirebilirsiniz. 10 kat artan tüketimi yönlendirmek için, “beslenme programı” çerçevesinde bu televizyon programını kabul ettim. Çocuk beslenmesini, iyotlu tuzun kullanımını; kabız olunca nasıl besleneceğini; bulgurun pirinçten daha değerli olduğunu anlattım. Özellikle derlediğimiz yöresel yemek tanımlarını verdim. Aslında mercimek kültürü ülkede gelişmiş. Afyon’da böreğini, Eskişehir’de mantısını, Antep’te köftesini yapmışlar. Ama Karadenizli ve İstanbul’lu bilmiyordu; onlar da öğrendiler.” (2)

Toplum Hekimliğine gönül verenlerden Prof.Dr.Ayşe Baysal’ın yaşam öyküsünde söylenecek daha o kadar çok şey var ki. Neyse ki, onun yaşam öyküsünü okuyabileceğimiz iki anı kitabı ve dinleyebileceğimiz sayısız öğrencisi ve yol arkadaşı var. Ayşe Baysal, bugün seksenüç yaşında. Hala savaşımını sürdürüyor. Kurduğu Prof.Dr.Ayşe Baysal Beslenme Eğitimi ve Araştırma Vakfı (Besvak) aracılığıyla, burs vererek diyetisyenlere eğitimlerinde destek oluyor. 1975 yılından beri, çok satan kitaplarının telif ücretleriyle, kendi ilkeleriyle uyum gösteren gençlere burslar veriyor. Bir de, olanakların yetmediği durumlarda da, çevresindekileri harekete geçirerek burs vermelerini sağlıyor; onları yönlendiriyor.

“Taassubun kara pençesinden kurtarmak : Küçüğümün küçüğü kız kardeşim başta olmak üzere köyden bir çok yakınımızın okuması için büyük çaba gösterdim. Yenimahalle’deki evimde yeğenlerim kalıp okudular. Bugün bile üvey abimin torunu orada okuma amacıyla kalıyor. Katkım çoğunlukla kızlara oldu. Yatılı bölge okulunda okuyup, parasız yatılı sınavlarını kazandıktan sonra üniversiteye gelenlere burs vermek şart. Destek olmak şart. Onların da Atatürkçü olmaları şart.” (4)

KAYNAKLAR :

1.SİLBİÇLİ BEŞİK Hazırlayan Türkan Kutluay Merdol, Hatiboğlu Yayınları Haziran 2011.

2.Anılarla Ayşe Baysal, Selvi Yayınları 1997 s.49.

3.Hasip Pektaş : Prof.Dr.Ayşe Baysal ile bir Söyleşi, Öğretmen Dünyası Dergisi, Sayı : 254 Şubat 2001 s.19-22.

4.Ayşe Baysal ile kişisel görüşme, 24 Eylül 2013.

(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)

Tags: , ,

Arşivler