Nüfus Artışını, Büyük İnsanlığın Doğaya Egemenliği Dengeleyecektir

İnsanlık tarihi boyunca doğum-ölüm hızları arasındaki fark, dünya nüfusunun artışını belirledi. Tüm toplumlarda yüksek doğum hızı; topluluğun, ailenin devamını sağlaması, bunların etkinliğini, gücünü gösterme gereksinimi yanı sıra, tarım üretiminin emek gücüne dayanmasından ötürü uzun bir dönem sürdü. Bu dönem boyunca beslenme yetersizliği, salgın hastalıklar, doğal felaketler, savaşlar, barınma koşullarının elverişsizliği, giyecek azlığı gibi nedenlerden ötürü ölüm hızı da yüksek düzeyini korudu. Uzun dönem süresince görülen yüksek doğum-ölüm hızları sonucu, dünya nüfusunun artışı çok düşük düzeyde gerçekleşti(1).
Yakın dönem kayıtlarından yapılan tahminlere göre Miladın birinci yılındaki dünya nüfusu 300 milyondu. Yanılma payı bulunan bu tahmin temel alındığında, dünya nüfusunun yüksek doğum-ölüm hızları geçerliliğinde iki katına ulaşması 1750’li yıllarda oldu. Aynı çalışmalar Milattan önceki dönem içinde dünya nüfusunun ikiye katlanma süresinin 2000 yıl olduğunu tahmin ediyor, artık nüfusun ikiye katlanma süresinin azaldığını gösteriyordu (2).
Büyük imparatorlukların din kurumu kaynaklı (Müslümanlıkta yok) nüfus kayıt sistemi verileri, 1700’li yıllardan sonra dünya nüfusunun büyüklüğü, artış hızı, ikiye katlanma süresi konusundaki bilgilerin güvenirliğini artırdı. Öte yandan bu yıllardan başlamak üzere 1935-1955 dönemine kadar gelişmiş-azgelişmiş ülkelerin nüfuslanma biçimi farklılaştı. Bu yıllara kadar azgelişmiş ülkelerde, süregelen yüksek doğum-ölüm hızı örüntüsüne bağlı olarak egemen biçim olan düşük hızlı nüfus artışı devam etti. Buna karşın günümüz gelişmiş ülkelerinde, 1750’lerde başlayan sanayileşme kaynaklı olmak üzere ölüm hızlarının düşürülmeye başlamasından ötürü geleneksel örüntünün dışında bir nüfuslanma başladı. 1750-1900 dönemi içinde nüfus artışının bu ülkelerde yüzde 1’e ulaşması, hatta değişik zamanlarda yüzde 1,3 düzeyinde olması, bu ülkelerin nüfusunun 70 yıl ya da daha az bir zamanda ikiye katlanmasına neden oldu. İnsanlık tarihinde şimdiye değin görülmeyen bu nüfus artışı ile nasıl baş edileceği başta din kurumu yetkilileri olmak üzere, üniversitelerde, siyasal çevrelerde etkin biçimde tartışılmaya başlandı.
Tartışmanın ilginç örnekleri olan İngiltere’deki “fakirlik yasası”, Malthus’un “Nüfus ilkeleri üzerine bir deneme”si Avrupa’da nüfusun daha öncesine göre hızlı arttığı bu dönemde oluştu. Örneklerin temel dayanağı, toprağın sınırlı olmasına karşın, insanın üreme yeteneğinin sınırı olmadığıydı. Buna göre gıda üretiminin aritmetik, nüfus artışının ise geometrik olarak artacağını ileri süren Malthus, hayvanlardan, bitkilerden farklı, dünyanın her yerinde her zaman üreme yeteneği olan insanın üreme biçimini yeni bir düzene sokma gereği üzerindeki fikirlerini oluşturdu. Malthus hızlı nüfus artışını “önleyici kontrol” ya da “moral sakınma” dediği; evliliğin geciktirilmesi, koşulları uygun olmayanların hiç evlenmemesi, kadınların evlilik dışı cinsel ilişkilerden mümkün olduğunca kaçınmalarının önleyeceğini ileri sürdü. O’na göre toplumlar, önleyici kontrolleri yaşamlarında egemen kıldıkları sürece mutlu bir yaşamı sürdürebilirlerdi. Aksi halde insan ömrünü kısaltan, yaşamı çekilmez kılan “pozitif kontrol” olarak tanımladığı, bazılarının doğa kanunu, bazılarınınsa insanların kendilerinin yarattığı, açlıkkıtlık, salgın hastalıklar, savaşların görülmesiyle, büyük nüfus kayıpları olabilirdi(3) .
