Onun da her çocuk gibi düş kurmak hakkıydı elbet. Çok çalışmalı, basamakları birer birer tırmanmalı, zirveye çıkmalı başarısını taçlandırmalıydı. Neydi amacı bu gencin, tutkusu neydi? İyi bir judoju olmak. Futbol olsa hadi neyse de, nereden çıktı şimdi bu judo denebilir. Şu Uzakdoğu sporu bu kadar mı çok sevilir diye sorulabilir. Onsuz bir hayatı düşünememesine şaşılabilir. Gönül bu neylersiniz. İçini yakıp kavuran judo sevdası tüm yakınlarınca bilinir, lâf aramızda saplantıya dönüşen tutkusu biraz da hafife alınırdı. O ise alaycı bakışlara hiç aldırmaz, işyerinden arta kalan saatlerini judo çalışarak geçirirdi. Ta ki yaşadığı şanssızlığa kadar. Geçirdiği tatsız bir iş kazası sonucu kolunu makineye kaptırmış, parçalanan kısım, bir daha yerine takılamayacağı için tümüyle kesilmişti. Kesilen koluyla birlikte tüm umutları da bir anda sıfırlanmıştı sanki. Uzun tedaviler sonucu birazcık kendini toparlayabilmişti. Tek kolla da olsa yaşama yeniden tutunmak zorundaydı. Başka yolu yoktu. Geçirdiği şanssızlık en çok babasını üzmüştü. Oğlunun çaresiz duruşu, hüzünlü bakışı, onu altüst etmeye yetmişti. Bir umarı olmalıydı bu durumun. En kısa zamanda o çare bulunmalıydı. Bulundu da. Giderek içine kapanmakta olan oğlunu uzun uğraşlar sonrası ikna etmeyi başardı. Şimdi hedef bir an önce judo salonunun yolunu tutmak, onu eskiden beri tanıyan çalıştırıcısından yardım istemekti.
Salona ürkek bakışlar, çekingen adımlarla girdi delikanlı. Ancak hocasının gülümseyen gözleriyle tekrar yüzleştiğinde biraz rahatlayıp sakinleşebilmişti. Deneyimli çalıştırıcı yaşadığı şanssızlığı biliyordu zaten. Yine de baba, oğlunun yaşamındaki son gelişmeleri birkaç cümlede özetlemiş, sabırsızlıkla hocanın vereceği yanıtı beklemeye koyulmuştu. Bir çocuğa, bir babaya bakan çalıştırıcı, sevecen bir tavırla elini eski sporcusunun omzuna koymuş; “Bak evlât, seni yine çalıştırırım. Hem de seve seve çalıştırırım. Ama bir şartım var. Ben ne dersem onu defalarca bıkmadan, usanmadan tekrarlayacaksın. Sıkıldığını hissettiğim an ben yokum. Bilmiş ol!” İşittiği bu olumlu sözler iyiden iyiye rahatlatmıştı delikanlıyı. Bir an babasıyla göz göze geldi. Onun da mutluluğu her halinden belliydi. Oğlu kaldığı yerden olmasa bile yeniden çok sevdiği judosuna kavuşuyordu. Hiç düşünmeden verdi yanıtını. “Tamam hocam, ne istersen yaparım. Yeter ki başarılı olayım.”
Ertesi gün çalışmalara başlandı. Çalıştırıcının gözlerinin içine bakıyor, ağzından çıkanları can kulağıyla dinliyor, bir dediğini iki etmiyordu. Bir, iki üç hafta derken aylar ayları kovaladı, yıllar yıllara eklendi. Genç sporcumuz, önce aynı salonda çalışan yaşıtlarını birer birer yenmeye başladı. Derken kendine olan güveni tazelendi. Derken hocası, il şampiyonasına katılma zamanının geldiğini müjdeledi. Ona da sıkı bir şekilde hazırlandılar. Rakiplerini birer birer devirerek sonunda birincilik madalyasını boynuna gururla taktı.
