En azından mesleki yaşamımın 25 yılını birlikte geçirdiğim ve şu anda artık bu dünyada olmayan bir insanla ilgili pek çok anım, onunla ve yaptıklarımızla ilgili değişik duygu ve düşüncelere sahibim.
En azından mesleki yaşamımın 25 yılını birlikte geçirdiğim ve şu anda artık bu dünyada olmayan bir insanla ilgili pek çok anım, onunla ve yaptıklarımızla ilgili değişik duygu ve düşüncelere sahibim.
Türkân Saylan duygulanan ve duygularını dışa vuran bir insandı. Ama “aklı” öne çıkaran bir kişiydi. O kendisini nasıl anlatmamı isterdi diye düşünüp, onun isteyeceğini sandığım yolu deneyeceğim:
Sanırım o da burada olan “genç ve onunla çalışma olanağına sahip olmamış” arkadaşlarıma benim tanık olduklarımı, bildiklerimi, öğrendiklerimi paylaşmamı isterdi. Onun burada dile getireceğim özelliklerinin, bir insan, bir aydın, bir hekim olarak herkesin bilmesinin, anlamasının ve öğrenmesinin yararlı olacağını düşünüyorum. Dahası bundan eminim. Çünkü şimdiye kadar benim de işime yaradı ve yarıyor.
Şurayı da baştan belirteyim ki geçen “25 yıllık” sürede birlikte çalışmamıza karşın “dünyaya dair politik düşünce ve buna koşut olarak toplumsal bağlamda önerdiğimiz çözümlerimiz” hep farklıydı. O kimi eksikleri, yanlışları ve olumsuzlukları olsa da bunlar giderildiğinde içinde olduğumuz “ekonomik ve politik sistemin” herkes için “iyi olabileceğini” düşünür ve buna yönelik çaba sarf etmekten yılmazdı. Belki biraz da mistik bir şekilde “ilahi adalet ve iyiliğin mutlaklığı”na dair inancı vardı, bu inanç da onun yaptıklarına önemli bir destek ve dayanak olurdu.
Ama bu “farklılığımız” yaptığımız işi olumsuz anlamda doğrudan etkileyen bir unsur olmadığı için birlikte çalışmamızı engellemedi. Dahası belki de “geliştirici” oldu. Zaman zaman her konudaki düşüncelerimizi paylaşıp, tartıştık. Hemen her konuda çoğu zaman farklı düşüncelerimiz hep oldu.
Şimdi geriye bakıp düşündüğümde bunları “birlikte iş yapacağı bir insanı tanımak ve anlamak” için de yapmış olabileceği aklıma geliyor. Diğer yandan bu konuşma ve tartışmalardan o sırada kafasında oluşan düşünceleri netleştirmek, somutlaştırmak ve uygulamayı kolaylaştırmak için de yararlandığını düşünüyorum. Bunlardan yola çıkarak ona dair söyleyeceğim ilk noktayı vurgulamak istiyorum: “Çevresindeki insanların tümünün kendisiyle aynı düşüncede olmasını istemez, yalnızca ne derse yapacak insanlarla çalışmayı yeğlemezdi.”
Başka bir deyişle, kontrol ve denetimi “çalışma ve eylem sırasında” yani yaşam sürerken yapardı.
1.“Sorunları çözmek gerekir” Fakültenin beşinci sınıfında staj yaparken tanıştığım “Türkân Hoca”yla yaşadığım ilk anımı, onunla birlikte derlediğimiz “Türkiye’de Cüzzamla Savaşın 20 Yılı” adlı kitapta yazmıştım.
O sırada aynı anda fark ettiğimiz “çözülmemiş” bir sorun vardı ortada. O sorunun çözümü için yine birlikte “düşünmek ve tartışmak” bu birlikteliğin ve “tanışma”nın ilk adımını oluşturmuştu.
Onun bence en önemli özelliklerinden birisi de şuydu:
“Sorunları fark etmek, saptamak, adını koymak, duyurmak, çözüm yollarını düşünmek, birini yeğlemek, mevcut olanakları ve gerekli koşulları sağlamak ve sonra o sorunu çözmek ve bu süreçten elde edilen bilgiyi, başka bir sorun sırasında yeniden kullanmak, ama her defasında ona yeni bir şeyler katmak.”
Yöntemi buydu. Bu yöntemde uzlaştığımız için uzun yıllar birlikte çalıştık. Tüm sorunlar için bu yöntem geçerliydi. İster kişisel olsun, ister kurumsal olsun, ister hastaların tıbbi sorunları olsun, isterse “derin memleket meseleleri” olsun bu yöntemi benimserdi.
Onun için çözümlenemeyecek sorun yoktu ama daha kolay ve kendi çabasıyla “çözebileceği sorunlara” öncelik verdiğine sıkça tanık oldum. Çözümü daha zor olan sorunları çözmekteki yaklaşımından da bir çok şey öğrendim. “Sorunun değil çözümün bir parçası olunması” gerektiği yolundaki sözleri sıkça söylerdi gerçekten de. Ama burada en çok o sorunu yaratanlara yönelik olarak bunu söylerdi.
İdari hiyerarşiyi “işine yaradığı” sürece kullanırdı. Ama eğer yaramayacaksa, dahası bir sorun yaratacak ya da soruna katkıda bulunacaksa, eğer yapabiliyorsa “kulak asmaz ve bir yanından dolaşırdı”.
Onun avantajlarından birisi başına taktığı çok sayıda şapkasıydı:
Yerine göre “öğretim üyesi, akademisyen, hastane başhekimi, dernek başkanı, sivil yurttaş, aydın, hekim, yazar, öğretmen, bilge, kadın, anne” kimliğini öne çıkarırdı.
Yerine göre hangisi en gerekli ya da uygunsa o şapkaları başına takarak bu hiyerarşinin olumsuz etkilerini en aza indirirdi.
Kendinin doğrudan müdahale edemediği idari hiyerarşik kademelere sorunu gösterir ve onların bu sorunu “kendi sorunları olarak hissetmesini” sağlar ve ondan sonra da, yönlendiricilik konumu kendisinde olmak kaydıyla onlarla işbirliği yapar ve sorunu çözümlerdi.
Öğrenmek ve öğrendiğini paylaşmak”
Bilim insanları uğraş verdikleri alanlarda yeni şeyleri “öğrenmek”, öğrendiklerini “sorgulamak, tartışmak ve geliştirmek”, öğrendiklerini ve geliştirdiklerini “paylaşmak” zorundadırlar. Bunlar onların “olmazsa olmaz” nitelikleridir. Çok öne çıkarmamakla birlikte onun bu “bilimsel tutumu” onun en önemli yanlarından birisiydi.
Yalnız öğrendiği, geliştirdiği ve öğrettiği konuların yaşamın içinde bir şeylere değmesi, bir karşılığının olması, yaşamda bir şeyleri değiştirebilme potansiyeline sahip olması yani “toplumsal ve sosyal” yanlarının olması onun en önde gelen “tercih”leri arasındaydı. Başka bir deyişle “yalnız bilimsel olduğu için” her konu ya da her sorunu kendisine ait görmez, her sorun için çaba sarf etmezdi. Bilimsel ve mesleki yaşamında uğraştığı alanlar; “cüzzam”, “Behçet Hastalığı”, “şark çıbanı”, “sifiliz”, “HIV/ AIDS”di ve tümü de yaşamda birer “sorun” alanlarıydı.
Üzerine eğilmeyi ve çalışmayı yeğlediği alanda da hemen hemen eksik bir şey bırakmazdı. Bu noktada “ayrıntıya” gösterdiği özen, bir yandan öğrenecek ve öğretecek şeyleri büyütürken bir yandan da yaptığı işe sahicilik, inanırlık katar ve sonuca ulaşmak için çıkacak engelleri de öngörüp, aşmayı sağlardı.
Yeni öğrendiğini gündem etmeyi, yakınında olan herkesle üzerinde konuşup tartışmayı, dolayısıyla kristalleştirip başkalarına aktarılacak hale getirmeyi de ondan öğrendim.
