O şirin evi ve o güzel kadını hiç unutmadım.
Şehirli insanların ilgisinin denize yöneldiği altmışlı yıllarda, Cumartesi ve Pazar günleri, neredeyse gün doğarken şarkılarını, türkülerini çığlık çığlığa haykırarak, geçip giderlerdi. Kornalar, darbukalar çalarak … Kamyonet kasalarında, salkım saçak ve bizlere nispet yaparcasına keyifli… Arkalarında bir ses ve toz bulutu bırakarak geçerlerdi.
Ne kadar özendiğimizi, hiç bilmediler… Uzaktan gürültülerini duyar duymaz, sanki bu defa bizi de alacaklarmış gibi bahçeye fırlar, gözden kaybolana kadar bakakalırdık arkalarından. Yeni geçeceklerin şenlikli seslerini bekleyen kulaklarımız dışarıda kalsa da kamyonetlerin kasasına asılmaya çalışan gözlerimizi, içeri götürmek zorundaydık çaresiz.
Bizimkilerin “deniz boyu”na, onlar “plaj” diyorlardı. Söylemesi bile çok hoş gelirdi…Pilajjj, pilaj. Onların gittiği günlerde gidemediğimiz plaj’larda kim bilir ne eğleniyorlardı. Tarlaya gidip gelirken uzaktan görürdük; suya giren, kumlarda yuvarlanan, denizde şamriyel’e binenleri. Naylon ve tubles lastik henüz icat edilmediği için, otomobil ve tercihen kamyonların iç lastikleri, en gözde deniz yatağıydı o zamanlar. At arabamızın tekerlekleri lastik olsaydı bari! Kasabamızın eşraf ve memur ailelerinin çocukları, onlara katılabilen şanslılardı. Benim babam neden memur olmadı ki ? Keşke olsaydı… Gün doğarken kalkıp, atlarla, ineklerle uğraşmak, tütün fidelerini sulamak ve toplamak gibi görevlerim olmaz, ben de “pilaj’a” gidebilirdim. Onlar gibi .
Ölesiye merak ediyorduk, uzaktan gözlediğimiz o hayatı. Bir Pazar sabahı gün doğarken, akşamdan kavilleştiğimiz üç kafadar, her şeyi göze alıp firar ettik. Biz de “pilaj” larda eğlenecek, onlar gibi olacaktık. Onlar gibi, hatta fırsat bulmuşken onlardan daha çok kumlarda yuvarlanıp, denize girmeliydik. İşiteceğimiz azara, hatta yenilecek dayağa değmeliydi bu “ağır” firar.
Biraz tedirgin ve onların uzağında, defalarca girip çıktık denize. Kızgın kumlarda yuvarlandık, ayaklarımız yanınca suya attık kendimizi kim bilir kaç defa. Böyle olmalıydı ya da biz öyle sanıyorduk.
Gerçi tarlada, güneş altında çalışmaya alışkındık ama, bu gün güneş bir acayip yakıyordu nedense. Güneşin tam tepemizde olduğunu fark ettiğimizde, üzerimizde biriken tuzlarla harelenmiş olan derimiz gerilmiş ve dudaklarımız kuruyup çatlamaya başlamıştı. Çevrede çeşme, kuyu gibi bir kaynak yoktu ve herkesin suyu kendine kadardı. Çadırların, uyduruk tentelerin gölgesine sığınmış ailelerden su istemeye utandığımız için, çareyi tekrar denize girmekte buluyorduk. Zalim Güneş’ten kurtuluş ümidi kalmayınca, üç kafadar eve dönmeye karar verdik.
İzmir ve Manisa’nın zengin aileleri, körfeze hakim yamaçta, bizimkilere benzemeyen güzel yazlık evler yaptırmışlardı. İnşaatlar yapılırken dikilen çam fidanları, evler bittiğinde delikanlı olmuşlardı. Her birinin önünde değişik model Amerikan arabaları, küstah ve ulaşılmaz kibirleriyle bize yüz vermezlerdi ama, yine de “Şavrule”leri, “Buyik” leri karşılıksız severdik. At arabasıyla tarlaya gidip gelirken, gözlerimizle okşardık; ellerimizle dokunamadığımız için .
