TOPLUM HEKİMLİĞİNE GÖNÜL VERENLER – 11 İŞÇİ DOKTORU: DR. ENGİN TONGUÇ

“Uygarlık, eşitlik, hakçasına paylaşılacak bir bolluk ve mutluluk getirecek bir Cumhuriyet’e inanmış bir kuşaktık. Ne var ki, ülkenin çalışma yaşamına katıldığımız yıllarda, kendimizi giderek hızlanan bir bozulma, bir yozlaşma sürecinde bulduk. Çalışma yaşamımız bunun içinde, inançlarımız doğrultusunda çırpınıp durmakla geçti. Onun için bu anılarda sevinçlerden çok düş kırıklıkları, mutluluklardan çok acılar vardır. Ama yeniden yaşama olanağı bulunsaydı, tüm olumsuz koşullara karşın, yaşam hakkımı ben yine böyle kullanırdım.” (Engin Tonguç, “Umut Yolu” Sergi Yayınevi 1984)
1. Babanızın en uzun süre eğittiği öğrencisisiniz. Ondan ne öğrendiniz?
Çocukluğum ve babamın yaşamı süresince, babam tarafından eğitildiğimin ayrımına hiç varmadım. Sonradan yaptığım değerlendirmede şunu düşündüm: Onun eğitmekten anladığı, eğitilecek olanı açıkça yönlendirmek değildi. Eğitici, amacına göre, eğitilecek olana sadece uygun koşulları hazırlamalı, o koşullar içerisinde onun kendi kendine yolunu bulmasını sağlamalı, çok zorunlu az sayıdaki olaylar dışında, doğrudan yönlendirmelere girmemeliydi. Eğitme yöntemi buydu. Örneğin, eğitilene okuma alışkanlığı kazandırmak istiyorsa, seçeceği kitapları dayatmamalı, yalnızca onun kitaplara erişmesini sağlayacak koşulları hazırlamalıydı. Böylece ben, çok gereksiz ve yararsız kitapları da okudum. Ama sonunda kendi kendime doğru kitapları seçmesini öğrendim.
Böyle bir eğitme yöntemi sonunda, etkilendiğimin ayrımına sonradan vararak, ondan öğrendiklerimi şöyle özetleyebilirim:
Her şeyden önce, her konuda aklını kullanmak, aklının süzgecinden geçirmeden hiçbir şeyi kabullenmemek, en önemli ilkeydi. Aklını kullanmayı bir “baş”a, bir “şef”e havale ederek, aklını kullanmanın sorumluluğundan, yükünden kurtulan insanların çoğunlukta olduğu bir toplumda, bu ilke, amaçlanan uygar ve ileri toplumu oluşturacak vatandaşları yetiştirmekte kullanılacak temel eğitim yöntemiydi.
Çalışmanın ve işin en yüce, en kutsal değer olduğu. Bedensel ve zihinsel her türden işin, bir ayırım, bir derecelendirme, bir küçümseme yapılmadan önemsenmesi gerektiği. Buna inanarak, bir iş yapan, bir şey üreten her kişiye saygı duymayı öğrendim.
Kendi işini kendi görmek. Çok zorunluluk olmadıkça, başkalarının yardımına başvurmadan kendi işlerinin kendi gücüyle üstesinden gelmek, kendi sorunlarını kendisi çözmek. Ve yaptıklarının sorumluluğunu taşımak, başkasına atmamak. Bu yöntem sonucu, örneğin benim okul yaşamımda başarı da, başarısızlık da sadece benim sorunum sayıldı, hiçbir zaman bir övme, suçlama nedeni olmadı.