Öğrendiklerini meslektaşları dışındaki kişilerle, olabiliyorsa herkesle paylaşmayı severdi. En çok da yaptığı bu bilgilerden yararlanacak kişilerle paylaşmaktı. Hele hele onlar arasında, kendisiyle birlikte çalışacak kişiler varsa, kim olursa olsun, onlara mutlaka muhatap alır ve onların kendi bildiklerini öğrenmesi için özel çaba harcardı.
Örneğin cüzzamla ilgili konularda şu kesimleri özellikle muhatap aldığını unutmuyorum:
Her düzeyde idari yöneticiler, imamlar, polisler, askerler dahil toplumda vatandaşla yüz yüze gelen ve yakın temasta olabilecek kişiler, medya mensupları ve hastalara bir şekilde yardımcı olabilecek insanlar.
Toplumun katkı ve desteğinin gerekli olduğu başka konularda da bu tutumu benimserdi.
Bildiğini anlatacağı ve paylaşacağı kişiler “herkes” olduğundan her zaman “basit düşünüp basit anlatmayı” yeğlerdi. Daha önce uzun cümlelerle anlattığım pek çok konuda sonradan daha kısa, küçük ve basit cümlelerle konuşmayı ve yazmayı bir ölçüde de olsa başarabilmeyi de ondan öğrendiğimi söyleyebilirim.
O her zaman ve herkese yönelik olarak “eğitim düzeyi en düşük noktada olan halkla” konuştuğu gibi konuşur, bunun sağladığı doğallık, kendini eşitleme, empati duyma, anlaşma, uzlaşma ve birlikte yapma açısından büyük bir olanak sağlardı.
Bunların bir “öğrenci ve öğretici” için belki de en önemli özellikler arasında olduğunu düşünüyorum.
“Zorunlulukları gönüllü olarak üstlenmek”
Hastalık sürecinde yaptıklarına bakarak daha somut biçimde anlatabileceğim bir yanı da üstlendiği durumunda olduğu işleri, uygulamaları “gönüllü” olarak yapması ve “gönüllülerle çalışmayı” benimsemesiydi.
Kendisi de yaşamı boyunca yaptığı bir çok işe “gönüllü” olarak girmişti. Kimse ondan bu işleri yapmasını istememişti ya da bunları yapmaya zorlamamıştı. Dolayısıyla “Gönüllü olmak” onun için birlikte çalışacağı insanlarda aradığı özellikler arasında en önemlilerinden birisiydi.
İstanbul Cüzzam Dispanseri’nde hekim olarak çalışmak üzere başvurduğumda en çok ve en önce bunu konuştuğumuzu anımsıyorum. Sonrasında sürdürdüğümüz bir çok konudaki çalışmalarda da bunun üzerinde çok durduğunu yakından biliyorum.
“Gönüllü” olmak gerçekten de her şeyden önce “yapılabilirliği ve yapmayı” kolaylaştırıyor. Dahası işbirliğini kolaylaştırıyor, sorunları azaltıyor, çözümleri çoğaltıyor, hiyerarşiyi ortadan kaldırıyor, yaratıcılığı gündeme getiriyor, inisiyatif almayı ve sorumluluk üstlenmeyi sağlıyor.
“Gönüllü”ler daha bir sıkı sarılıyorlar işe. Engelleri aşma konusunda daha istekli ve başarılı oluyorlar. Daha sıkı, daha yoğun ve daha çok çalışmaya yol açıyor. “Gönüllü” çalışanlar için başarmak ve hedeflenen sonuca ulaşmak daha büyük “motivasyon” sağlıyor.
O yaptığı işlerin hemen her birisi için bazı gönüllüler bulmayı başarabilen bir insandı. İlişkide olduğu kişinin ne yapabileceğinden daha çok, neye gönüllü olabileceğini irdeler, anlamaya çalışırdı.
Çevresinin sürekli olarak genişlemesinin, çevresindekilerin çoğalmasının en başta gelen nedenlerinden birisi de buydu.