Malthus, insanların fakirliğinin, sefaletinin temel nedeni olarak nüfus baskısını gördü, çözümü ise insanların “moral sakınma” çerçevesinde yaşamalarına bağladı. Eleştirel bir gözle bakıldığında, Malthus’un sefaletin nedeni olarak üretim araçlarının mülkiyetinin sahipliğini, sosyal sınıfların varlığını, gelirin adil olmayan dağılımını ele almadığı, bunları hiç tartışmadığı hemen görülür.
Avrupa’da ekonomik alanda görülen ilerlemeler açlığı, gıda kıtlığını azalttı, daha iyi beslenme koşulları genç nüfusun ölümlerinin zaman içinde hızının düşmesini sağladı. Öte yandan sağlık alanındaki uygulamalar da tüm yaş gruplarındaki nüfusun ölüm hızlarını düşürdü, hayatta kalma olasılıklarını artırdı. Her kuşağın yaşanan yıllar havuzuna katkısının artması, doğuştaki yaşam umudunu eskiye göre hem değiştirdi hem de yükseltti. Yüksek doğurganlık; sanayileşmenin temeli olan kitle eğitim sorununun çözümlenmesi, kadının çalışma yaşamına katılımı, aile gelirinin artması, yeni kentsel yaşam biçiminin oluşması, ebeveynlerin çocuklara verdiği ekonomik değerin, psikolojik değere dönüşümü sonucu düşük hızda yeni bir dengeye ulaştı. Bu ülkelerde yaklaşık 100- 150 yıl içinde yüksek doğum-ölüm hızlarından, düşük düzeydeki doğum-ölüm hızlarına geçişle birlikte düşük nüfus artışı başladı, bu dönüşümü açıklayan nüfussal dönüşüm kuramı 1947’de C.P. Blacker(4) tarafından beş aşamalı olarak ileri sürüldü. Kuram daha sonra nüfusbilimciler arasında üç aşamalı olarak büyük kabul gördü(5).
Kuramın ilk evresi 1940’lı yıllarda azgelişmiş ülkelerin yaşadığı örüntüyü de açıklıyordu. O yıllarda sorulan soru, “- Az gelişmiş ülkelerdeki dönüşüm nasıl olacaktı?”. Sosyal bilimlerde o yıllarda hiçbir bilimcinin tahmin edemediği büyük dönüşüm 1935-1955 döneminde azgelişmiş ülkelerin ölüm hızlarındaki ani düşüşte görüldü. Az gelişmiş ülkelerdeki ölüm hızı düşüşünü, sanayileşmiş ülkelerin geliştirdiği tıbbi teknoloji olanaklarının, etkin halk sağlığı hizmetleriyle halkın ayağına götürülmesi sağladı. Zamanı, hızı farklı biçimde olmak üzere azgelişmiş ülkelerde ölüm hızlarının örüntüsü yirmi yıl içinde birden değişti(6); fakat doğurganlık yüksek düzeyini koruduğu için bu ülkelerde nüfus artışı, tarihte görülmeyen hızda (%2,5-3) artmaya başladı. Azgelişmiş ülkelerde nüfusun 24-28 yılda ikiye katlanmasının yarattığı, şimdiye değin görülmeyen nüfuslanma, büyük tartışmayı başlattı: Nereye gidiyoruz?
Nüfus patlaması olarak tanımlanan olayın ne kadar süreceği, dünya nüfusunun ulaşacağı büyüklüğün getireceği sorunlar konu ile ilgili çevrelerde büyük heyecan uyandırdı. Hızlı nüfus artışının sürmesi halinde, dünya kaynaklarının ciddi biçimde zorlanacağı, gelişmekte olan ülkelerde yetersiz olan ekonomik koşulların sefalete dönüşeceği, çevre koşullarının hızla kötüleşeceği yapılan tartışmaların özünü oluşturdu. Sonuçta tartışmacılar iki zıt görüşe ayrıldı. Birinci gruptakiler nüfus artış hızını kısıtlamaya yönelik politikaların uygulanmasını, bunun için kaynak ayrılmasını önerdi. İkinciler ise dönemin nüfus artış hızını oluşturan doğum-ölüm hızları örüntüsünü zaman boyutlu olarak incelediler, kaygının gereksiz olduğunu ileri sürdüler. Kuramsal açıklamalarına göre gelişmekte olan ülkelerde de, Batı ülkelerindeki nüfussal dönüşüme uygun biçimde ölümlülükte olduğu gibi doğurganlıkta zaman içinde düşecek, nüfus artış hızı da buna uygun olarak azalacaktı(7).
