“Beslenme, temel eğitim ve sağlık alanlarında insana yapılacak yatırım ertelenemez. Belirli bir yaşta, ortada gereksinim varken bu yatırım ya yapılır ya yapılmaz ve orada biter! Çünkü küçük bir çocuk için ikinci bir fırsat yoktur. 1980’lerde insan varlığına yapılmamış olan yatırımın henüz üstünde durmadığımız trajik boyutu, 21. yüzyılda yetersiz beslenmeden bodur kalmış ve yeterli eğitim alamamış kuşaklar olarak karşımıza çıkacaktır.
(…)
Dünyadaki borç krizinden çocuklar akıllara durgunluk verecek derecede etkilendiler. 1970’lerde kalkınmakta olan ülkelere verilen krediler o ülke toplumlarında zaten durumları iyi olan çevreler tarafından kullanıldı, ama bu kredilerin geri ödeme zamanı gelince bütün yük zayıflar ve yoksulların sırtına bindi. Bu en zayıfların da çocuklar olduğu açıktır.
(…)
Olup bitenin insanı ürperten adaletsizliği bir biçimde dikkatlerimizden kaçıveriyor; ekonomik çözümlemelerin pürüzsüz akışı içinde önümüzden geçip gidiyor ve maliye biliminin kendine özgü diliyle süslenip tanınmayacak hale geliyor.”
Dr. Richard Jolly
UNICEF Genel Direktör Yardımcısı
(Dünya Çocuklarının Durumu 1990 Raporu”ndan)
“Devletin çocuk sorunlarını, özel idarelere, belediyelere, hayır kurumlarına, din, zekât ve sadaka müesseselerine, çeşitli bakanlıkların bir araya getirdiği, yedi başlı ucube gibi oluşturulan, sorumlusu ve yetkilisi belli olmayan kuruluşlara devrettiği ve adeta havale eder gibi, ihale ettiği saptanmıştır. (…) Çocuklar din, zekât, sadaka ve hayır kurumları, kişi, aile ve zümre yardımlarına muhtaç ettirilmemelidir. (…) Çocuğa karşı işlenmiş suçun Anayasal suç olarak değerlendirileceği kabul edilmelidir. Çocuk sorununu devletin hiçbir surette kendinden gayrı hiçbir kuruma, teşekküle, organave hatta bakanlıklara bile devir ve havale edilemeyeceği kabul edilmelidir…”
Turgut İnal, “Devlet Çocuk Konseyi Gerek”
(Cumhuriyet, 5 Şubat 1980)
…
1975 Genel Nüfus Sayımı’na göre, ülkemizde 9-14 yaş arasındaki çocuk sayısı 5.213.006, 15-19 yaş arasındaki çocuk sayısı 4.464.104, 0-19 yaş arasındaki toplam çocuk sayısı 20.530.858’dir. Nüfusumuzun yarısı 20 yaşının altındaki insanlardan oluşmaktadır. Bu anlamda oldukça genç bir toplumuz. Çocuklarımızın yarının Türkiyesinin yurttaşları oldukları düşünülürse, sağlıklı bir kuşak yetiştirmek; sağlıklı bir yarın kurmakla özdeşleşiyor. Ne var ki, 0-1 yaş arası bebek ölümlerinde dünyada ön sıraları alan ülkemizde, bu konuda da bir hayli gerilerdeyiz. IV. 5 Yıllık Plan verilerine göre, nüfusumuzun dörtte birine yakın kesimi protein yetersizliği, dengesiz beslenme ile karşı karşıyadır. “Çocuklar 1 yaşına eriştikleri zaman bunların % 15’i; 5 yaşına eriştiklerinde bunların % 19’u ve iktisaden etkin yaşa geldiklerinde % 20’si ölmüş bulunmaktadır.” (Kaç Çocuk Sağlıklı Gelişiyor? Cumhuriyet Dergi, Uluslararası Çocuk Yılı Özel Sayısı, 2 Temmuz 1979).
Çocuk ölümlerinin % 50’sinin nedeni beslenme bozukluğudur. Ölümün pençesinden kurtarabildiklerimizi yaşatabiliyor muyuz? Biyolojik olarak yaşama şansına erişebilen çocuklarımıza insan olma, yurttaş olma; Anayasamızda anlamını bulan “Tensel ve tinsel varlığını geliştirme hakkı”nı sağlayabiliyor muyuz? Anayasamızın ve yasaların çocuğu ve aileyi koruyucu ve kollayıcı hükümlerine karşın, IV. 5 Yıllık Plan’a göre 0-19 yaş arasındaki çocuklardan 3.700.000’i korunmaya muhtaç durumdadır. 1975’te 0-6 yaş arası korunmaya muhtaç çocuklara bakan bakımevi sayısı 21, barındırdığı çocuk sayısı 3650; 7-18 yaş arası korunmaya muhtaç çocukları barındıran yetiştirme yurdu sayısı 91, barındırdığı çocuk sayısı 14.608’dir. Sırada bekleyen çocuk sayısı ise 9714’tür. Uluslararası Çocuk Yılı’nda (1979) ise bu sayı 60.000’dir.
On binlerce kimsesiz çocuk, dışarının bin bir tehlikesiyle karşı karşıya, sokağın bozup biçimlemesine bırakılmış durumdadır. Buna karşın “6 milyonu aşkın çalışankadının 0-6 yaş grubu arası 9.3 milyon çocuğuna devletin açtığı kreş 2 ve anaokulu 6 tane. Resmi istatistiklere göre, Türkiye’de 132 özel yuva var. Yasa’nın zorlayıcı hükmüne karşın, çalışan kadınlara kreş açan fabrika sayısı üçü beşi geçmezken, açmayanlara uygulanan cezai yaptırım gülünçtür.” (Cumhuriyet Dergi, Agy).
Ankara ili sınırları içinde korunmaya muhtaç çocukları barındıran 7 tane yetiştirme yurdu var. Bu yurtlardan ikisi ilkokul çağı çocuklarını, üçü ortaöğretim çağındaki erkek çocukları, biri de 0-6 yaş arası korunmaya muhtaç çocukları barındırıyor. Bu tek bakım yurdu Sağlık Bakanlığı’na, diğerleri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı.
1957 yılında yürürlüğe giren 6972 Sayılı Yasa, Korunmaya Muhtaç Çocukları şöyle tanımlıyor: Bedensel, ruhsal ve ahlaki gelişmeleri tehlikede olup da anasız ve babasız, anası-babası belli olmayan, anası-babası tarafından terk edilen, anası-babası tarafından terk edilip fuhşa, dilenciliğe, alkollü içkileri veya uyuşturucu maddeleri kullanmaya ya da serseriliğe sürüklenmek tehlikesiyle karşı karşıya bulunan çocuklar…
Bu tanım içerisine giren tüm çocukların bakılıp yetiştirilmeleri, şansları varsa yurtlara girebilmeleri; iş ve meslek edinebilmeleri çok eski bir yasayla düzenleniyor. 1580 Sayılı Belediye Yasası hükümlerince, il özel idareleri ve belediyelerce ortaklaşa kurulan Koruma Birlikleri, yasa hükümlerini yürütmekle görevli. Her ilin sınırları içindeki korunmaya muhtaç çocukların bakılıp yetiştirilmeleri, bir iş ve meslek edinmeleri, o ilin birliğince sağlanıyor.
Ankara Korunmaya Muhtaç Çocukları Koruma Birliği’ne bağlı 6 yetiştirme yurdunu gezdiğinizde, 6972 Sayılı Yasa’nın 39. Maddesinde sözü edilen “6. yaşı sonundan 18. yaşı sonuna kadarki korunmaya muhtaç çocuklar için bir aile ocağı görevi görecek yatılı kuruluşlar” diye nitelendirilen yurtların göründüğü gibi olmadığını görüyorsunuz! “Kendilerine emanet edilen çocukları bu zihniyetle bakmak, yetiştirmek ve günü gelince de onları beden ve ruh bakımından sağlıklı birer yurttaş olarak topluma geri vermek hedefi”ne ulaşabileceklerine kuşkuyla bakıyorsunuz. Uluslararası Çocuk Yılı’nda, 21-22 Nisan 1979’da Balıkesir Merkez Yetiştirme Yurdu Kalkındırma Derneği’nin düzenlediği “Devletimizin Çocuklarımıza Bakış Açısı” adlı seminerden yansıyan ileti bu kuşkumuzu destekliyor. Türkiye’de çocuk ve korunmaya muhtaç çocuklar üzerine yetkin ve oldukça geniş kapsamlı bir katılımla gerçekleştirilen seminerde konuşulanlar kitaplaştırıldı. Dernek Başkanı A. Turgut İnal’ın demesiyle, bu çalışma da “Devletimizin çocuklara bakış açısı” değil, ama bakmayış açısının olduğu bir kez daha görüldü.”
En ince ayrıntılarına dek özenle düzenlenmiş yasalar kağıt üzerinde öngörülenin gerçekleştirilmesi için gerekli ekonomik güçten, gelişkin altyapı kuruluşlarından, alanında uzmanlaşmış ve örgütlenmiş insan gücünden, kamunun ilgisi ve sevgisinden, düzenli devlet desteği ve denetiminden yoksun olunduğu sürece sonuçsuz kalıyordu. Alanın uzmanı Prof. Birsen Gökçe, 1979 Çocuk Yılı ardından yazdığı bir yazısında, “Çocuk yılının kalıcı bir belgesi olabilecek, çocuklara ilişkin çeşitli tasarılardan bir tanesi bile yasa haline getirilemedi. Korunmaya muhtaç çocuklar, yine kendi yazgılarıyla başbaşa bırakılarak, kendi sorunlarıyla birlikte yaşamaya terk edildi.” Diye bu gerçekliği doğrularken, haklı olarak hayıflanıyordu. (Korunmaya Muhtaç Çocuklar Sorunu, Milliyet, 24 Şubat 1981)
“Mali güçlük içinde bulunan Koruma Birlikleri, aynı zamanda, çağdaş yaklaşım, teknik bilgi ve organizasyon yönünden de yetersizlikler içindedir. Bugün artık çocuğun bakımı, yalnızca yedirilip içirilmesi anlamına gelmemektedir. Koruma birliklerinin bugün içinde bulundukları koşullarda, bunun ötesinde konuya yaklaşması ise olanaksız görünmektedir. Koruma birliklerinin etkili bir çalışma yaptıklarını söylemek güçtür. Hatta işlevlerini yitirdiklerini bile söylemek mümkün görülmektedir.” (IV. 5 Yıllık Kalkınma Planı, Sosyal Güvenlik İhtisas Komisyonu Raporu, DPT Yayını, Mart 1977).
Gelirleri, il özel idareleriyle belediyelerin her yıl bütçelerine koyacakları (bir önceki yıl gelirlerinin en az %1’i ölçüsündeki) ödeneklerden, Milli Eğitim, Sağlık Sosyal Yardım Bakanlığı’nın (Birlik ve yurtlardaki çalışan giderleri dışında olmak ve belediye ile il özel ayıracakları ödenek toplamından az olmamak koşuluyla) her yıl bütçelerine ayrı ayrı koyacakları ödenekle, Sosyal Güvenlik ve Yerel Yönetim (kaldırılmadan) Bakanlıkları’nın ayıracağı ödeneklerden oluşan koruma birlikleri, kendilerine ayrılan bu parayı da zamanında ve tam alamamaktadırlar.
Prof. Gökçe’nin, bizim bu ağdalı tümceyi aratmaz bir karmaşık yapılanma içinde, korunmaya muhtaç çocuklara yönelik olarak verilmesi öngörülen hizmetlerin dört ayağı da birbirini tutmaz masa örneği dengesizliğine ilişkin görüşlerini dinleyelim şimdi de:
“Mali ve yönetimsel sorumluluk, Sağlık ve Sosyal Yardım, Milli Eğitim ve Adalet Bakanlıkları’yla her ilde özel idare ve belediyelerce kurulması öngörülen koruma birliklerince yürütülmektedir. Böylece dört ayrı kuruluş aynı konuda karar vermekte ve uygulama yapmaktadır. Sorumluluk yaygınlaştırıldıkça, görevler de o ölçüde dağılmakta, sonuçta hizmetler yetersiz kalmaktadır. Yapısal olarak, birbirinden farklı örgütlerin görev ve sorumluluk konusunda birbirlerini anlayışla karşılamamaları, aralarında iş birliği kurulamamış olması, çözüm bekleyen sorunların bazen aylarca ortada kalmasına neden olmaktadır. Dört ayrı örgütün yönetimde söz sahibi olması, ‘kimi neyi’ ve ‘ne ölçüde’ denetleyebileceği konusunu da ortada bırakmıştır.” (Gökçe, agy.)
Dolayısıyla sonuçta ortada kalan, sahipsiz bırakılan, korunmaya muhtaç çocuklar olmaktadır.
Ankara Belediyesi’nin 1978 yılı bütçesiyle kabul olunan ve eski yıllardan kalanla, toplam olarak birliğe 16.154.836.00 TL. borcuna karşılık, birliğe ödeyebildiği toplam 6.740.209 TL. dir. Tüm Ankara belediyelerinin aynı yıl Ankara Korunmaya Muhtaç Çocukları Koruma Birliği’ne olan borçları ile ödeyebildikleri arasındaki fark 11.399.320 TL. dir.
Yerel Yönetim Bakanlığı’nın Uluslararası Çocuk Yılı ilan edilen 1979’daki bir raporuna göre, tüm koruma birlikleri 1978 yılı bütçelerine MEB. Yardımı olarak 120.923.592 TL., SSYB. yardımı olarak 93.959.077 TL. olmak üzere, toplam 214.882.659 TL. ödenek ayırmışlar. Buna karşın birliklere ödenmek üzere MEB. 85.500.000 TL., SSYB. 60.000.000 TL. olmak üzere 145.500.000 TL. bütçelerine ödenek koymuşlar. Birliklerce beklenen para ile devletin ayırdığı ödenek arasında, yaklaşık 70.000.000 TL. fark vardır. Yine aynı yıl tüm belediyelerin birliklere olan toplam 77.000.000 TL. borçlarına karşılık, ödeyebildikleri yalnızca 4 milyon TL. dir.
Bu durumda tek bir kaynaktan geliri olmayan, değişik devlet kurumları ile kendileri de “vesayet altında” olan yerel yönetimlerden parasal kaynak bekleyen birlikler, çözümü yurttaşların ve kimi “hayır” kuruluşlarının iyilikseverliğinde aramak zorunda kalmaktadırlar. Yaşanan koşullar, neredeyse bu yolla gelen yardımları devletin katkısından önde tutulur duruma çoktan getirmiştir.
Devletten, yerel yönetimlerden aldıkları ödeneklerle, kendi bünyesinde kaynak yaratma olanağı olan kimi döner sermayeli yurtların sağladıkları gelirlerle, 1979’da, Uluslararası Çocuk Yılı’nda, 118 yetiştirme yurdunda barınan, devletin koruyuculuğu altındaki 16.636 çocuğa Anayasa’nın, yasaların ve uluslararası sözleşmelerin öngördüğü düzeyde bir yaşam sağlanamayacağı açıktır.
Oysa bu bakımevi ve yurtların sayısını iki katına çıkarmakta, var olan durumlarıyla daha çok çocuğa, daha iyi koşullarda bakabilmelerinin sağlanması da olanaklıdır. Yeter ki istensin!.. Köy Enstitülü yazar Mahmut Makal’ın bir kitabına adını veren nitelemeyle “Memleketin Sahipleri”nin memleketin kaynaklarını, memleket için kullanmadıklarından kaynaklanmaktadır bu sorun. Nice temel toplumsal sorun ve sayrılık gibi…
Nasıl diyeceksiniz?.. Dr. Sedat Özkol’un yazısından yansıyan gerçeği görmeye bağlı bu da. O yoksul ve yoksun yurt çocuklarının ana-babalarının, yakınlarının ya da müstakbel (!) yurt çocuklarının ana-babalarının ücretlerinden kesilen primlerle büyümüş dev bir sigorta kurumumuz var: Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK). Emekli Sandığı hele bir dursun! Otuz yılı aşkın bir geçmişi olan bu kurum (SSK), çalışanların Kurum kasasına emanet ettiği milyarları nasıl değerlendirmektedir, hangi kamusal kaygılar ve gelecek öngörüsüyle planlanmış yatırımlara kaynak aktarmakta, bağlamaktadır? Kasasına akan, çalışanların ve onların adında ülkenin geleceği için o kasada biriken ulusal kaynağın nerede ve nasıl kullanıldığına üstünkörü bir bakış bile tüylerimizi diken diken etmeye yetecektir! Bu ülkenin, her konuda olduğu gibi, araştırmamıza konu trajedide de ana sıkıntısının para değil kafa olduğu ortadadır. Siyasal yeğleme, sınıfsal seçim ve bağlanma sorunu, siyasetin kime ya da neye hizmet ettiği yani…
Çok açık görülüyor ki, bir “sigorta” kuruluşu olan SSK, halkın birikimlerinin halka hizmet ve kamusal ortak geleceğe yatırım amacıyla değerlendirildiği bir kurum olmaktan çıkmış, çıkarılmıştır. İşçiden, emekçiden kesilen milyarlar, onların isteği, gereksinmesi, oluru-onayı dışında herhangi bir holding ya da banka yönetilir gibi yönetilmekte, piyasaya aktarılmaktadır! Halkın parası, halka rağmen, onun yararı ve geleceği dışında kullanılmakta, kullandırılmaktadır.