Birlikte yapmak
“Tek başına” yapmak her zaman daha kolaydır. Yapabileceğin işleri yeğlersin, sahip olduğun olanaklardan yararlanır, koşullarını hazırlar ve yaparsın. Bunun tersine “birileriyle bir şey yapmak” her zaman daha zordur. En başta onlarla nelerin, nasıl yapılacağına birlikte karar vermek gerekir. Herkesin kafası aynı şekilde çalışmaz. Herkes düşünsel gelişimi bakımından aynı noktada değildir.
Onun yöntemi aslında yukarıda söylediklerimden kolayca anlayacağınız gibi, tarif ettiği işi gönüllü olarak üstlenenlerin, buluşmasını sağlamak ve yapmalarını kolaylaştırmaktı. Bunun adına bir anlamda “örgütçü”lük deniyor. Onun kafasında ve gündeminde “değişmez ve kendisi için kurumlaşan” örgütlenme ve oluşumlar yoktu. O bugün daha yaygın benimsendiği üzere “proje temelli” düşünür, onu örgütler ve onun için çalışacakları buluşturur ve o hedefe ulaşana kadar onlarla birlikte çalışırdır.
Cüzzam Kontrolü böyleydi. Bir sonu vardı ve o sona yönelik çalıştı. Ben doğrudan içinde yer almadım ama onun kafasındaki “çağdaş yaşam”ın da böyle bir proje olduğunu düşünüyorum.
Bu bağlamda alışılageldiği üzere örgütlenme düşüncesi “hedef, sonuç ve yapılacak iş” temelinde bir örgütlenmeydi. Kişisel olarak kendisi için bir örgüt düşünmezdi, sonsuza kadar gidecek bir “kurum” olacak örgütü de düşünmezdi. Bu bağlamda pek çok kişi için değişmez hedef ve varlık nedeni olabilen “konumlar ve koltuklar” onun için çok anlamlı ve önemli değildi.
Bunu kendisi yaşadığı gibi, çevresindekilere de hissettirirdi. Onun için “makam koltuğu”nun bir “kahve kürsüsü(oturak)”nden farkı yoktu. Her ikisine de oturmak ancak hedefe ulaşmak açısından bir yarar sağlayacaksa üzerine oturulacak nesnelerdi. Bunun sağladığı rahatlık, başta çevresindekiler olmak üzere başkalarını da rahatlatırdı.
Cüzzamla ilgili çalışmalarımız sırasında her düzeyde ve konumdaki insanla rahat ve içten bir ilişki içinde olabilmesi de bence bu yanına bağlıydı.
Medyadan yararlanmak
Geniş kitleleri ve toplumu ilgilendiren konularda “topluma” doğrudan ulaşmak en öncelikli çalışma konuları arasındaydı. Düşüncelerini, önerilerini, yaptıklarını ve yapacaklarını medya aracılığıyla, yazarak, konuşarak, anlatarak paylaşırdı. Bazen kendisi “medya” olurdu. En çok ve en yakından tanıdığı kesimler arasında “gazeteciler ve medya mensupları” vardı.
Özel bir medya eğitimi aldığını sanmıyorum, ama bu konuda sonradan kuramsal olarak da öğrendiğim “medya planlama” denilen faaliyetin temel unsurları ve bilgilerine sahipti, dahası bu bilgileri yaptığı ve yapacağı işlerde sürekli kullanırdı.
Yeni girdiği bir çalışma alanında ya da iş için gittiği bir yerde, kamu iletişimini sağlayan araç ve organlara ulaşmak, onları o işe katmak için özel bir çaba harcar ve zaman ayırırdı.
Bu yolla sağlanan “yaygın bilinirlik” onun işlerine katılanları çoğalttığı gibi, duygu anlamında bir “toplumsal destek” sağladığı için iyi bir “motivasyon” unsuru da olurdu.
Kuşkusuz onun anlatılacak, öğrenilecek ve benimsenecek çok daha fazla özelliği, niteliği vardı. Tüm bunları “sevgi” ile ve “eğlenerek” yapması da onun yaşamı “güzel yaşaması”nın en önemli yanıydı.
Pek çok kişi onu unutmayacak!…
*İstanbul Üniversitesi Lepra Eğitim ve Araştırma Merkezi Çalışanı