Yine Kütahya’dayız. Çocukluğumun, ilk gençlik yıllarımın geçtiği meşhur çıkmaz sokaklarla bezenmiş kentteyiz. Nasıl oldu anlamadım. Ayaklarım belki de anılarla yüklü yüreğim beni oralara sürükledi. Madem ki yolumuz buralara düştü, gelin, yıllar yıllar öncesinin kendi halinde yaşayıp giden çıkmaz sokaklarından birine konuk olalım.
Sekiz on evden oluşan eğri büğrü sokağımız adını, yanlış anımsamıyorsam, yılda birkaç hafta buğday dövülen, diğer zamanlarda da biz çocukların oyunlarına figüranlık yapan dibek taşından almıştı. Dibek Çıkmazı’nın sağ yanında, ayakta durabilmek için birbirine dayanan iki katlı ahşap evler sıralanır, solunda ise meyve ağaçlarıyla çevrelenmiş sebze bahçeleri yer alırdı. Fizik yapısından dolayı araç trafiğine de kapalı olduğu için, annelerin tedirginlik duymadığı, çocuklarını göz ve sesle takip etmek zorunda kalmadığı, ince uzun bir çocuk parkıydı adeta. Kızlı erkekli neler oynamazdık ki… Saklambaç, dokuz kiremit, tıp, bilye, istop, özellikle de futbol. Bu şirin oyun alanımızın tek sevimsiz yanı, bahçelerin kenarındaki ısırgan otlarından oluşan ormandı. Haklısınız, ısırgan otundan orman olmaz tabii. Ama ilkbahar yağmurlarının yanı sıra, yer yer üstü kapalı sulama kanalından beslenen otlar öylesine azmanlaşırdı ki, biz boydaki bücürler için orman kesilirdi başımıza. İşte, boyumuzu aşan otların arasına yada sulama kanalına sık sık topumuzun kaçması en büyük kabusumuzda. O şipşirin yuvarlaklar geri dönülmez yolculuğa çıkacak diye aklımız çıkardı. Bulma olanağımız olmadığı için da geriye, yeni bir top edinmenin yollarını aramak kalırdı bizlere. Tabii, yaz geçip de otlar kurudu mu, birkaç ay ayrı kaldığımız toplarımızın peşine düşerdik. Bazılarıyla tekrar yüzleşmek, doğrusu eski bir dostla karşılaşmışçasına bizlere tarifsiz sevinçler yaşatırdı.
Güz mevsiminin gelişiyle birlikte kayıp toplarımıza kavuşmanın yanı sıra biz çocukları tatlı bir heyecan daha beklerdi. Patates toplayıcılığı. Sanırım her yıl olmazdı bu olay. Söküm zamanı bahçelere –yoksa tarlalara mı demeliyim– doluşan, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu toplayıcıların işlerinin sona erdiğini, sokağımızı dolduruveren çocuk seslerinden anlardık: “Haydi patatese.” Sıra bize gelmişti işte. Patates toplayıcılarından arta kalanları bulup çıkarmak en büyük eğlencemizdi. Günlerdir beklediğimiz halde yine de bu haber bizleri fazlasıyla coşturmaya yeterdi. Oynadığımız oyunları yarıda keser, yürümeyle koşma arası adımlarla evlerimizin yolunu tutardık. Elimize ne geçtiyse; keser, çapa, sepet, kova, teneke, tencere, torbayla sokağa fırlar, soluğu patates tarlasında alırdık. İşçilerin boşalttığı alanı bir anda cıvıl cıvıl çocuk seslerimiz kaplardı. Amansız bir yarış havasında, altın arayıcıları ciddiyetiyle, toprak altında bizleri bekleyen son sarı yumruların peşine düşerdik. Amaç çok toplamanın da ötesinde, en büyüklerini bulabilmekti. Bazen küçük gruplar kurar, işi takım oyununa dökerdik. Nasıl geçtiğini anlayamadığım bu renkli eğlencenin ardından eve götürdüğüm ganimeti büyük bir gururla annemin eline tutuştururken, “aferin benim oğluma, adam olmuş da, eve yemeklik getirmeye başlamış” türünden övgüleriyle kanatlanıp, al çaktan uçuşa geçtiğimi hissederdim. Her ne kadar patates yemeğini pek sevmesem de –sanırım annem de pek sevmezdi– isterdim ki, tükeninceye kadar her öğün topladığım patatesler yensin. Eee, dile kolay. Onları ben topladım, hem de ne emeklerle!