“10 milyar TL’ye ulaşan mevduatı, 40 milyar liralık tahvilleri ve 7 milyar lirayı aşan taşınmazları ile Türkiye ölçeğinde ‘dev’ bir mali kuruluş” olan SSK, elinde tuttuğu bu kamusal birikimden çok küçük bir bölümünü yetiştirme yurtlarına aktaramaz mı?.. Aktarır elbet, ama halkın oylarıyla siyaset edenler, halkın birikimleriyle büyüyüp devleşen bu kamusal kurumların olanaklarını halk için, toplumsal ortak yarar ve yarın için kullanacaklar mıdır? Kullanılmadığı, kullanmayacakları rakamlardan bellidir. Adı üzerinde, bir toplumsal sigorta kurumu olan SSK, süreç içinde gerçek sahibi olan çalışanların değil, onların emeği üzerinden zengin olanların açıklarını kapama, işlerini kolaylaştırma aracına, yazarın demesiyle “Tekelci Sermaye’nin Koltuk Değneği”ne dönüştürülmüştür. Çocuklar, ana-babaları, bütün bir halk, dünyanın bütün yoksulları, arkasızları gibi siyaset adına sömürülmekte; bu yağmadan kaynaklanan fatura da yine kendilerine ödetilmektedir. Gerek dünya çapında, gerekse yurt ölçeğinde “çocuk sorunu”nun ardında yatan, işte bu sömürü sorunudur. (Dr. Sedat Özkol, Tekelci Sermayenin Koltuk Değneği, Sosyal Sigortalar Kurumu, Politika Gazetesi, …/../ 1979).
Dolayısıyla, 1980’in yarılandığı şu günlerde Başkent Ankara’da 6 yetiştirme yurdunda yaşayan çocukların durumlarında olumlu bir yönde, temel bir değişiklik yoktur.
Kendilerine armağan edilen Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın 60. yılında yemeklerini protesto eden, Ayaş Yetiştirme Yurdu çocuklarını anlatarak yargımıza açıklık getirelim.
Ayaş yollarında kervanlar gitmiyor şimdi… İlçeden Ankara’ya, Ankara’dan ilçeye 302 Mersedesler (yolcu otobüsleri) gidip geliyor. Kış yaz, sabah akşam. Başkentten bu şirin ilçeye, buradan başkente yolcu taşıyorlar. Otobüsün arka yanında gülüşüp şakalaşan çocuklardan biri önegeliyor. Üstü başı dağınık, cılız, sarı yüzlü. Donuk bir gülümsemeyle soruyor: Bilet?.. Ortaokul birinci sınıf çocuğu. Sınıfta kalmış. Bırakılmış. Ayaş Yetiştirme Yurdu’nda kalıyor. Harçlığını, sigara parasını (!) çıkarıyor muavinlikte…
Ayaş’a kışın çok kar yağar. Kış erken gelir, geç gider. Gece karanlığında kardaki ilk ayak izleri, Ankara’ya sefere çıkacak ilk otobüsün küçük muavinlerinin ayak izleridir. Yol üzerindeki kahvehanede ilk çayları onlar içer, ilk sigaraları onlar tüttürürler. Bahar en güzel çiçeklerini açtıktan sonra yaza durdu şimdi. Karlar eridi. Yine 302’lerde muavin koltuklarında gidip geliyor yurt çocukları.
Ankara yanından Ayaş’a gireni önce yetiştirme yurdu karşılar. Haklarında koruma kararı alınmış 200 çocuk barınıyor bu yurtta. 180’i ortaöğrenimde, kalanı ara vermiş, beklemeli-belgeli çocuklar… Sararmış bir plastik tabakta yüzen fasulyelerle bol ekmekli bir öğle yemeğine ortak olup, konuşuyoruz çocuklarla. Akşama da aynı fasulyenin artanının aynı masalara geleceği yemekhanede…
“1979’u Çocuk Yılı ilan ettiler. Fakat yalnızca televizyonda… Yalnızca varlıklı çocukları göstererek. İşte çocuk yılını kutluyoruz, çocukların sorunlarıyla ilgileniyoruz diyorlar. Diyorlar ama, hiçbir zaman bizim sorunlarımıza gerçek anlamda eğilmiyorlar…” (…) “Sorunlarımızı halka, topluma iletemiyoruz. Özellikle ilçe halkının bir kesiminin, kimi yöneticilerinin bize yaklaşımı oldukça ters, ekmek elden su gölden geçiniyorlar, diye bakıyorlar bize.” (…) “Bize yokmuşuz gibi davranıyorlar…”
İşte onlardan biri… Yurda 1969’da girmiş. “O günden bu yana, diyor, iyiden yana bir değişiklik yok koşullarımızda.” Babası akıl hastanesine yatırılmış. Anası ölmüş. Bir kardeşi ile aynı yurda gelmişler. Koruma kararı alınması ardından yurda girebilmek için epey sıra bekledikten sonra…
Böyle koruma kararı alındığı halde, yetiştirme yurtlarına girebilmek için sırada bekleyen 60.000’i aşkın çocuk var. Sayıları sınırlı yurtlara bir an önce girebilmek de bir aracıyı, yardımcıyı, yakını gerektiriyor. 6 Ocak 1968’de Sulh Hukuk Hâkimliğince 6972 Sayılı Yasa’ya göre korunma kararı alınan bir çocuk, Ayaş Yetiştirme Yurdu’na 26 Ağustos 1974’te girebilmiş… İki ay sonra yurda giren olabildiği gibi, 6 yıl sonra girebilen de var! 1978’de koruma kararı alınmış bir çocuk, sırada beklerken; 1979’da aynı kararı alan bir başka çocuk, öncekini aşarak yurda girebilmiş. Yurtlu olmak, yurda girebilmek de bir şans işidir… Dahası, “anasız babasız her çocuk korunmaya muhtaç olmadığı gibi, analı-babalı olmasına karşın korunması gereken çocukların varlığı” da (Gökçe, aynı yazı) düşünülünce iş daha da çatallanmaktadır.
Sonra, beklerken sırasını savmak da (!) var işin içinde…
Yokluk ve yoksunluktan kaynaklı bir dertle yaşamını yitirmezse, bir suça bulaştırılıp içeri düşmezse, insan tacirlerinin, çocuk istismarcılarının tuzaklarına takılmazsa, yaşı geçmez, işi bitmez ya da bitirilmezse… Bekler çocuklar, beklerler öyle…
Yargıç karşısına geç çıkarıldığı için, korunma kararını geç alan nice çocuğun yurda girme sırası geldiğinde, yurttan ayrılma sırası da gelmiş olmaktadır! Mahkemenin çocuğun korunma altına alınması yönündeki kararı, burada hiçbir sorunu çözmemektedir. Kaldı ki, elinden tutanı, yol yordam bilen bir yakını olmayan, ya da yasadan haberli bir başka sorumlu yurttaşın rastlamadığı nice çocuk, korunma kararı almış ve bekleyen çocuklar ordusunun dışındadır! Sıralarını sokakta doldurup, sokakta savmaktadırlar. Sayılarda yokturlar…
Uluslararası belgelerde çocuğun eğitim hakkının altı kalın çizgilerle çiziliyor. 6972 Sayılı Yasa da bu mantıkla biçimlenmiş. Yurtlar, çocuğun okuması gerektiği anlayışına göre düzenlenmiş. Yurda alınan çocuk okutulacaktır. İstese de istemese de, yetenekleri, yönelimi farklı doğrultuda olsa da. Bir işe girmek istese, kısa yoldan meslek edinmeyi düşünse de. Sırasıyla ilk, orta, liseyi okuyacaktır. Ortaokulda Matematik’ten sınıfta kalır. Belge alır. Okuldan ayrılır. Yurtta barınır, karnını doyurur. Gelin görün ki, sokaktadır gerçekte. Bir iş ve meslek edinmesi için gerekli altın zaman da kayar gider ellerinden aylaklıkta. Okuldan da okumaktan da soğuduğu gibi, bir işin ekmeğin ucundan tutmak için de, git git gecikmektedir. Sonra gelir ömrün 18’i. O tılsımlı, trajik yaş. Yaşama teslim edilir delikanlı, çırılçıplak… Yurttan çıkarılır. 18’inde yurtlardan işsiz-güçsüz yaşama atılan; suçluluğun, kimsesizliğin, şiddetin, kötüye kullanmanın kucağına itilen nice çocuk vardır da, liseden sonra üniversiteye gidebilen çocuk sayısı yok gibidir. Eğitimde fırsat eşitsizliği, eleyiciliği burada daha ağır bir biçimde işlemektedir.
Yaşam koşullarının git gide ağırlaştığı, kentlerin nüfusunun hızla arttığı, düzensiz kentleşmenin getirdiği sorunların içinden çıkılmazlaştığı, kentlerin suç üreten folluklar durumuna geldiği, işsiz sayısının 5 milyonu aştığı günümüzde, bu çocukları yalnızca “okutmak” bir çözüm olmuyor, olamıyor. Korunma kararı alındıktan sonra binbir serüvenden geçerek yurda alınma şansına kavuşmuş bir beklemeli çocuk en güzelini söylüyor:
“Bence en büyük sorun 18’inden sonra başlıyor. Ezile horlana geçirilen yıllardan sonra, toplum kaçağı insanlar olarak ne kadar pislik varsa bulaşıyor üstümüze!..” Yasa’nın 39. maddesi ne derse desin, 18’ini dolduran yurt çocuğu, yeniden sahipsizliğe, ya da bir yurt öğretmeninin deyişiyle yeniden “sokağın sahipliğine teslim edilmektedir.”