1900-1950 döneminde dünya nüfusu 1,6 milyardan, 2,5 milyara yükselmişti; fakat beklenilmeyen nüfus artışı azgelişmiş ülkelerdeki doğum-ölüm hızlarının en çok olduğu 1955’den sonra görülmeye başladı. 1970 yılında dünya nüfusu yıllık ortalama yüzde 1,9’luk artışla 3,6 milyara ulaştı. Böyle bir artışla dünya nüfusu 36 yıl sonra (2006’da) iki katına ulaşacaktı. İşin ilginç yanı bu nüfusun büyük çoğunluğu genç nüfus olarak az gelişmiş ülkelerde olacak, çalışma çağı nüfusunun bu ülkelerde yeterli sanayileşme olmadığı için istihdam sorunları artacaktı (Grafik 1).
1960’lı yıllardan başlamak üzere değişik ülkeler, ekonomik planlama sürecine nüfus planlamasını sokmaya başladı. Bazı ülkelerde ise etkin aile planlaması hizmetleriyle hızlı nüfus artışının durdurulabileceği hipotezini test eden model uygulamaya kondu. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’de kamu öncülüğünde ailelerin sahip olacağı çocuk sayısını belirleyen politika 1970’li yılların ikinci yarısında etkin biçimde uygulanmaya başlandı.
Dünya ölçeğinde doğurganlıktaki değişimin ne olduğunu görebilmek için Dünya Doğurganlık Araştırması 1980 öncesinde çoğu ülkede tamamlandı. Araştırma sonucuna göre doğurganlıkta düşmenin ülkemizde olduğu gibi(9) bir dizi az gelişmiş ülkede de başladığı görüldü. Öte yandan 1980’li yıllarda nüfus-ekonomik büyüme konusunda yeni bir anlayış ortaya atıldı. 1980’li yıllarda birçok ülkede yönetime gelen liberal hükümetler; yerinden yönetime, hükümet dışı kuruluşlara, özelleştirme yaparak özel kesime kaynak aktarmaya özel önem atfediyordu. Kapitalist bloğun ilişkilerini serbest pazar anlayışı çerçevesinde uluslararası ticareti artırma amacıyla yeniden tanımlama, kurgulama çalışmaları başlatıldı. Bunların sonucu olarak gelişmekte olan ülkelerde özellikle planlamaya dayalı nüfus-ekonomik büyüme politikalarının yetersizliği, kamunun ailelerin sahip olacağı çocuk sayısının Çin’de olduğu gibi belirlenmesinin gereksiz olduğu uluslararası platforma taşındı. Konu ilk olarak 1994 Kahire Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı’nda tartışıldı, yeni bir büyüme anlayışının kavramlaştırılmasına, bunun içinin doldurulmasına çalışıldı(10). Nüfus konusunda yeni sorun alanı olarak gelişmiş ülkelerdeki yaşlanan nüfus, gelişmekte olan ülkelerde hızlı nüfus artışı, genç nüfusun sorunları ile göç ve sığınmacı konuları belirlendi. Nüfussal süreçlerin, nüfus yapısının; çevre, eğitim, insan hakları, sosyo-ekonomik büyüme gibi alanlarla olan karşılıklı etkileşimleri yeni nüfus-ekonomik büyüme anlayışı olarak kabul edildi(11).
Yeni anlayış içinde nüfusun ikiye katlanması değil, dünya nüfusuna bir milyar insanın kaç yılda ekleneceği, toplam nüfusun tüketim çılgınlığı içinde gereksinimlerinin nasıl karşılanacağı tartışılmaya başlandı. Doğurganlığın düşmesine karşın, nüfusun yaş yapısının momentinden ötürü nüfus artışı sürdüğü için dünya nüfusuna bir milyar nüfusun eklenme süresi kısalıyordu. Kısa zamanda dünya nüfusuna eklenen bir milyar nüfusla birlikte toplam nüfusun, tüketim çılgınlığını sürdürecek enerji kaynaklarının yokluğunun nüfus artışını sınırlayacağı görüşü tartışılmaya başlandı(12).