Çalışma yaşamında belirli bir amacı olmak ve bu amaca yönelik olarak en elverişsiz koşullarda bile yaratıcılık yolları bulmak, uygun koşullar yaratmaya çalışmak, koşulların yetersizliğini ileri sürerek işten kaçmamak. Hep yetersiz koşullarda çalıştım ve o koşullarda çözümler üretmeye çabaladım. Fabrikada, iş yerlerinde yataklı revir, küçük laboratuvar, eczane açmak, uygunsuz,dar bir yapıda, yönetimce ideal bulunan bir iç hast. kliniği kurmak gibi…
Düşünlerini, görüşlerini açıklamaktan çekinmemek, bunu da lafı dolandırmadan, kısa, yalın, açık, kolay anlaşılabilir şekilde yapmak. Gereksiz ve anlamsız, uzun konuşmalardan kaçınmak. Bu özellikler bürokrasi içinde hep yabancı kalmamla sonuçlandı. Bürokratlar gibi konuşmasını beceremiyor, düşündüğümü kısa ve yalın olarak apaçık söyleyiveriyordum… Bu da onlarda rahatsızlık yaratıyordu. Sözcüklerimiz bile değişikti; beyefendi, arz ederim, ise de, tezekkür ederiz, badema, badehu, tensip etmek, ittilaa sunmak, türünden sözcükleri hiç kullanmadım, kullanamadım.
2. Babanız “köy” ve “köy çocukları” üzerine yoğunlaşmışken; siz “işçi”lerin sağlığına yoğunlaştınız. Neden?
İşçi sağlığı üzerinde yoğunlaşmam meslek yaşamımın doğal sonucudur. Hekimliğe ilk adımı attığım günlerden başlayarak, hep işçilerle ilişkim oldu: Askeri fabrikada yedek subaylık ve sivil hekimlik, SSK’da hekimlik gibi iş alanlarımda hekim olarak hep işçilerin sağlık sorunlarıyla uğraştım. Ve uygulanan sağlık hizmetlerinin yetersizliğinden rahatsızlık duydum. Yöntemde bir eksiklik vardı; hastalıkları sağaltıyor, hizmeti orada noktalıyorduk. Bu insanların yaşadıkları, çalıştıkları koşullarla ilgilenmiyorduk. Bir kısır döngü içinde dönüp duruyorduk. Oysa ki, çalışanların sağlık bozukluklarının birçoğu, ortam koşullardan kaynaklanıyordu. Bu rahatsızlığım beni iş sağlığına yöneltti.
3. Yaşamınızdaki kırılma noktaları, yapmak zorunda kaldığınız seçimler nelerdir?
“Kırılma Noktaları”nı olumlu ve olumsuz gelişmelerin olduğu anlar olarak ele alacağım, bunların bence önemli olanlarından birkaçını özetlemeye çalışacağım.
1946-1950’deki tutucu-gerici reaksiyoner CHP iktidarı sırasında, henüz tıp öğrencisi iken, solcu Türkiye Gençler Derneği’ne üye olduğum için fişlendim, izlenmeye başlandım. Soyadımın da bunu kolaylaştıran bir etkisi olduğunu sanıyorum. Tüm yaşamım boyunca, özellikle bazı olaylar nedeniyle bu izlemenin sürdüğünü biliyorum. Bunun etkisi ilk olarak Tıp Fakültesini bitirince uzmanlık için kendi hesabıma Almanya’ya gitme girişimimde ortaya çıktı. Giderleri kendimizce karşılanacak bile olsa, öğrenim için dışarıya gidişlerde M. Eğitim Bakanlığının izni gerekiyordu. Bana neden gösterilmeden bu izin verilmedi. Ancak iki yıl sonra, Bakanlık Müsteşarı’nın değişmesi, beni engelleyenin yerine, öğrenciliği sırasında babamdan yardım görmüş bir kişinin Müsteşar olması ile izin çıktı. Ülkemizde çoğu kez yaşamımızı planlamalar değil, rastlantılar saptar! İki yıllık bir süreyi yitirmiş olmam, o zamanki görüşlerim nedeniyle, beni çok etkileyen ilk kırılmadır. Daha sonraları, zaman yitirmelerin ve beklemelerin bizimki gibi toplumlarda olağan oluşu kafama dank edecekti.