Yurt çocuklarının büyük bir bölümünün okuduğu lise ile yurt arasında da sağlıklı bir ilişki kurulamamış. İçinde yaşadıkları koşulların iyileştirilmesi yönünde bir girişimde bulunulmayan, çağdaş eğitimin hoşgörü ve anlayışa dayalı yöntemleriyle yaklaşılmayan bu çocuklara okul disiplin kurulunca verilen cezaların duyurularında yurt yönetimine hitaben “…bundan böyle öğrencinizle daha yakından ilgilenmenizi…” denilmektedir. Öğrencinin suçu, “yazılı kağıdını buruşturmak”, “okul dışında arkadaşlarına saygısız davranmak”, “sigara içmek”, “Edebiyat derslerine ilgisiz kalmak”tır!.. Lise yönetimi ve öğretmenleriyle yurt arasında olumsuz bir hava, bir ikilik oluşmuş. Çocuklar okula soğuk ve kırgın, okul her sorunun kaynağını ve nedenini yurtta arıyor. Günah keçisi yapılmış yurtta kalan arkasız kimsesiz çocuklar… Atatürk’ün o güzelim sözü de boşlukta kalmış, bırakılmış dolayısıyla.
Bu yanlış ve yanılgıda o denli ileri gidilmiş ki, Ayaş halkının bir kesimiyle, kimi ilçe yöneticileri, yeni Kaymakam… Hepsi de yurdun Ayaş’tan kaldırılmasını istiyorlarmış. Söylerler ki ilçedeki “anarşinin kaynağı yurt”tur, yurt Ayaş’tan giderse “anarşi” de gidecektir! Peki, ülkedeki “anarşi”yi (yıl 1978-80, Ü.S.) gidermek için ne yapacağız, ne kadar yurt varsa hepsini kapatacak mıyız? Öyle ya… Nitekim bir süre sonra bu yurt kapatılacak, yerinde sadece ilkokul çağı çocuklarına bakan bir bakımevi açılacaktır. Bu yanlış ve yanlışlığı kadar gayri insani yaklaşımı kimi yöneticilerin de açıkça belirtip onaması oldukça düşündürücü. Öyle ki, yurtlu çocukların sorunlarının çözümü için ilçe yöneticilerine yaptıkları kimi başvurular da “siyasal eylem” olarak değerlendirilip, üstlerine gidilmiş. Belediye, yurdu, suyunu kesmekle tehdit etmiş! Oysa aynı belediyenin 6972 Sayılı Yasa’ya göre Ankara Korunmaya Muhtaç Çocukları Koruma Birliği’ne 1978 yılından 19.196 TL., 1979 yılından 28.295 TL. ödemesi gereken borcu var o günlerde…
Dolayısıyla en ağır işlerde çalışarak, sigortasız, güvencesiz tonu 50 liradan gübre indirerek, yazları mercimek tarlalarında, bağ bostan çapalayarak, kendi harçlıklarını kendileri çıkarıyor bu çocuklar. Kamyonlardan gübre indiriyorlar, inşaatlarda, tarlalarda kürek sallıyorlar. Çapa yapıyorlar. Boğaz tokluğuna, ne verilirse ona. Pazarlık şansları yok!..
Yasal harçlıkları, giysileri-gereksinmeleri yurttan karşılanamadığı için okulu ve dersleri asmak pahasına -en alt düzeyde de olsa- kendi giderlerini kendileri karşılamaya çalışıyorlar. Bu arada da, kaçınılmaz, “disiplin suçlusu” yaftasını takınıyorlar göğüslerine. Çağdaş kürek mahkûmları onlar toplumumuzun, topumuzun… Sorunlarının üzerine hep sorumsuzlukla, sevgisizlikle yürüyüp, haklı olarak toplumdan ilgi ve sevgi bekleyen bu çocuklarla aramıza her geçen gün yükselen duvarlar örüyoruz. Onları yitirmek, ya da sokağa ve şiddetin kucağına atmak için ne gerekiyorsa yapıyoruz. Yarın karşımıza başka bir konum ve biçimde çıkmalarını sağlamak üzere! Görünen odur…
“Bu yüzden,” diyor bir öğretmen, “Bizdeki korunmaya muhtaç çocukların bu haliyle yetiştirme yurtlarına toplanmaları göstermelik bir iştir. Sorunu temelden çözecek, çözümleyecek bir yol değildir. Sokaktan kurtardığınız çocukları, bir iş ve meslek edinmeden yeniden sokağa salmak bir çözüm olamaz.” Bir iş ya da meslek edinebilen tek-tük kimi çocukların durumu da iç açıcı değildi. Otelcilik ve Meslek Lisesinde üç yıl yatılı öğrenci olarak okuyup mezun olan bir öğrenci de var yurtta. O da boş geziyor. Üç ay geçmiş, ataması yapılmamış. Zorunlu görevi de kalkmış bu arada.
Kuruluş yasasının eskimiş olması, ekonomik kaynaklarının sınırlılığı, tek kaynağa bağlı olmayışı yurtta çalışan öğretmenleri, yönetici ve diğer çalışanları da aynı olumsuz koşulların bir parçası durumuna getirmiş. “Buradaki öğretmenlerimiz,” diyor bir öğrenci; “Öğretmenden çok gardiyan gibiler!..” En iyi niyetli, en özverili çabalar bile yıpratıcı, harcayıcı nesnel koşullar karşısında mahkûm edilmekten kurtulamıyor. Bu kaçınılmaz. Haftalık toplam çalışma sürelerinin 300 saati geçtiğinden yakınıyor öğretmenler. Bu durumun düzeltilmesi için son derece düzgün bir dil ve dilekçeyle Bakanlığa başvurmuş bir grup öğretmen. Durum düzeltileceğine, başvuru sahibi 6 öğretmen yurttan alınmışlar. Çabaları özveri sınırlarını aşan öğretmen ve yöneticilere Bakanlığın yaklaşımı, “görülen lüzum üzerine” görev yerlerini değiştirmek biçimindedir.
Konu öğretmenin yakınmasından, yurtlardaki çocukların çalışmasından açılmışken, aynı günlerde yayımlanan benzer konulu bir haberi okuyalım şimdi: “Yurt yönetimi, sabah erkenden yurdu terk eden, ta akşam geç saatlerde dönen çocukların nerede olduklarını, ne iş yaptıklarını bile bilmemektedir. Büyük bir rahatlık içinde, çocukların çoğunlukla hamallık, seyyar satıcılık gibi işler yaptıkları anlatılabilmektedir. Bu da yetmiyormuş gibi, okul sorunlarıyla ilgili olarak düzenlenen bir raporda, çocukların gündüz yurtta olmadıkları, dolayısıyla yurda geliş saatleriyle öğretmenlerin mesai saatlerinin birbirine uymadığından hareketle öğretmenlerin çocuklarla karşılaşamadığı belirtilmekte, öğretmenlerin bu çocuklarla görüşebilmesi için ek mesai düzenlenmesi istenmektedir.” (Cumhuriyet Dergi, Çocuk Yılında Çocuklarımız Özel Sayısı, 2 Temmuz 1979). Görüldüğü gibi, öğretmenler, öğrencileriyle karşılaşmadan, bekleyen derviş… örneği öğretmenliklerini sürdürürken, kendileriyle karşılaşılamayan (?!) çocukların nelerle karşılaşabilecekleri sorusu “mesai cetvelleri” tartışmasında yoktur!…
Yurtta ne doktor, ne ruh sağlığı uzmanı, ne de yeterince “ana” var. Yurda gittiğimizde, bırakınız yurdu, kasabada (Ayaş’ta) doktor yoktu. Bitten yakınıyordu yöneticiler. Her an bir salgın hastalık tehlikesiyle karşı karşıya çocuklar. Banyo yok, temizlik hak getire… Üç yıldır giysilerini alamıyor, üç ayda bir et yiyorlarmış. Kaldıkları odalar, yatakları, somyaları perişan durumda… “Çocuk anası” diye nitelendirilen kadınlarsa, ilkokul öğreniminden de yoksun, bilinçsiz, çaresiz. Sayısal yetersizlikleri yanında (dünya ortalaması 15 iken, burada bir anaya 50 çocuk düşüyor), çocuk psikolojisi, eğitimi-öğretimi konusunda bilgisizlikleri onları yalnızca birer temizlik işçisi durumuna dönüştürmüş.
Yurtlarda çalışan eğitim-öğretim görevlileri, diğer çalışanlar da özel bir eğitimden geçerek görev almadıkça; yeteri sayıda sosyal hizmet uzmanı, sağlık çalışanı sağlanmadıkça, yurtlarda çalışmayı özendirici değişiklikler yapılmadıkça, öğrenciler gözünde hep “gardiyan” kalacağa benzerler. Örtülü olarak duyumsatıldığı gibi yurtlar da açık “hapishane”!..