Malthus geometrik hızla artan nüfusa, aritmetik hızla artan gıdanın yetmeyeceğini, yeni yaşam biçiminin ne olması gerektiğini ortaya koymuştu. Şimdikiler ise dünya nüfusuna eklenecek milyar nüfusun, enerji kaynaklarının azlığından ötürü süresinin uzayabileceğini; fakat ulaşılan dünya nüfusunun “yeni pozitif kontrol” etkisinde kalacağını söylüyorlar. Bunların başında mevcut sera gazı salışları sürerse, küresel sıcaklıkların artacağı, buzulların eriyeceği, büyük afetlerin yaşanacağı görüşü geliyor. İşin ilginç yanı Dünya Meteoroloji Örgütü’nün verilerine göre sera gazı salışlarının, 2010 yılında yüzde 5,9’la insanlık tarihinin en yüksek düzeyine ulaştığı belirtildi. Öte yandan 1950’li yıllardan bu yana dünyanın ortalama sıcaklığının bir derece artışını belirleyen Berkeley çalışma grubu, bu artışın temel nedeninin insan-doğa etkinliğinden kaynaklandığını ileri sürüyor. Son olarak Birleşmiş Milletler’in desteklediği Hükümetler-arası İklim Değişikliği Paneli adlı çalışma grubundaki 200 bilim adamının bulgusu, küresel ısınma ile halen yaşanan beklenilmeyen hava değişiklikleri arasındaki ilişkiye dikkat çekiyordu. Yeni pozitif kontrol olarak önümüzdeki yirmi yıl içinde şiddetli yağışların sel felaketlerini artıracağı, Güney Asya’da yıkıcı yağmurların fırtınaları ikiye katlayacağı, deniz sularının kıyıları aşındırması ile kıyılardaki yer altı sularını etkileyeceği, yaygın kuraklık olaylarının daha sık yaşanacağı, sıcaklık artışının süreklilik göstereceği belirtiliyor. Hiç şüphesiz bunlardan en çok etkilenecek olanlar başta fakir ülkeler olmak üzere, yoksullar, çocuklar, yaşlılar olarak gösteriliyor.
Bu durumda “Malthus’un göremediğini, şimdikiler de göremiyor ya da görmek istemiyor mu?” sorusu ister istemez aklımıza takılıyor. 1950’den bu yana hız kazanan insan-doğa ilişkisinin denetimsizliğini artıran, küreselleşme sürecinde hızlanan tüketim örüntüsünü yaratan üretim ilişkileri nedense hiç sorgulanmıyor. Başka bir anlatımla egemen üretim biçiminin, son yıllarda süresi kısalan; fakat dalga boyu artan krizleri aşma stratejilerinin küresel ısınmayı artıran dinamikler üzerine kurulması nedense tartışılmıyor. Öte yandan yalnızca fiziksel sermaye birikimine dayalı bir büyüme modelinin, dünya görüşü farklı olan bilimciler tarafından sürdürülebilir nitelikte olmadığı, bilinen bir gerçeklik olarak da değerlendiriliyor.
Sosyolojinin iki bulgusu öğretici olması yanında bize yol göstermesi açısından çok önemli. Tüm toplumlarda temel olan iki ilişkinin varlığını; bunların insan-insan ilişkisi ile insan-doğa ilişkisi olduğunu toplumbilim ortaya koydu. Günümüzde yaşanan nüfus-ekonomik büyüme ilişkisi, üretimi; tüketimi körüklemekten başka yol önermiyor. İnsaninsan ilişkilerinde eğitim, bilgi, diğer sosyal alt yapı harcamalarına verilecek önemle birlikte, kamunun önlem aldığı sürece insanların iş-güç sahibi olacakları, gelir dağılımının düzeleceği, zengin-fakir ülkeler arasında açılan farkın kapanacağı bir sistemi, büyük insanlık, insan-insan ilişkilerinin temeli yapacak biçimde kurgulayabilir. Öznesi barış, kardeşlik olacak sistemde, şimdiye değin yapılan savunma harcamalarının yönünün yukarıdaki amaçlara yöneltilmesi, insan-insan ilişkilerine yeni bir boyut katabilir. Dünyanın en borçlu ülkelerinin (ABD ile AB ülkeleri), dünya nimetlerinden en iyi biçimde yararlanmalarını değil, büyük insanlığın dünya nimetlerinden asgari düzeyde yararlanabileceği insan-insan ilişkileri kurgulanabilir.
Bu sistemde insan mutluluk, yetkinlik duygusunu doğada bulacak, doğa ile başka bir şeyi değişmek istemeyecektir. Doğanın üstünlüğünü; kendisinin, toplumun önceliği ile birleştirme yarışında olacak büyük insanlık, daha önce yaşananları, ilişkileri değil, doğayı kendi oluşumu içinde görerek, onu denetlemenin yollarını akılla, bilimle bulma uğraşını verecektir. Sözgelimi tarımda yıllarca dayanan bitkilerden (pereniyal) ürün alınması başarıldığında hem beslenme sorunu büyük ölçekte çözümlenecek hem de yıllarca dayanan bitkilerin yaygınlaşması, karbon salımı üzerinde büyük etki yaratacaktır. Benzer şekilde nüfus artışını engelleyici olarak görülen enerji azlığı sorunu, günümüzde en çok enerjinin tüketildiği maden çıkarımındaki teknolojinin, biyolojik tekniklere kaydırılması sonucu büyük ölçekte çözümlenebilir. Enerji üretiminin yenilenebilir tekniklere(güneş, rüzgâr v.b) kaydırılması, petrole bağımlılığı azaltacak teknolojilerin geliştirilmesi, iklimin sosyal adalet çerçevesinde sabitlenmesi insanın doğa üzerindeki egemenliğini artıracaktır.
Hiç şüphesiz bu süreçte “insanlığı kutsallaşmış gelenek boyunduruğundan kurtarma güdüsü”, doğayı anlama, açıklama, onu deneyle elde ettiği bilgilerle denetleme biçiminde olgunlaşacak; fakat arkasından insan-doğa ilişkisinden ötürü yeni sorunlar bu sarmal içinde oluşacaktır. Büyük insanlık gelecek korkusunu bilimsel uğraşısı ile yendiği, başarıyı sağladığı, kültürünü bu temel üzerine kurguladığı sürece, oluşturduğu yeni insan-insan ilişkileri sayesinde nüfus artışını dengeleyebilir.
DİPNOTLAR :
1. Donalt J. Bogue: Prınciples of Demography,s:44-99, London,1969.
2. Baran Tuncer,: Ekonomik Gelişme ve Nüfus, Hacettepe Üniversitesi yayınları, Ankara, 1976.
3. Malthus, Thomas: Three Essay on Population, s.32-40, New American Library, New York,1960
4. C. P. Blacker: “ Stages in Population Growth”, Eugenics Review içinde, New York, 1947.
5. William Peterson: Population, s.11-14, New York, 1961
6. Davis Kingsley: “Az Gelişmiş Ülkelerde Ölüm Hızlarındaki Büyük Düşme”, İktisadi Kalkınma (seçme yazılar) içinde s.31-35, Ankara,1966.
7. Bu görüş yanlısı olan Frejka, azgelişmiş ülkeler için yaptığı nüfus projeksiyon çalışmalarında, nüfus artış hızının belli bir süre sonra sıfıra ulaşacağını varsaydı. Değişik doğurganlık varsayımlarına göre, yaptığı nüfus projeksiyonlarında bu ülkelerin 1980-2040 yılları arasında doğum-ölüm farkının sıfıra ulaşan modellemeleri temel aldı. Thomas Frejka: The Future of Population Growth-Alternative Paths to Equilibrium, New York, Wiley, 1973. Benzeri kabullenmeleri Dünya Bankası kendi çalışmalarında da aynı yıllarda uyguladı.
8. Arthur Haupt, ve Thomas T. Kane: Population Handbook International Edition, Population Reference Bureau’s, s.24, Washington,D.C. 1980.
9. Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü: Türkiye Doğurganlık Araştırması 1978, Ankara, 1980.
10. Devlet Planlama Teşkilatı: 1994 Kahire Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı Sonuç Bildirgesi,( basılı rapor) Ankara, 1995.
11. Turgay Ünalan: Nüfus ve Kalkınma Göstergeleri, TÜBA yayını, s.11-14, Ankara, 2003.
12. Millennium Board Bildirisi: İmkânlarımızın Ötesinde Yaşam, TÜBA, Ankara, 2009.

* Dr. Sosyolog.
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)

Tags: , ,

Arşivler