Çocukluğumdaki şu patates toplama işi nereden mi aklıma geldi? İnanmayacaksınız ama Afrika yerlilerinden. Geçenlerde, televizyon kanalları arasında zaplaya zıplaya koştururken bir belgesele takılıverdim. Kendilerini gönüllü kültür misyoneri olarak görevlendirmiş(!) Ak Tanrılar’la(*) birlikte, Afrikanın balta girmemiş(!) ormanlarında, gizemli ve ürkütücü hayvan sesi efektleri eşliğinde ilerliyoruz. Derken kendi halinde yaşayıp giden bir yerli kabilesiyle karşılaşıyoruz. Mizansen önceden hazırlanmış olmalı. Pek şaşırmış görünmüyorlar. Yetişkinleri minimumda giyinmiş, çocukları ise tümden üryan, doğayla tam bir uyum içindeler. Ayrımsız, kabiledeki herkes gülümsüyor. Ekibimizi, dolayısıyla televizyonları başındaki biz seyircileri dostça karşılıyorlar. Yerli tercüman aracılığıyla hal hatır soruşun ardından, tüm kabilede bir telaş başlıyor. Erkekler ve çocuklar çalı çırpı toplarken, kadınlar da patates yumrularıyla dolu sepetleriyle çıkageliyor. İnanın, bir tanesiyle bir kişi rahat doyar. Bu kadar irilerini doğrusu hiç görmemiştim. Derken ateş yakılıyor, patatesler bir güzel köz haline dönüşen ateşe gömülüyor. Tüm bakışlar köze odaklanmış. Bir zaman sonra patateslerin pişmiş olabileceğini kestiren erkeklerden birisi elindeki dal parçası yardımıyla, patatesleri kızgın küllerin içinden çekiştirerek çıkarırken, bir diğeri de öncelikle konuklardan başlayarak herkese birer tane dağıtıyor. Buraya kadar anlatılanlar sizlere pek ilginç gelmemiş olabilir. Dünyanın her türlü nimetinden bolca yararlanmış, bol yıldızlı otellerde en güzel yiyeceklerle damaklarını ve midelerini buluşturmuş misyonerler ve belgesel ekibimiz, büyük bir saygıyla kendilerine sunulan patatesleri ayıp olmasın diye bir iki geveleyip bırakıyorlar. Haklılar da. Eminim onlar, şu patates denen altın yumrunun bin bir çeşidini yemişlerdir. Hem de ne lezzetlilerini. Patatesli omletler, parmak jipsler, sosisli, peynirli, mantarlı kumpirler, patates köfteleri, püreler, ağızlarına layık daha nice tatlar, nice hoşluklar. Saymakla bitmez. Ya bizleri güler yüzle, dostça karşılayan kabiledekiler için patatesin taşıdığı anlam? İşte o tabloyu çizmek, sözcüklere dökmek çok zor. Nasıl da iştahla, mutlulukla yiyorlar patateslerini. Sevişir gibi, kutsal bir törende kendinden geçer gibi ya da huşu içinde ibadet eder gibi. O an onlara öylesine imreniyorum ki… “Aralarında olabilmek için neler vermezdim” diyorum içimden. Patateslerinin yanında ne tuzları var, ne de kırmızıbiber, karabiber, domates, peynir türünden lüksleri. Ama onlar, sadece patates bulup yiyebildikleri için bile öylesine huzurlu, öylesine mutlular ki… Gözlerinden okuyorum yaşadıkları tüm güzellikleri. Ve o gözlerde, yıllar önce bin bir emekle toplayıp gururla annesine götürdüğü ve her öğün yenmesini istediği patatesleri, patatesli yılların geçtiği “Dibek Çıkmazı” nın bücürünü görür gibi oluyorum…
(*) Yerlilerin, tanrı zannettikleri beyazlara verdiği ad.
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)