20 öğretmen kadrosu olan yurda, şimdiye dek en çok 9 öğretmen gelmiş. Bu sayının 1’e düştüğü olmuş bir tarihte. Öğretmenlerin kısa bir süre sonra yurttan ayrılmak istediklerinden yakınıyordu yurt müdürü. Sonradan görevinden alınan yurt müdürünün anlattıkları ilginçtir:
“Geçen yıl (1979) Milli Eğitim Bakanlığı, Özel Eğitim Genel Müdürlüğü’ne gittim. Yurtta görevli öğretmenlerin özlük haklarının özendirici olmayışı nedeniyle kısa bir süre sonra yurttan ayrılmak istediklerini anlattım. Çalışanların da çocuklarla birlikte pek çok sıkıntıya katlanarak görevlerini sürdürdüklerini belirttim. Bize verilen karşılık, önerilen çözüm yolu şu oldu: İsterseniz ayrılır gidersiniz, sorun biter!..”
Anlaşılan yurtların sorunlarının çözümü konusunda devlet yetkililerinin yaklaşımları hep olduğu gibi, sorunları yok sayarak işin içinden çıkmaktır. Bunun böyle olduğu ilçe yöneticilerinden, il yöneticilerine, Bakanlık görevlilerine değin nice örnekle kanıtlanıyor. Anayasamızın, yasaların, 6972 Sayılı Yasanın hükümlerini devlet adına kullanmakla görevli yetkililerin yetkilerini nasıl kullandıklarına ilişkin bir örnek de kendimizden verelim. Bu röportajı eğitimci kimliğimiz ve öğretmen yetiştiren bir yüksek okulun öğretmeni olmamız dolayısıyla yasal destekle yürütmemizin daha doğru olacağını düşünerek Valiliğe başvurmuştum. Ankara Valiliği, Ankara Korunmaya Muhtaç Çocukları Koruma Birliği Başkanlığı’na verdiğim 3 Nisan 1980 tarihli dilekçeme, “…bu tür incelemelerin çocuklarımızı eğitim yönünden olumsuz etkilediği ve psikolojik bunalımlara sürüklediği” gerekçesiyle olumsuz yanıt verildi. Değil sorunları, kendileri de yok sayılan bu öğrenciler sıkıntılarını kamuoyuna duyurmak için Atatürk’ün kendilerine armağan ettiği 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın 60. yıldönümünde içinde bulundukları koşulları protesto ettiler… Basına da yansıdı bu. (Cumhuriyet, 23 Nisan 1980.) Protestoları ile sorunlarının değil ama başka şeylerin “çözülüp, çözümleneceğini” Kızılcahamam Yetiştirme Yurdu sürgünlerini anlatarak sürdürelim…
Kızılcahamam Yetiştirme Yurdu 1927’de yapılmış.
Tam yel üfürür, sel götürür dedikleri türden. Rüzgar bir yanından girip öte yanından çıkıyor. 1953’ten beri yurt olarak kullanılıyormuş. Çıktık gezdik yatakhanelerini, yemekhanesini, çamaşırlığını, dershanesini. Hasta çocuklar, takıldıkları duvardan az sonra sökülüp uçacakmış izlenimi veren pencerelerin altına serdikleri yatağı yatağa, somyası somyaya benzemez yataklarda yatıyorlardı. Dışarıdaki rüzgarı aratmaz bir serin esintinin dolandığı odalarda yatan çocuk yüzlerinden yüreğimize ağan hava ise Dostoyevski’nin öykülerine açılmış kapılar önüne bırakıyordu insanı. Her adımda gıcırdayan ahşap döşemeler, yüksek tavanlı salonun duvarlarına yaslı kırık dökük dolaplar… her haliyle deprem artığı gibiydi. Ankara-İstanbul karayolu kıyısındaki bu yapı, ilçenin belki de en harap yapısı. İçinde kimsesiz çocuklar barınan bu yapı, eskiliği, kırık döküklüğü, tüm terk edilmişliğiyle esneyip duruyordu yol üzerinde.
Kızılırmak Lisesi’nin önünden geçtik yurda giderken. Kızılcahamam köylüğünden çıkıp, şimdi “heyula kent” olan Demetevler semtinde zamanında ucuza arsalar kapatmış bir hayırsever yaptırmış. Adını vermiş Liseye. Sinemaları, kıraathaneleri, iş hanları olan biriymiş. Yapımı yedi yıl sürmüş okulun. Aydın’dan kamyonlarla develer getirtip, deve güreşiyle açtırmış okulu. Açılmadan eskiyen okulu…
Devlet hastanesini bir başka hayırsever yaptırmış. Kuran kursu binası halktan toplanan paralarla yapılmış. Görece göz alıcı bir yapı. Yatılı öğrenim yaptırıyor, pek çok benzeri gibi. Bir iyiliksever de çıkıp, şu dökülen yurda el uzatmamış. “Yetiştirme yurdunu da kuran kursuna mı çevirsek, n’ etsek?!” diyor bir öğretmen. Ne denir?..
12 Mart’ta Fakir Baykurt’un yattığı mahpus damının önünden geçiyoruz. Yazdıkları, yaşadıkları, otuz yıl öncenin, on yıl, yirmi yıl öncenin Türkiye’sinden çizdiği acılı fotoğraflar düşüyor gözümün önüne… Solda tepede hastane, aşağıda lise görünüyor. “Yurdun açık cezaevinden farkı yok” diyor çocuklar. “Müdür Baba, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, koşulları değiştiremez ki tek başına!” diyorlar. Ah bu çocuklar… Eksik olan, sorunu olan, sorun olan biziz, siz değilsiniz. “Müdür Baba” o günlerde görevden alınmış 26 yıllık bir öğretmendi. “Müdür Baba” mahpushane müdürü olarak görülünce, öğretmenler de “gardiyan” olarak görülürdü kuşkusuz. “Biz mahkûmuz bal gibi…” diyor bir çocuk. Öğretmenler de saklamıyorlar zaten.
“Yağsız yemek pişiriyoruz yurtta,” diyor müdür. Nebati yağ, Birlikçe B.’lere ihaleye veriliyor. Ardından yağa zam geliyor. Biz aldığımız malın normal karşılığını normal süresi içinde veremiyoruz. Zamlı yağı nasıl alacağız… Dolayısıyla yağ yok! Müteahhit nohutun kilosunu 1 liradan, muzu 5 liradan ihaleye giriyor. Yurt nasıl olsa yükümlendiği süre içinde borcunu ödeyemeyecek. Müteahhit bunu iyi biliyor. Ödeyemeyince nasıl olsa mal vermeyecek. Vermeyeceği mala 1 lira fiyat biçmesine şaşmamalı bu yüzden… Sonra bolca salça, konserve… İster al, ister alma! Birlik (Ankara Korunmaya Muhtaç Çocukları Koruma Birliği) çaresiz, biriki müteahhide; B.’lere, D.’lere… bağlanmak zorunda. Siz koşul öne süremiyorsunuz ki, gücünüz yok buna…” diyor. Şimdi görevden alınmış Yurt Müdürü, Keskin’in bir köyüne “atanmış”.
Gönüllü kuruluşlarca, kişilerce yapılan yardımlar ve bu yardımların yapılış biçimi çocuklarca hiç hoş bulunmuyor. Kimi dernekler, kulüpler, yardımsever hanımlar yaptıkları yardımın nereye gittiğini görmek istiyorlar. Törensel düzenlemeler hazırlıyorlar. Söylev veriyorlar, yanları sıra gazeteci getiriyorlar. Bir yanda eli kolu bağlı yöneticiler, çocuklar, bir yanda yardım sevenler… Bu tür bir ilişkiyi hoş bulmadıkları gibi, insani de bulmuyor çocuklar. Haksız sayılabilirler mi?..
Burada da yurdun kaldırılması yönünde bir görüş var ve ağır basıyor!
Anlaşıldığına göre Ayaş’taki gibi bir karşı cephe burada da oluşturulmuş. Çocuklar yakınıyorlar. Kolluk kuvvetlerinin “anarşi çıkarıyorsunuz!” diye, kendilerini sokakta gezdirmediğini söylüyorlar. En küçük bir olayda, önce yurt çocuklarının karakola alındığını söylüyor bir öğretmen. Liseden de örnekler veriyor. Yurtta kalan çocuklar, yurttaki olumsuz koşulların, yöneticilerin beceriksizliğinden değil, daha başka nedenlerden kaynaklandığını kavramışlar… Üzerlerindeki yoğun politik baskıdan yakınıyorlar. İstenmeyen insanlar ilan edildiklerinden, kendilerine yakıştırılan suçlamaları hak etmediklerinden yakınıyorlar.
180 öğrencinin barındığı yurtta ne revir var, ne doktor, ne de “ana”.
Çamaşır makinesi, banyo yok. Yataklar yıllardır değişmemiş. Çarşafsız ve yastıksız büyük çoğunluğu… Önceleri çocuklar ilçenin kaplıcalarında belediye adına parasız yıkanabiliyorlarmış. Kaplıcalar “turistik” olmaya (!) başlayınca belediye bu yardımı da kesmiş. Çocuklar kokuyorlar(dı). Evet, ne yazık ki çocuklar düzeni; bizi, bizim duyarsızlığımızı ve sorumsuzluğumuzu kokuyorlardı…
Yurda yeni atanan, kısa bir süre önce askere giden yeni müdürün yaptıkları da ilginç!