Başarılar karşısında hem genç sporcumuz, hem yakınları, hem de fedakâr çalıştırıcı alabildiğine mutluydu. Çok çalışmanın karşılığını fazlasıyla almışlardı. Ama gencin bir sıkıntısı vardı sanki. Bu durum Çalıştırıcının da dikkatini çekmişti. Bir gün çalışma bitiminde dayanamadı, öğrencisine sordu, “Senin bir derdin var evlât. Oysa çok başarılısın. Bak il birincisi de olsun. Daha birçok başarı seni bekliyor. Söyle bakalım şu içini kemiren şeyi de bilelim.” Olayı geçiştirmeye niyetlendi önce delikanlı. Ama rahatlaması için söylemesinin gerekliliğine de kendisini hazırlamıştı. Kısa süreli bir ikilemin ardından sözcükler peş peşe dökülüverdi. “Hocam, size ne kadar teşekkür etsem azdır. Salona ilk geldiğim gün hurdadan farksızdım. Yaşama sevincimi yitirmiştim. Vücudum pelte gibiydi. Böylesine bir enkazdan il birincisi sporcu yarattınız. Sıkılmayacağıma dair size sözüm vardı. Bugüne kadar da o sözümü tuttum. Ama defalarca istememe rağmen bana ikinci bir oyun öğretmediniz.. Bu tek oyunu tekrarlamaktan sıkılmaya başladım. Beni bırakırsınız korkusuyla, bugüne kadar size bir türlü açılamadım.” Korktuğu gibi olmamıştı genç şampiyonun. Bu samimi itiraf karşısında çalıştırıcısının sıcacık gülümseyişi içine işlemişti adeta. Rahatlatmıştı. Haklısın evlât” dedi adam. “Başka biri olsa, senin kadar da dayanamazdı bu çalışma temposuna. Çoktan bırakırdı. Söz veriyorum. Bölge şampiyonasından sonra sana yeni oyunlar öğreteceğim.” Yumuşacık ve sevgi yüklü bir ses tonuyla çocuğun tüm benliği kuşatılmış, kuşkuları hızla dağılmıştı. Yüreği, tatlı bir seher yeliyle serinleyivermişti. Onca huzura rağmen yine de uyuyamadı o gece. Sabaha kadar yatakta dönenip durdu. Daha sıkı sarıldı çalışmalara. Haftalar, aylar geçti aradan. Bölge şampiyonası gelip çattı. Heyecan doruktaydı. Bizim delikanlı, önüne geleni kolaylıkla deviriyordu. Bir iki beş derken finali de aldı. Hem de hiç zorlanmadan. Madalyası boynuna takılırken, salondaki korkunç alkış karşısında sevinç göz yaşlarını tutamadı. Kürsüden iner inmez coşkuyla çalıştırıcısına koştu. Bir yandan kucaklaşırken, bir yandan da heyecanla soruyordu. “Hocam, niçin ikinci bir oyun öğretmedin bana, neden bugüne kadar tek oyunda kaldım?” Adamcağız şöyle bir düşündü, gözleri uzaklara dalıp gitti. Kaza sonrası salona babasının desteğiyle gelen, yaşam sevincini tümüyle yitirmiş ürkek bakışları anımsadı. Gözleri doldu. Sonra öğrencisine dönerek, yıllardır içinde sakladığı sırrı ona da aktarmakta bir sakınca görmedi. “Bak evlât.” Dedi. “Öğrendiğin tek oyun bile senin şampiyon olmana yeterliydi. Yetti de. Çünkü yaptığın oyuna, rakiplerinin karşılık vermesi için, senin sol koluna ihtiyaçları vardı. O da sen de yoktu. Anladın mı şimdi, şampiyonluğunu olan değil olmayan koluna borçlu olduğunu. Şunu da hiç aklından çıkarma! Hayatta ne işle uğraşırsan uğraş, başarılı olmak için çok çalışmalı, o işin en iyisi olmalısın. Başarısızlığı da kesinlikle başkalarında arama sakın. İkinci oyuna gelince, itiraf etmeliyim ki öyle bir oyun yoktu aslında, olamazdı da. Eğer sana ikinci oyunu öğretme sözü vermeseydim, sporu çoktan bırakmıştın. Haydi göreyim seni. Şunun şurasında ne kaldı ki! Bizi çok daha zorlu rakipler bekliyor. Ülke şampiyonasına ancak hazırlanırız” Bu sözler karşısında tekrar çalıştırıcısına minnetle ama tek koluyla sarılan çocuk, hızlıca vurulan kapı sesine bir anlam veremedi önce, şaşırdı. Şu kapı sesi de neyin nesiydi. Sabır sembolü o fedakâr insana tekrar sarılmayı denedi, başaramadı. Kolunu uzattıkça o biraz daha geri geri uzaklaşıyor, sisler içinde kayboluyordu sanki. Tekrar vurulan kapıya eşlik eden annesinin sesiyle kendine gelir gibi oldu. “Hadi benim aslan oğlum, kahvaltı hazır. Biraz daha oyalanırsan işe geç kalacaksın.” O anda, yaşadığı tatsız kaza ve ardından yaşadığı sıkıntılı günler bir film şeridi gibi beliriverdi. Hala dün gibiydi sanki.
#
Yataktan fırlarcasına kalktı delikanlı. Gördüğü rüyanın etkisiyle gözlerini ovuştururken, sol kolu ve madalyası geldi aklına. Telaşla sağ eli sol koluna gitti. Evet, yerinde yoktu kolu. Ya madalya? “Daha çok çalışırsam belki” dedi içinden. Yüreği kabardı.
Rüyanın etkisinden bir an önce kurtulmalı, terden sırılsıklam olan vücudunu soğuk suyla serinletmeliydi. Koşar adımlarla banyonun yolunu tutarken mutluydu. Onun da işyerinde arkadaşlarına anlatacağı hüzünlü bir öyküsü vardı artık. Hem hüzünlü, hem de çok anlamlı bir başarı öyküsü…
(1) Yıllar önce duyduğumda çok etkilendiğim, o günden beri öyküleştirmek istediğim bir anlatıdan esinlenerek…
* Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi