İlk kez ne zaman takıldı gözlerim o pencereye, ne zaman buluştu bakışlarımız anımsamıyorum. Ne var ki bu bendeki gerçeği değiştirmiyor. O gözleri, gözlerin sahibi o teyzeyi unutmak bir yana her geçen gün daha çok arıyor, daha çok özlüyorum.
#
Bilirsiniz, köy azmanı kentler, hele de günümüzde mantar gibi bitiveren apartkondu siteler, insanı bir lokmada yutuvermeye pek iştahlıdır. Binlerce insan kısa bir zaman aralığında, görünmeyen eller tarafından buralara ışınlanır adeta damperli kamyonlardan malzeme yığını misali boşaltılıverir. “Yeni çevreme alışmalı, konu komşuyla tanışmalıyım” telaşıyla didinip duran bu insan(cık)lar, bir anda kendilerini yüksek yüksek apartmanlarda buluverir. Geçmişleri sıfırlanmış, gelecekleri puslanmıştır. Uzunca süre geçer aradan, “Sağımda solumda kim oturur, ne iş yapar, ne derdi vardır” sorularını yanıtlamaya zamanımız olmaz. Komşumuzun çocuğu olmuştur, bir başkasının kızı evlenmiştir, annesi, babası ya da bir yakını ölmüştür, haberimiz olmaz. Külüne muhtaç olduğumuz komşuluk bir yana, selamlar, günaydınlar, iyi günler dileklerimiz bile karşılığını bulmaz, yerlerde sürünür, elinden tutup kaldıran olmaz.
#
İşte böylesine karmaşık duygular yaşadığımız günlerde tanımış olmalıyız o yaşlı komşumuzu. Ne zaman bizi görse yüzüne hüzünlü bir gülümseme yerleşir, eli sert rüzgarda tutunmaya çalışan sararmış bir yaprak misali hafiften sallanırdı. Çok kısa, belki de göz açıp kapayıncaya kadar geçen bu süreye neler sığdırmazdık aslında. Hayal gücü destekli ne öyküler yazardık onun hakkında. Kocasını kaybettiği açıktır. Bir süreliğine oğlunun ya da kızının yanında kalmış olmalıdır. O dönemde her iki taraf da sıkıntılıdır. Açmazlarla başı derttedir. Belki de torunlarının ona, onun da sıcak bir yuvaya, ilgiye gereksinimi vardır. Aradan yıllar geçer, torunlar büyür, başlarının çaresine bakacak çağa gelir. Her biri ayrı bir oda ister. Evlerin hali malum. Üç bilemedin dört oda bir saloncuktur(!). Büyük anneye, çaresiz yol görünür. Küçük bir ev tutulur. Dayanır, döşenir, yeni bir cennet(!) yaratılır. İnsan sıcağına, insan nefesine hasret, sağır, kör, dilsiz duvarlarla dertleşilen bir cennet. Ara sıra ziyaretler yapılır, evin tüm ihtiyaçları fazlasıyla karşılanır, vicdanlar aklanır! Başkaca da ne yapılabilir ki biricik anneye, sevgili büyük anneye. Ele güne muhtaç edilmemiştir, aç değil açık da değildir, karnı tok, giysileri desen hepsi iyi markalardan seçilmiştir. Ellerinden ancak bu kadarı gelmektedir.
#
Bıraksam, öykü alıp başını kim bilir nerelere gidecek. İyisi mi tadında keselim. Yaşlı çınarımızla selamlaşma ritüelimiz aylarca sürdü. Sonbahar geçti, kış geçti, bahar geldi geçiyor derken uzunca bir tatil için Ankara’dan ayrıldık. Kavurucu, uzunca sürmüş bir yazın ardından sonbahar ortalarında sevgili Ankara’mıza tekrar döndük. Ama bir eksiklik vardı bu şehirde, bir burukluk, hüzün vardı. Sonbaharın getirdiği bir hüzün değildi bu. Teyzemizin perdesi kapalıydı. Bir gün, iki gün üç gün… Yok, açılmıyordu bir türlü. Biz ise onun yıllara meydan okuyan yüzünü, yaşanmışlık izi kırışıklarını, yuvalarında inzivaya çekilmiş yorgun gözlerini, yaprak titreyişi elini boşuna bekleyip durmuştuk. Korkarım, o perde, bir daha hiç açılmayacaktı.
Komşulardan duyduğumuz kadarıyla teyzemizin sağlığı biraz bozulmuş -sanırım kalça kemiği kırılmış, daha iyi bakılır düşüncesiyle yaşlılar yurduna yerleştirilmiş. Kış ortalarında da ölüm haberi bir bıçak gibi gelip yüreğimize saplanıvermişti.
Adını bile bilmiyorduk o yaşanmışlık anıtının, gerçek öyküsünü de öğrenememiştik. Nereliydi, neler yaşamıştı, neler görmüştü, huzuru, mutluluğu yakalayabilmiş miydi? Kaç çocuğu vardı, torunlar büyüyünce evladı ya da evlatları, ona, biraz da vefa sınırlarını zorlayarak, “harç bitti, yapı paydos” mu demişlerdi? Ucu açık sorular, bundan böyle yanıtsız kalmaya mahkumdu. Sırlar, toprak altındaydı artık, mutlak sessizliğe bürünmüştü. Gerçi, ne soruların bir anlamı kalmıştı bizim için ne de yanıtların. Her gördüğümüzde içimizi ısıtan bakışıyla, küçük bir el sallayışıyla, farkında olmadan, yıllar öncesi yitirdiklerimizin yerini dolduran değerli bir varlığı yitirmiştik. Yanıtları bilsek ne olurdu bundan böyle, bilmesek ne olur?
Kim bilir, belki de yolunu dört gözle beklediği huzuru bulmuştu sonunda. O huzura ermişti belki ama bizim dünyamızda bıraktığı boşluğu biraz olsun kestirebilmiş miydi acaba? Onu asla unutamayacağımızı bilse neler düşünür, neler hissederdi! Kapanan yalnızca onun oturduğu salonun perdesi değildi aslında. Perdeyle birlikte, ömür denen yaşanmışlık gerçeği de noktalanmıştı bir anlamda. Kapanan perdelerin sessiz çığlığı, kapımızı bir gün çalması kaçınılmaz yalnızlığın karanlık, acımasız yüzü, insanı iliklerine kadar ürküten ayak sesleriydi belki de. Biliyorum, can yakıcı, iç acıtıcı bir kamçı gibiydi bu ürküntü, beynimizin içinde şaklayıp duracaktı. Yaşamımız boyunca peşimizi bırakmayacak, yüzler, gözler, anılar, sevgiler, nefretler, unutulmaz sandığımız her şey giderek bizden uzaklaşacak, kapanan perdeler ise bir daha hiç ama hiç açılmayacaktı.
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)