İlçedeki sağ görüşlü çevreler, kimi partililer, yöneticiler ve kimi öğretmenin işbirliğiyle, 27 yurt öğrencisi sürgün edilmiş. Hep öğretmen sürgün edilecek değil ya!.. İlçede “anarşi yarattıkları”, “ilçe merkezindeki çeşitli olaylara karıştıkları”, “yurtta sık sık huzursuzluk” çıkardıkları için 27 yurt çocuğunun Ankara-Etimesgut’taki yurda gönderilmelerini isteyen Milli Eğitim yazısına Valilikçe onay verilmiş. Ne istemiş, derdi-sıkıntısı ne bu çocukların diye sormadan!.. Dolayısıyla topu topu 27 kişi olan “yurt bebesi” liseli gençler, Kızılcahamam’dan Ankara’ya toplu sürgüne gönderilmişler.
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirgesi’nin “Çocuğun kişiliğinin tam ve uyumlu gelişimi için sevgiye ve anlayışa gereksinmesi vardır.” Diyen 6. İlkesi, burada bir fantezi olarak kalmaktadır. Sevgi ve anlayış konusunda değilse de öğrencilere, çocuklara, baskı konusunda anlaşmış görünüyoruz toplumca. Baskıyla sindirmenin geçici rahatlığını, sevgiyle, anlayışla bu çocuklar ve sorunları üzerine eğilmeye yeğlemiş gidiyoruz. Tam bir devekuşu politikası ve yaklaşımı… Yarının sorunlarına hem eklenecek, hem o sorunları ağırlaştıracak bu işi bugünden biraz çaba, özveri ve çalışmayla çözmek olanaklı iken…
Etimesgut Yetiştirme Yurdu’na sürgün edilen 27 öğrenci, 26 günlük bir karşı komadan (!) sonra yöredeki Liseye “kabul” edilmişler. Lise müdürü önce almak istememiş bu “sakıncalı öğrenciler”i, “burada da anarşi çıkarırlar, olay yaratırlar,” demiş, ayak diremiş. Eh! Adam haksız mı, karşısında iki manga sürgün delikanlı görünce ne yapacağını şaşırmıştır o da. Bir dolu kayıt-koşulla almışlar çocukları. Almışlar ama bir aylık aradan sonra, o çocukların tümü de devre yitirecek. Deve edilecek! Bunu hepsi biliyor. Hem “sakıncalı”lar, hem de yarışı eşitsiz koşullarda sürdürecekler. Yanlış yanlış üstüne, haksızlık haksızlık üstüne… Yılsonu “hesabı” gündeme geldiğinde, bu çocukları “başarısız” diye damgalayacak işin içinden sıyrılacak ilgililer ilgisizler… Aynı günlerde yazdığı bir yazısında Çetin Altan, “Gençlerle ilgilenmek görev ve sorumluluğumuzu yitirmek üzereyiz!..” diyordu. (Ey kimsesiz avare çocuklar… hele sizler… hele sizler… Milliyet, 24 Temmuz 1979).
200’e yakın çocuğun barındığı bu yurdun öteki yurtlardan ayrı bir yanı var. Kendi kendine kaynak yaratabilir oluşu. Döner sermayeli bir kuruluş. Okullara masa, sıra, sandalye yapımından, devlet ya da özel kuruluşlara giyim eşyası dikimine kadar bir dizi üretim yurt işliklerinde yapılıyor. Kızılcahamamlı çocukların buraya sürgünlükleri belki bu yüzden “olumlu” olmuştur! Bu çocuklar çalışacak burada! Bu işlerin sağladığı gelirin, parasal kaynağın bir bölümü Birlik fonuna aktarılıyor. Kalanı “18’i bitinceye dek çekememek (!) koşuluyla” çalışan öğrenciler adına yatırılıyor.
Yurt müdürünün anlattığına göre, işliklerde 27 çocuk çalışıyor. Bir yandan bir meslek edinen yurt öğrencileri, bir yandan doğrudan üretimde bulunup, değer yaratıyorlar. Masa sıra, sandalye yapıyor, üst-baş dikiyor, iş önlüğü, pantolon hazırlıyorlar. Üretilen işin niteliği pazardaki benzerlerinden aşağı değil. İşliklerde çalışan çocukların tümümün de yaşı 18’in altında. Hiçbiri sigortalı değil bu nedenle. Başlarına gelecek bir iş kazası eğitim içinde oldu görünüyor. Ne çalışarak üreterek geçirdikleri günler onların yararına değerlendiriliyor, ne de başlarına gelecek bir iş kazasının onlardan alıp götüreceklerine karşı bir güvenceleri var! Bir usta işçinin yaptığını yapıyorlar. Binlerce öğrencinin dirseklerini dayayacakları masaları, oturacağı sıraları, yönetici masalarını üretiyorlar. Uluslararası Çocuk Yılı’nda (1979) bu çocuklar, 17 milyon liralık bir değer üretmişler.
Buna karşın tümüne bir ayda verilen ücret toplamı yurt müdürünün belirttiğine göre 85 bin liradır.
“Anayasa Madde: 35 Parkı’nda:
“Aile Türk toplumunun temelidir. Devlet ve diğer kamu tüzelkişileri ailenin, ananın ve çocuğun korunması için gerekli önlemleri alır ve örgütü kurar.” Anayasamızın bu hükmü parkın girişindeki fiyakalı panoda yazılı… Geniş ve aydınlık bir bahçede yürüyorsunuz. Çocuklar oynuyorlar. Yenimahalle 50. Yıl Yetiştirme Yurdu’ndayız. 7-12 yaş arası erkek çocuklar barınıyor burada. Eski bir yapı, bağırıp çağıran, koşuşturan çocuklar. Üstleri düzensiz, elleri yüzleri bereli… Kimi gönlü kırık bakıyor, kimi boş gözlerle süzüyor sizi. Kiminin hiç umurunda değilsiniz. Takmaz, tınmaz oynayıp duruyorlar. Sataşıp dövüşüyorlar birbirleriyle. Elimdeki çantaya bakıyorlar…
“Burada çocukları ölmeyecek kadar koruyoruz,” diyor Yurt Müdürü. Genel durum bu anlaşılan. “Trafik kazasından, insan çarpmasından!” diye de ekliyor dikenli güllerle… Anayasa Madde: 35 Parkı ile yurt ilginç bir çelişki oluşturuyor. Yurt park içinde, ama Anayasa dışında! Uzağında, görüyorsunuz, görünüyor. Çocuklar her halleriyle “Ben yurt çocuğuyum” diyor. Giysilerinden, çantalarından, çocuk yüzlerinden hiç eksilmeyen hüzünlü gölgeden belli bu… Çarşıda, pazarda, okulda her yerde o gölge çocukların dalında.
Sevgi diye, ilgi diye çocukları hep hazırcılığa alıştırmışlar. Sokakta, durakta. Cebine para konuluyor, eline şeker, çikolata veriliyor. Yurda çantalı giren herkesin çevresini sarıyorlar bu yüzden. Yurt müdürü göreve başladığında onun da çantasını açmışlar. Şimdi bırakmışlar bu kötü huyu…
“Eldeki olanaklarla 60’ı kimsesiz, 156 çocuğu korumak mümkün değil, diyor müdür. Bizi yediren, giydiren bağışlardır. Gerçi arkalarında bazı şeyler olabilir. Bağışın bizi ezen yanı şu: Bağış yapan verdiğini görmek istiyor! Yerine ulaştı mı, ulaştırıldı mı bilmek istiyor. Bu güvensizlik ya da olumsuz paylaşmacılığı çözümleyemedik bir türlü. Böyle olunca da çocuklar yetişiyor! Haber çocuktan alınıyor! Bunun sakıncaları ortada. Yardım, bağış, tümden kaldırılmalı aslında. Ama bu sağlanıncaya kadar, hiç olmazsa, bağışlar doğrudan doğruya birliğe yapılmalı. Bizi ezse de kırsa da işin bu yanını karıştırmak istemiyoruz o nedenle. Muhtacız çünkü…” Böyle diyor Yurt Müdürü.