İlk olumlu kırılma ise, o engellenme süreci içinde askerliğimi yapıp, yedek subay olarak MSB. Ankara Ordu donatım Ana Tamir Fabrikasında, Fabrika Hekimi olarak hekimlik yaşamıma başlamamla ilgilidir. Burada meslek yaşamıma yön verecek olan kişi ile karşılaştım. Bu kişi Fabrikanın Müdürü Makine Yüksek Mühendisi Binbaşı Reşat Taykut’tur (daha sonra generalliğe kadar yükselerek MSB. Ar-Ge Başkanlığı yapmıştır). Bana, tıp öğrenimimiz sırasında hiç sözü edilmeyen iş sağlığı, iş yeri hekimliği, meslek hastalıkları konularını öğrenme yolunu açan, fabrikada tam anlamı ile bir iş yeri hekimliği yapma olanaklarını sağlayan Sayın Reşat Taykut’a sonsuz teşekkür borçluyum. Meslek yaşamımın yönünü değiştiren bilgi ve uygulamaları bir tıp adamının değil de, bir mühendisin sağlamış olması ülkemize has, bir batılı tarafından akıl erdirilemeyecek özgünlüklerdendir. Olayın bir başka özgün yanı da, solcu olarak izlenen bir kişinin, o gün için çok önemli olan bir askeri kurumda böyle bir çalışma yapma olanağını bulmuş olmasıdır. Türkiye bir çelişkiler ve rastlantılar ülkesidir ve belki de insanın bu ülkede en olumsuz koşullarda bile iyimser olabilmesi de bu gibi özgün özelliklerden kaynaklanmaktadır.
Bir başka kırılma noktası, Hamburg Tıp Fakültesindeki iç hastalıkları asistanlığımdan sonra, 1958’de yurda dönünce girmek zorunda olduğum uzmanlık sınavı ile ilgili olaylardır. Ayrıntılara girmeyeceğim. Bunları ve daha önce özetlediklerimi anı kitabımda yazdım (Umut Yolu, İzm.1984 ve Ank.1998). O olayların etkisiyle, Almanya’daki hocalarımın Türkiye’ye dönünce mutlaka akademik kariyere girmem öğütlerini göz ardı ederek, üniversiteye girme yolunu kesin olarak kapadım. Bundan da pişman olmadım. Üniversiteye girseydim, büyük olasılıkla, her darbeden, her siyasal değişimden sonra herhalde atılırdım. Girmeme kararım, bana kendi yaşamımı kendi bildiğimce düzenleme olanağını da verdi.
1972 Yılı meslek yaşamım bakımından önemli bir dönüm noktasıdır: İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Merkezi (İSGÜM) Müdürü Sayın Doç. Dr. İsmail Topuzoğlu ile iş sağlığı alanındaki işbirliğimiz başladı. Topuzoğlu, Taykut’tan sonra benim bu alanda kendimi yetiştirmemi sağlayan ikinci önemli kişidir. Eğer iş sağlığı ve meslek hastalıkları konularında bazı başarılarım olmuşsa, bunu büyük ölçüde Topuzoğlu’na borçluyum. SSK ve İSGÜM arasında TÜMSAB Projesi ile başlayan işbirliğinin Meslek Hastalıkları Klinik/Hastaneleri kurulmasına kadar varması, ortak çalışmalarımızla gerçekleşmiştir. Burada ayrıntılara girmiyorum. Ama Topuzoğlu’na içten teşekkürlerimi vurgulamak isterim.
Bir başka olumlu kırılma noktası 1970’li yıllarda Sayın Prof. Dr. Nusret Fişek ile yakınlaşmamdır. Hazırlayacağım bir inceleme ve rapor nedeniyle kısaca Sosyalizasyon Yasası dediğimiz düzenleme konusunda kendisinden bilgi istediğim Sayın Fişek, Ankara yöresindeki uygulama bölgesinin denetimine beni de birlikte götürdü. Bütün bir gün uygulama yapılan köylerdeki sağlık ocaklarını, Etimesgut’taki merkezi dolaştık, yasayı ve uygulamaları yaratıcısından dinlemek büyük ayrıcalıktı. Ve o gün çarpılmış gibi oldum; sanki sağlık hizmetlerinin en iyi şekilde görüldüğü bir başka ülkedeydik! Daha sonra, T. Tabipleri Birliğinde, ülkemizin sağlık sorununun çözümünü bulmuş bu büyük insanın çevresinde bulunmak çok öğretici ve kıvanç verici idi.