Diğerlerinden sonra yapılan, etrafı davetkâr alçak duvarla çevrili ama plaja ve yola en yakın o evin bahçe kapısı önündeki bodur ağacın gölgesi, üçümüze de cazip gelmiş olacak ki hemen sığındık. Açlıktan guruldayan midemize ve kavruk dudaklarımızın acısına, yaşıtımız ağacın gölgesinde biraz soluklanmak iyi gelmişti.
Geniş sundurmadaki kalabalık aile, öğle yemeğine hazırlanıyor veya yeni başlamış olmalıydılar. Kovulma korkusuyla, uzaktan ancak göz ucuyla bakabildiğim resim böyle bir şeydi. Toprağa çömelip, sırtımızı duvarın serin taşlarına dayamış, hiç konuşmuyorduk. Kalan dört kilometre yolu nasıl gidebileceğimizi, hatırlamak istemiyorduk çünkü .
Yaklaşan terlik seslerini üçümüz aynı anda duymuş olmalıyız ki, bir anda fırlayıp kaçmak için ayağa kalktığımızda, hafif kırlaşmış saçları ve çiçekli yaz elbiseli o güzel kadın bahçe kapısına ulaşmıştı. “Zaten gidecektik… “ savunmasıyla kaçmaya hazırlanırken, “Çocuklaar, bekleyin biraz!” cümlesi, sanki göklerden geliyordu. Elindeki tepsiyi, o zaman gördüm. Beyaz kağıda sarılmış birer paket uzattı her birimize. Biraz utanmıştım ama midem, beynimin cılız itiraz mırıltılarına sert bir guruldamayla cevap verince, başımı eğip paketi aldım. Telaş ve şaşkınlıkla, kasabanın yolunu tuttuk. Biraz uzaklaşınca, önce yarım ekmeğin içine, sonra birbirimize baktık. Sakın domuz eti olmasın ? Güzel kokuyor be ! Domuz- momuz neyse, ne…Kimin umurunda? Doyduk ya sen ona bak! Hem kim bilecek ? Yumuşacık, beyaz “çarşı ekmeği” nin içindeki yuvarlak kırmızı şeylerin sosis olduğunu, yıllar sonra öğrenecektim.
Bu yaz Bodrum’da, büyük bir otelin havuzlu bahçesinde düğün töreni hazırlıkları sürerken, bizim gibi erken gelmiş, orta yaşlarda bir çift ile “kız tarafı mı, erkek tarafı mısınız ? “ la başlayan sohbetimiz gittikçe keyifleniyor. Balık ve balık tutma maceralarına atlıyor sohbetimiz. Deniz tutkunu adam, balık tutma merakını geçmişe taşıyor ve yıllar önce bizim kasabanın körfezinde ne büyük balıklar avladığını anlatmaya başlayınca,
– Aaa ! Ben o kasabada doğdum…
– Öyle mi, ne güzel ? O zaman Plaj Evlerini bilirsiniz.
– Bilmez miyim…
– Plaja en yakın, uçtaki ev var ya ?
– Evet ! Tek katlı taş örme, bahçesi alçak duvarlı güzel ev …
– O işte…Dedem, kırk beş yıl önce, ben doğduğumda yaptırmış.
– İnanılmaz bir şey! O evi hiç unutmadım.
– Neden?
– Bakın Size çok hoş bir şey anlatacağım. Siz o zamanlar bebek olmalısınız… Diye başlayıp, yaşadıklarımı yavaş yavaş anlatıyorum. Yüzünün gölgelenmesine önce bir anlam veremiyorum. Rastlantının hoşluğu, hüzünlü bir gülümsemeye dönüşürken, usulca:
– O güzel kadın babaannemdi…
– Çok görmek ve teşekkür etmek isterim o güzel insana.
– ….! – Burada değil mi? – Maalesef ! Geçen yıl kaybettik…