Çocuklar boylarından büyük masalarda yemek yiyorlar. Masalar, lavabolar boylarına göre değil. Geçen kış gazı bitmiş mutfağın. Müdür telefon rehberinden bir satış yeri bulup telefon etmiş. Telefonun öbür ucunda, yurt kaçağı bir çocuk: “Müdür Baba, ben de yurt çocuğuyum, hemen!..” Ayaş Yetiştirme Yurdu’ndan kaçmış. Orada işe girmiş B. Mutfağın gazını sağlamış hemen. Yemekler pişmiş…
Burada barınan çocukların sorunları çok daha ağır, çok daha katmerli… Ellerinden tutsun, üstlerini başlarını yıkasın diye, giydirsin, yedirsin içirsin, baksın gözetsin diye görevlendirilen “çocuk anaları” onlara analık etmekten çok uzaklar. Üvey ana bile değiller çoğunlukla…
Devletten önce sokak kurtarıyor çocukların çoğunu! Belediye Başkan Vekili, Mustafa Kapısız’ın yurda getirdiği bir çocuk var. Ş. E. Filinta gibi bir çocuk. Yıllarca sokaklarda gezmiş. Girdisini çıktısını öğrenmiş sokağın. 14 yaşında bıçkın gibi bir delikanlı. Bakmaya kıyamazsınız, giyinmiş kuşanmış, bond çantası elinde. Yurda teslim edilmiş. Sonra?.. Sonra bir de bakıyorsunuz ki o çocuk gitmiş başka bir çocuk gelmiş! Satmış nesi var nesi yok, kaçak yine…
“Bize bir yıl sonra gelen çocuk bile yozlaşmış olarak geliyor. Elimizdeki olanaklarla, yöntemlerle çocuğu normale döndüremiyoruz.” Müdür anlatıyor. Olumsuz etkilenmelerin getirdiğini kırmak yetmiyor. O etkinin durdurulduğu noktadan başlayarak giriştiğiniz iş, öncekinden kolay olmuyor. Parasal gereksinmelerini, üst-başlarını sağlamak yetmiyor Ş.’lerin. Yurda gelmezden önceki ortamı çocuğu alıp götürüyor yine yurttan. Özel eğitim, özel ilgi, izleme istiyor bu çocuklar. Ama her yerde olduğu gibi, ne biz ne de diğer çalışanlar bu niteliklere sahibiz. Ne de devletin olanakları doyurucu. Birlikten yurda ayrılan paradan yardımcı personel giderleri, diğer harcamalar çıkınca çocuğa bir şey kalmıyor. Yardımcı personele ödenen paranın Milli Eğitim Bakanlığı’na ya da Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na devredilip, yükün çocukların sırtından kaldırılması gerekiyor…
Öğretmenlerle söyleşiyoruz… 7-12 yaş arası çocukların barındığı yurtta, yurda geç katıldığı için yaşı 16-17’yi bulanlar var. Bu durum hem ruhsal, hem toplumsal bir dolu sakınca oluşturuyor. “Ankara’da yetiştirme yurtlarından birinde yapılan bir araştırmada, çocukların % 7’sinin ruh sağlıklarının yerinde olduğu, % 64’ünün kekemelik, gece işemesi, uyurgezerlik, tırnak yeme, kavgacılık, hırsızlık, yerinde duramama (hipo-aktiflik) gibi bulguların en az 1, en çok 5’ini taşıdığı; % 29’unun ise bu bulgulardan 5’ten fazlasını taşıdığı saptanmış.” (Dr. Ayşen Bulut, Ankara Tabip Odası katkısı, 1980) Pek çok sorun ve sayrı öğrenci var yurtta, doktor gözetimi, ilgisi gerektiren… Ana sıcaklığı, kardeş yakınlığı isteyen… Öğretmenler anlatıyor: “Yakınımızda pazar kurulur, çocuklar pazardadırlar. Bahçenin sağı-solu açıktır. Çocuklar her an bir yerlere götürülebilirler. İlkokul beş durak ötededir, yürürler sokaklarda. Bir an bıraksanız çocukları hepsine ‘sahiplenecek’ birileri vardır…”
Anlatılanlara bakılınca, Ş.’nin de “sahibi” var, A.’nın da… Sayıları resmi kayıtlara göre 1 milyon 200 bini bulan “suçlu çocuklar” ordusu nereden kaynaklanıyor?.. Köyden kente doludizgin göçle birlikte, çocuk suçluluğunun merkezleri durumuna gelen kentlerimizde oluşan yoksulluk halkaları yarınlara neler hazırlıyor, hiç düşünülüyor mu?
Ankara Korunmaya Muhtaç Çocukları Koruma Birliği’nin 34. Genel Kurulu’nda Birlik Başkanı, Ankara Valisi Vecdi Gönül, “Çocukları evcil hayvanlar kadar bile koruyamamaktayız!” diye yakınıyordu. (Ankara’da 760 çocuk korunmak için sırada, Hürriyet, 1 Mart 1980). “Evcil hayvan” deyince, Melih Cevdet Anday, Paris’te OECD’ce düzenlenen bir toplantıya katılmış, izlenimlerini de yazmıştı. (Bilimsel Bir Toplantı, Cumhuriyet 28 Mart 1980). Yazısının son bölümünde ince ince iğneleyerek (!) şöyle yazıyordu Anday:
“Bir arkadaşıma, bir arkadaşı, ‘Tavuk yetiştirmek için bile bir kitap alırız da, sıra çocuk yetiştirmeye gelince buna gerek duymayız’ demiş diye dinlemiştim. Ben de o zaman gazetemde ‘Tavukçuluk kitabı, çocuk yetiştirmek için de yeterlidir’ yazdımdı. Nedir tavukçuluğun temeli: Önce tavuğu hastalıklardan (ölümden) korumak, sonra da ondan verim almak değil mi? Biz de çocuklarımız için sadece bunu düşünmüyor muyuz? Yaşasın ve eli ekmek tutsun (birçok aile de ‘Bize yardımcı olsun’). İşte bu! Demek biz, çocuk yetiştirme konusunda tavukçuluktan bir adım ilerde değiliz.”
İlgili yakınıyor, ilgisiz yakınıyor. Yetkili yakınıyor, yetkisiz yakınıyor. Öğretmen yakınıyor, Vali yakınıyor. Evet haklısınız; ama bu çocukların hiç mi hakkı yok? Aristo’nun “doğru orta”sını nasıl bulacağız ? Bunun bir yolu olmalı değil mi… Hep eleştiri, hep yakınma… Çözüm aydan, uzaydan mı gelecek? Ta 1909’da, Meşrutiyet ardı Anadolusunu görüp-gözlemlemek amacıyla dört buçuk yıl sürecek bir Anadolu gezisine çıkan “İkinci Evliya Çelebi’miz” Ahmet Şerif Ankara’ya gelecekti. Ankara’dan gazetesi Tanin’e gönderdiği mektuplarda 90 yıl öncesi Anadolusundan yükselen tek sesin “yakınma” olduğunu belirtiyordu! Sonra sözü, bütün bu sıkıntıların çözüme bağlanması işinde temel önemdeki yeriyle, olmayan “maarif”e getiriyordu. (Ahmet Şerif, Anadolu’da Tanin, Haz.: Mehmet Çetin Börekçi, Kavram Yayınları, İstanbul 1977, genişletilmiş ikinci bası, TTK Ankara 1999). Yıllar yılları, kuşaklar kuşakları kovalıyor değişen bir şey yok! Yakın uzak yakınan yakınana!..
Balolu, kermesli, düğün dernek havasındaki düzenlemelerle yardımsever kadınlar, iyi yürekli amcalar, ağabeyler tüm bağışçı kuruluşlar geçici bir mutluluğu yaşaya dursunlar, herkesin gözü önünde sokak hükmünü yürütüyor bu çocuklar üzerinde. 3000’i aşkın çocuğun korunmak için sırada beklediği Ankara’da geçen yıl bu çocuklarla ilgili bir TV. Programında otobüs terminalinde betonlar üzerinde yatıp kalkan çocukları izledik. İçli sesiyle söylediği türküyü dinledik birinin. Sonra gazeteler o çocuğun kaybolduğunu yazdılar. “Bağrı yanık Halit” arkadaşlarının dediğine göre, kalantor bir adamla İstanbul’a gitmiş. “Sahibi”ni bulmuş yani. Öyle anlatıyorlar…
Gazi Çiftliği Kız Yetiştirme Yurdu’nda 189 kız çocuğu barınıyor. Yaşları 7-18 arasında değişen bu çocuklar, 5 ayrı gruba ayrılmışlar. Her gruba bir ana bakıyor. Yurtta 4 öğretmen var. Ayrıca bir ruh sağlığı, iki sosyal hizmet uzmanı, iki hemşire, bir doktor var. Ne iyi…
1960’ta yatılı bölge okulundan dönüştürülen yurtta 54’ü ilköğrenimde, 48’i ortaokulda, 2’si lisede, 18’i sağlık meslek lisesinde okuyan öğrenci barınıyor. Ayrıca 19’u koruyucu aile yanında, 32’si yine koruyucu aile yanında kalan, ancak korunma kararlarının kaldırılması için başvurulan çocuk ve genç bulunuyor. Bu çocuklar, daha önce ailelerince değişik nedenlerle yurda verilmiş, sonra ailedeki iyiye yönelik gelişmeler sonucu yeniden evlerine alınmışlar. Yurtta sürekli bakıma ve ilgiye gereksinme duyan üç yatalak kız çocuğu var. İkisi kardeş. Ne yazık ki organlarının kimisi yok bu yavruların. Elleri kolları çubuk kadar, incecik… Sessiz, dipsiz kuyu bakışlı üçü de… Üstleri yarı açık yataklarında bakınıyorlar öyle… Hiçbir gereksinimlerini kendileri karşılayamayan bu çocuklara özel beslenme düzeni uygulanması gerekiyormuş. Türkiye’de bu gibi özel bakım ve eğitime muhtaç çocukları koruyacak kurum bulunmadığı için, aşağı yukarı her yurtta bu konumda çocuklar bulunuyor. Dört de zekâ geriliği olan çocuk var yurtta; 23 yaşında bir genç kız biri…
Tüm yurtlarda olduğu gibi, burada da pek çok toplumsal yaraya tanık olmuş, yaşamış çocuklar barınıyor. Uyuyan babasını balta ile keserek öldüren annesini görmüş küçük kız, ancak bir yıl sonra olayın etkisinden kurtulabilmiş!.. Yurt doktorunun anlattığına göre, bir yıldır birlikçe yağ, yumurta, yoğurt verilememiş. Harçlık da. Öğrenciler yardımla giyiniyor, yardımla besleniyor!.. Çocuklar yardım yoluyla gelen giysileri dikiş-nakış işliğinde üstlerine uyduruyorlar.