Kırılma noktaları olarak daha çok yaşamımı yönlendiren olumlu olaylara değindim. Bunları birçok tartışma, çekişme, istifalar gibi olumsuzluklardan daha önemli bulduğum için böyle yaptım. Bu bölüme son vermeden önemsediğim birkaç olayı belirtmek istiyorum: 1961’de YÖN bildirisini, Kenan Evren döneminde Aydınlar Dilekçesi denen metni imzalamış olmam ve SSK Genel Müdürlüğü Yardımcılığından ayrılırken T. Tabipleri Birliği adına Başkan Erdal Atabek’in imzası ile aldığım teşekkür mektubu bana onur veriyor. (Mektubun metni “SSK Yönetiminde İki Yıl “kitabımda vardır).

4. Köy Enstitüleri ve Enstitülülerin yaşamınızdaki yeri…
1960’da babamın ölümünden sonra çocukluk ve gençlik yıllarında tanığı olduğum köy enstitüleri konusu ile ilgilenmek durumunda kaldım. Evdeki belgeliğin değerlendirilmesi ve tanıklıktan kaçmamak bunu gerektiriyordu. Bir neden daha vardı: Köy enstitüleri tam anlatılamamış ve anlaşılamamıştı. İçinde çalışanlar bile değişik yorumlar yapıyorlardı. Köy enstitülerinden yetişenlerle birlikte, çalışmaya başladık. Ben 32 yaşındaydım. Bundan sonra, yaşamım boyunca, köy enstitüleri konusu, iş sağlığının yanında ikinci uğraşım olacaktı. Bu konuda çok çalıştım, çok savaşım verdim, çok yazılar yazdım, konuşmalar yaptım, kitaplar çıkardım. Bunların bazıları günümüzde yapılan araştırmalarda kaynak olarak kullanılıyor. Evdeki belgeliği değerlendirerek İ.Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfı’nı kurdum. Köy enstitülerinin doğru anlaşılmasında, doğru yorumlanmasında önemli katkılarım olduğunu düşünüyorum. İki ayrı konumun olması beni tek yanlı olmaktan, bir konuya bağlı kalmaktan kurtardı, kişiliğimi yitirmeden bu konulara eğilmemi sağladı. Bu bakımdan mutluyum.
Köy Enstitüsü çıkışlı birçok kişi ile yakın dostluğum, arkadaşlığım oldu. Bunlar yaşamımı anlamlandırdı, zenginleştirdi. Her iki konumdaki yakınlıklar, arkadaşlıkların, en sağlam dostlukların ortak çalışmalar ve çabalar içerisinde kurulabildiğini gösterdi; H.Tonguç’un öğretisini doğruladı.
5. Meslek hastalıkları hastaneleri ve onun kuruluşuna giden yolda TÜM-SAB çalışmasını anlatır mısınız?
Tüm-Sab Projesi ve Meslek Hast. Kliniklerinin açılması konularını tüm ayrıntılarıyla “SSK Yönetiminde İki Yıl” (İzm.1991) ve 2.baskı “Bir Tutam Umut İçin”başlığı ile 2.baskı, (Ank.1999) kitabımda anlattım. O ayrıntılardan da anlaşılacağı gibi, projenin yürütülmesi ve kliniklerin açılması , Sayın Prof.Dr. İsmail Topuzoğlu ve Sayın Dr.Haldun Sirer ile birlikte yürüttüğümüz çok zorlu uğraşlardan sonra gerçekleştirilebilmiştir. Zorluk o zamanki SSK yönetiminin sağlık hizmeti ve bu hizmetin yürütümündeki anlayışından kaynaklanıyordu. Onlara göre, sağlık hizmeti hekim-hasta-hastalık üçgeninde gerçekleşen bir olaydı ve yönettikleri SSK hastalık sigortası hastalananı sağaltmakla sınırlıydı. Biz ise bu üçgene bir dördüncü boyutu, sağlık bozukluklarına yol açan etkenlerin bulunduğu çevre ögesinin (özellikle çalışma ortamı koşullarının) katılmasını, SSK’nın da buna göre örgütlenmesi gerektiğini savunuyorduk. SSK yönetimi ise bunun görev alanları dışında kaldığı görüşündeydi. Oysaki; ileri ülkelerde yapılmış araştırmalar, hastalık sigortası fonlarının bir bölümünün iş yeri ortam koşullarının da dikkate alınması, incelenmesi ve düzeltilmesine yardımcı olarak harcanmasının, son hesaplamada hastalık sigortası harcamalarını azalttığını kanıtlıyordu. Ama yönetimin iş yeri olumsuz koşullarına ilgisizliği o denli katı idi ki, doğrudan bu koşullarla ilgili olması gereken İş Kazası ve Meslek Hastalıkları Sigortası fonlarını bile, SSK yasasına aykırı olarak, giderek batma yolunda olan Emeklilik Sigortası açıklarını kapatmakta kullanıyorlardı. Bunun sonucu ise, iş kazası ve meslek hast. alanlarına yapılacak yatırımların yapılmaması oluyordu. Bu sigorta kolunda gelirler yıllardan beri fazlalık veriyordu. Kısacası, iş sağlığı ve meslek hastalıkları, yönetim açısından, üzerine gidilmesi istenmeyen konulardı. Bu konuların, diğer tıp dallarına göre, çok kolaylıkla siyasallaşması da (işveren çıkarları gibi!) yönetimi rahatsız ediyordu. Öte yandan, sınırlı da olsa, hekimler ve sadece bir iki sendikada iş sağlığı ve meslek hast. konularına karşı bir ilgi de belirmeye başlamıştı. 1978’de reformcu olma savında yeni bir iktidarın işbaşına gelmesi de savaşımımızda bize güç veriyordu. O iktidarın güçsüzlüğü anlaşılana kadar, arkamızda bu destek varmışçasına SSK yönetimi ile olan tartışmalarımızı sürdürdük ve iktidar değişikliğinden sonraki birkaç aylık bir süre içinde, SSK’da Genel Müdür Yardımcısı olarak, Meslek Hastalıkları Kliniklerinin kurulma kararlarını, bunların alışılmış kliniklerdekilerden çok değişik olan kadrolarını, işyerleri ile klinikler arasında yakın işbirliğini oluşturacak yeni çalışma esaslarını düzenleyen yönergeleri SSK Yönetim Kurulundan çıkartabildim. Ama yönetim konuyu hiçbir zaman benimsemedi, hep soğuk baktı ve ilk fırsatta da, siyasal dengeler değişince, o klinikleri küçülttü, işlevlerini sınırladı.
6. Sizce Türkiye’de İşçi Sağlığının Açmazı Nerede Yatıyor?
Türkiye’de işçi sağlığı alanında gelişmenin bir türlü sağlanamamasındaki temel neden, hak sahibi çalışanların yeterince haklarının bilincinde olmamaları, bu hakları almak için örgütlenememeleri, sendikalarına bu yönde baskı yapamamalarıdır. Bu durumda ilerlemeyi sağlayacak siyasal güç de oluşamamaktadır. Sendikacılığın dar anlamlı bir ücret sendikacılığı anlayışıyla sürdürülmesi, işçi sağlığı konularına yeterli ilginin gösterilmemesi en büyük noksandır. Hak sahiplerinin gücü, baskısı yönetimlere, politikaya ve iktidarlara yansımadıkça iş sağlığı alanında gelişme gerçekleşemez. Dün olduğu gibi bugün de iş sağlığına ilgi duyan, bunun için çaba harcayan sınırlı sayıda bir hekim grubudur. Hak sahibi çalışanlar ağırlıklarını koyamadıkları sürece yalnız bu grubun çalışmalarıyla ancak sınırlı başarılar elde edilebilir, iş sağlığı alanında gelişmiş ülkeler düzeyine ulaşılamaz.
7. Her zaman işçi doktorluğu yapmayı sevdiniz ve yaptınız. Bürokratlığı ise hiç sevmediniz ve yalnızca iki yıl yaptınız. Sizi daha iyi anlayabilmemiz için bu farklılığı biraz daha açar mısınız?
SSK Genel Müdür Yardımcısı olarak çalıştığım 1978- 1980 yıllarına ilişkin dört anımla konuyu biraz daha açmış olayım:
Birinci anım…
SSK’nın sağlık hizmetleri sürekli olarak yakınma ve eleştiri konusu oluyordu. Basında her gün böyle yazılar çıkıyor, SSK Genel Kurullarında bile işçi temsilcileri sağlık işlerimizi kıyasıya eleştiriyorlar; bu da onlara iyi oy getiriyordu. İnsan, tüm çabalarımızın içerisinde bir tek olumlu iş de yok mu, demekten kendini alamıyordu. O günlerde karamsarlık içerisinde bir denetim gezisindeyim, resmi araba ile Karadeniz Ereğli’sinden Zonguldak’a doğru gidiyorum. Bir yol kavşağında yol sormak için bir kahvenin önünde durduk. Zonguldak’a gidecek bir maden işçisi varmış, onu da götürmemizi istediler. Orta yaşlı bir Karadenizli madenci. Şoförün yanına oturdu. Dudağında bir yara izi var. Cilt kanseriymiş, SSK Okmeydanı Hastanesindeki Onkoloji Bölümünde tedavi görmüş, oradan geliyormuş. O Bölüm, o günlerde yöneticisi, çalışanları, teknik donanımı ve olanakları ile ülkemizdekilerin en iyilerindendi. Özel dal bölümleri kurmaya ilke olarak karşı olan SSK yönetiminin nasıl olup da böyle bir bölüm kurmuş olduğuna hep şaşardım. Adama “-SSK hastanelerinde de sigortalılara hiç iyi bakmıyorlarmış, kötü davranıyorlarmış” , dedim. Bir kızsın! Söylenmeye başladı: “-Yahu sen ne biçim adamsın? Bilmeden oraları niye kötülüyorsun? Bana o kadar iyi baktılar, o kadar iyi davrandılar ki!”. Karadenizli konuştukça daha da sinirleniyor, elinden gelse beni arabadan indirecek. Şoför gülmemek için kendini zor tutuyor. Adamı uyarmaması için ona işaret ettim. Adam dozunu giderek arttırarak bana çattıkça nasıl rahatlıyorum, nasıl seviniyorum! Oh, sonunda SSK’dan hoşnut olan biri çıktı, diyorum. Zonguldak’a geldik. İnerken bizim sigortalıya kartımı verdim, işi olursa beni aramasını söyledim. Ama Karadenizli bana o kadar kızgınlıkla inip gitti ki, herhalde kartı da okumadan atmıştır!
Çalışma gücümü tazeleyen, karamsarlığımı gideren o maden işçisini bugün bile sevecenlikle anıyorum.
İkinci anım…
Çalışma yaşamımın son iki iki buçuk yılı dışında tümü, hekimlik yaparak geçti. O son yıllarda içlerine katıldığım bürokrasi ile bir türlü uyuşamadım, anlaşamadım.
Gn. Md. Yardımcısı olarak imzam için önüme gelen dosyalardan biri dikkatimi çekti: İş kazası sonucu iki eli bileğinden kopmuş bir işçi protez takılması için başvurmuştu, ama buna olumsuz yanıt veriliyordu. İlgili bölümün sorumlusunu çağırdım. Daire Başkan Yardımcısı bir bayan görevliydi. Olumsuz yanıtın gerekçesini sordum.”-Efendim yol olur!”. Sigortalının istediğini yaparsak aynı durumda olanların hepsine öyle davranmak zorunda kalırmışız, bu da harcamaları arttırırmış! “-Peki Türkiye’de bir yılda kaç işçinin iki eli birden iş kazasıyla kopuyor?”. Elbette buna yanıtı yoktu. Adamın isteğini yerine getirmenin yasal yükümlülüğümüz olduğunu anlatmaya çalıştımsa da bayan görevlinin direncini kıramadım. Sonunda sabrım tükendi:”- Bana bak, şimdi sana bir şey söyleyeceğim. Bir hanım olarak iki elin yokken tuvalete girdin, ne yaparsın?”. Bu da etkisiz kaldı, ne ona, ne de diğer görevlilere olumlu yanıt yazısını yazdıramadım. Ama ben imzalayarak adamın protez takılması ve gereken eğitimi görmesi için Avrupa’ya gönderilmesini sağladım. Birkaç ay sonra bu işlemler yapılmış olarak bana teşekküre gelen işçinin gözlerindeki mutluluğu ve görevlinin, hele bir bayan olduğu için, duygusuzluğunu, duyarsızlığını unutamam.
SSK bürokrasisi niçin işçiden bu denli uzak ve kopuktu, bu denli anlayışsız ve acımasızdı?
Üçüncü anım…
Genel Müdürlüğün koridorunda diğer genel müdür yardımcılarından biri ile karşılaştım. Kolunda havlular, terlik vb. gibilerle tam bir hamam takımı vardı, telaş içinde koşturuyordu. Bakan rahat çalışabilmek için genel müdürlük binasında kendisine bir çalışma odası hazırlanmasını istemiş. Buna bir de tuvalet ve banyo eklemişler. Hamam takımı oraya götürülüyormuş. Birkaç gün sonra bir iş için Teftiş Kurulu Başkanı’nın odasına gitmiştim. Başkanın çok sıkıntılı bir hali vardı. Nedenini sordum. Görkemli çalışma masası ve makam koltuğunun arkasından geçen bir pis su borusunu gösterdi. Tam üstünde Bakan için yapılan banyo ve tuvalet varmış. Oradan gelen pis su borusunu buradan geçirmişler. Yukarıdan sifon çekilince pis sular gürültü ile tam arkasından akıyormuş! Gülmekten kendimi alamadım. O boruyu oradan geçirmek kaçınılamaz teknik bir zorunluluk muydu, yoksa müfettişlerle başı derde girmiş bir teknik görevlinin öç girişimi miydi? Ama asıl sorgulanması gerekenler, herhalde, büro olarak yapılmış bir binada, büro odaları arasından birini hamama dönüştürme kararı vermiş olanlardı. Bakan’ın soyunup dökünüp bürolar arasındaki bu banyodan yararlanıp yararlanmadığını bilmiyorum, merak da etmedim.
Dördüncü anım…
Uzun ve çok zor geçen tartışma ve çekişmelerden sonra SSK’ya satın aldığımız İlaç Fabrikasını işletmeye açmaya çalışıyoruz. Burada çalışanların sendikası ile SSK arasında yapılacak toplu iş sözleşmesi bir türlü sonuçlanamıyor. Genel müdürlük adına görüşmeleri yürüten kurulda ben yokum (zaten olsaydım, şaşardım). Bizimkiler fabrikada çalışacaklara SSK hastanelerinde çalışan hizmetlilere (müstahdemler) verilen haklardan fazlasını vermek istemiyorlar. Onlara göre, bunu yaparlarsa “emsal” olurmuş. İşçi temsilcileri ise, fabrikada çalışacakların müstahdem değil sanayi işçisi olduklarını savunarak daha fazla ücret istiyor. Ben de fabrikayı bir an önce açabilmenin telaşı içinde, iki taraf arasında bir uyuşma zemini yaratabilmek için koşturup duruyorum. Son olarak bizim kurul üyelerine hizmetli-işçi ayırımını anlatmaya çalışırken, Kurul Başkanı olan üst düzey SSK makam sahibi, bilgiç bir tavırla; “İşçi işçi deyip duruyorsunuz, ben gittim gördüm. Makinenin bir düğmesine basıyor, oradan ilaç hapları çıkıyor. Yaptığı iş bu kadar basit”, dedi. O zaman kadar korumaya çalıştığım soğukkanlılığım birden yitirdim: “-İşte o adama bütün dünyada işçi diyorlar. İsterseniz o düğmelere siz basın” deyiverdim. Bir suskunluk oldu, yanıt veremediler! Toplu sözleşme görüşmesi daha yukarısının, Başbakanlığın araya girmesi ile sonuçlandırılabildi.
Yöneticilik yaptığım (ya da yapmaya çalıştığım) resmi meslek yaşamımın son yıllarını uğradığım bir “iş kazası” diye nitelendiririm. O ortama hiç alışamadım. Orada birçok şey benim düşüncelerime, inandıklarıma, yaşam amaç ve anlayışıma uymuyordu. Bunun nedenlerini geniş ve derinlemesine açıklamalar yerine gündelik birkaç basit olayı aktararak anlatmaya çalıştım. Ve emekliliğimi isteyerek o ortamdan kurtulunca da kendimi eşimin köyüne attım. Burada meyve, sebze yetiştiriyoruz, kendimiz için. Taze domatesler, salatalıklar, patlıcanlar, fasulyeler…
Kabaklar da çiçek açtı. Kabak çiçekleri o kadar güzel, temiz, dürüst ve sevecen ki!…
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)

Tags: , , ,

Arşivler