Genellikle düzenli, temiz görünüyor yurt. Müfettiş gelecek haberine ayağa kalkılmış gibi bir hal var ortalıkta. Ya da bana öyle geliyor. “Protokol bölgesi”nde yer aldığı söylenen bu yurda Danimarka Sosyal Güvenlik Bakanı Eva da gelmiş. Hani şu bizim ilgili bakanımızın kendisine şiir yazdığı kadın bakan… Çok “beğenmiş” yurdu. Ülkesine döner dönmez, yazı tahtası ile tebeşir göndermiş! Kızılcahamam’da yurdun duvarlarında yazı tahtalarının yalnızca izi vardı. Bir zengince yedi yılda yaptırılan, içine henüz girilmeyen lisenin sınıflarına takmak üzere sökmüşler(di) yurdun yazı tahtalarını…
Yurt yeşil, dingin bir doğada, Atatürk Orman Çiftliği toprakları üzerinde yerleşmiş. Yapılar da ortam gibi, Cumhuriyet’in ilk yıllarından. Mimari ve tarihsel değerleri var. İşin bu yanı ayrı, apayrı incelemelerin konusu… Yurdun gereksinmelerinin büyük bir bölümü dernek, vakıf vb. kuruluşların düzenlediği “kermes”lerden, “gün”lerden karşılanıyor. Burada da böylesi bir kuruluşun simgesi, yurt yapısının duvarına yerleştirilmiş. Reklam insanın, insana yapılan yatırım ve yardımın önünde her yerde olduğu gibi!..
Bu yurdun geleceğin analarını koruyup kollama, onları yarına hazırlama gibi bir görevle de karşı karşıya olduğu düşünülünce yükü ve sorumluluğunun katlanarak arttığı ortada. Temel görev, buradaki insanları, yarının analarını, kadın yurttaşlarını en az sorunlu insanlar olarak; ama öncelikle sorun çözme yeti ve istenciyle donatarak, özgüven ve yaşama gücü vererek topluma kazandırmak…
On sekizini yeni doldurmuş Z. İle konuştuk.
“Nişanlandım” diyor. Kendi yuvasını kuracağını düşünerek seviniyor. Bu çocukların tümünde de ev-ocak bir düşü bir yurtsamaya dönüşmüş. Yaralı gönüllerini sıcak bir yuvanın ruhları yelpazeleyen sıtmasıyla avutuyorlar, çok haklı olarak… Gözleri ipiliyor onun da. “Nereye gideceksin?” diyorum. Bildiği, kendisini isteyenin Adana’da bir fabrikası olduğu, bundan sonra rahat edeceği… Yöneticiler de ondan farklı düşünmüyorlar bu konuda. Demek iletişim ve ilişki içindeler, güvenmelerini gerektiren sağlıklı bir arka alanı var işin. Öyle “istihbarat yapılmış”. Yurt yönetimi ve Birlik eşgüdüm içinde yapıyormuş bu işi… Tabii karşı taraf Birlik yönetimleri ve yurt sorumluları ile işbirliği içinde. Nasıl “istihbarat” yapılmıştır bilinmez; ama “Fabrikatör M.” İle değil, otuzunu geçmiş kaloriferci D. İle evlidir artık Z. Kız. On sekizini yeni bitirmiş ağzı var dili yok Z.yi kaloriferci D. Mutlu eder, mutlu olurlar birlikte umalım. Bir gün arkadaşlarına mektup yazarsa anlaşılır hali onun da, mutlu mudur, “yurttan çıkayım da ne olursa olsun” demek kurtuluş mudur?..
Yurt “istihbarat”ı öyle yaptığına göre gidenin ardını araştıracak, izleyecek de değildir. Yuva nedir, nasıl kurulur; nişan nedir, evlilik nedir, nasıl bir kurumdur… Yaşam nedir, gördüklerinin, yaşadıklarının ötesindeki, arkasındaki “gerçek” nasıl bir şeydir… Öyle uzak, öyle bilinmez bu çocuklar için. O gerçeğin, yaşamın acılarının ortasından geldikleri halde, onunla savaşma gücü ve yeteneğiyle donatılamayan çocuklar. Yaşamı, dünyayı sevmeyi unutmuş, acının ve bırakılmışlığın kız kardeşi çocuklar. Kendilerine sağlıklı seçenekler sunulamadığı, sunulmadığı için yasalarda “aile ocağı” görevi göreceği yazılı bu yurtlardan “kaçma”yı kurtuluş beller olmuşlar.
Yurtta büyüyüp evlenmiş bir kız çocuğu daha. Sonradan bırakılmış. Bırakmış… Kendi çocuğunu da yurda vermek zorunda kalmış! Acıların darasını düşün, kalan yine acılar bu çocukların hayat terazisinde… Erkek çocukları barındıran yurtlarda, tam tersine yurtta kalmak düşüncesi ağır basarken, kızlarda yurttan bir an önce ayrılma özlemi ve beklentisi var. Var ya işte sonuç! İşsizliğin özgürlüğü erkek çocuklar için hiç çekici değil. Onlar işsizliğin özgürlük değil, “mahpusluk” olduğunu biliyorlar. Nâzım’ın dizelerini bilmeseler de… Ama kızlar, toplumumuzun bir önyargısının bukağısına bağlılar burada da… Evlenirim, kocam bana bakar!.. Baksaydı çocuk yaşta anne olmuş K.’nin ne işi vardı yeniden yurtta. Yaşama yanlış hazırlandıklarını açıkça görebiliyorsunuz bu gençlerin. Yaşamı göğüslemek için gerekli yaşamsal donanımla yüklü değiller. Tek başlarına hiçbir sorunu çözemeyecekleri gibi yanlış kanı içindeler! Tüm özlemleri “fotoroman” kaynaklı, “arabesk” çözümlere kilitli! Varsa yoksa “yuva kurmak”! Ama öyle dikenli, tuzaklı bir yol ki bu. Öyle bir kısırdöngü, çıkmaz ki… Örneği yanı başımızda dikiliyor! Devletin kolu pek uzanamıyor o dikenlere, tuzaklara… Görünen ve deneyim dağarına yazılan odur en azından. Bu çocukların bize, topluma, toplumu oluşturan bireylere, onlar adına iş gören kamu kurumlarına en değerli bir “emanet” olduğunu görüp, gereğini yapmadığımız için de aynı gençlerin başına gelen gibi, bizim kamusal yaşamımız da, gençliğinde ne ise yaşlılığında da o olmak talihsizliğinden kurtulamıyor… Bunu göremiyorduk, görmek istemiyorduk.
Bir başka örnek daha: H. Ş.’nin kısa öyküsü:
- çok güzel bir kızdır. 1978’de birdenbire kaybolur. Yurt yakınındaki bir “büyük” otele düşer yolu! Otelin bir çalışanı H.’yi evine götürür. 20 gün alıkoyar evinde. Bir senatörün oğludur, yurt yöneticilerinin söylediklerine göre. Yurt yönetimi H.’yi arayadursun, yurttan daha önce ayrılmış kızlar haber verirler yerini. Onlar her durum ve koşulda haberlidir birbirinden. Yurt müdürü ve doktoru H.’yi kaldığı evden alır getirirler. “Sana evlatlık verelim,” derler senatör babaya. Gitmek istemez H. Kız. Senatör diretir, “İlle bana evlatlık vereceksiniz H.’yi!..” diye. Tehditler savurur… Bu işler böyle mi olur, bu mudur yolu ve yöntemi, bu kerte yaşamsal bir işin? Onu sormayacaksınız… Yurt yönetimi, başta yapması gerekeni sonda yapmaya kalktığı için elbet sonuç alamayacaktır. Ankara Korunmaya Muhtaç Çocukları Koruma Birliği Başkanlığı’na (Valiliğe) başvurmuşlar. Valilik Özel Eğitim Bürosu’ndan gelen yanıt, ilgilinin “dokunulmazlığı olduğu, yargıya başvurulması…” gerektiği biçiminde olmuş.
Çocuklara dokunabilirsiniz, babalara asla, hele senatör babalara!..
Bu arada, H. Yurttan çıkarılır, ailesine teslim edilir. Tabii ön kapıdan girip, arka kapıdan kaçar H. Kız. En son ve taze haber bir telefondur yurda: “Amerikalıların yanındayım. 18 yaşımı doldurduğuma ilişkin bir belge istiyorum!” Dikmen sırtlarında bir fotoğrafçının vitrinindeki saçları sarıya boyalı güzel kadın anlatmaktadır bu öykünün sonrasını… İçinden baktığı yaldızlı çerçevesinden…
(Ankara, 1979-1982)
* Öğretmen