“Marka Almak” ya da “Marka Olmak”

 

Gazenfer Özcan’ın Anısına…

Günümüzde bir marka tutkusudur almış başını gidiyor. Sokaklar, caddeler tepeden tırnağa gezici reklam panolarına dönüştü(rüldü) adeta. Bunun zorla yapılmadığı bir gerçek. Herkes gönüllü soyunuyor bu işe, severek üstleniyor bu tanıtımı. Ücret almadığı gibi avuç dolusu paralarla aldığı malların bir de tanıtımını yapıyor. Tanıtım mı yoksa hava atmak mı yorumu size kalmış.

Eskiden de iyi markaların tutkunları vardı elbet. Pahalı mal kaliteli, kaliteli mal da markalı olur düşüncesi her zaman olagelmiştir. Ama şu gerçeği de unutmamak gerek. O zamanlar üretilen malların markaları çoğunlukla en içlere, zor görünür bir yerlere konulurdu. Görünür bir yere konulanlar da elden geldiğince takı yada aksesuar yardımıyla gizlenmeye çalışılırdı. Aksi halde, “görgüsüz, şımarık, züppe, sonradan görme” ile ödüllendirilmeniz(!) işten bile değildi. Zamanla markalar en göz alıcı yerlere, boyutları da giderek büyümeye başladı. Artık, bir başkasının üzerinde görüp beğenilen bir giysinin markasını merak etme durumu kalmadı. Daha karşıdan bas bas bağırıyordu, ben şu markayım diye. Yalnız bir şey merak edilir oldu. “Acaba bu gördüğüm sahtesi mi, yoksa aslı mı?”Bu durum, bir insanî zaafı da beraberinde getirdi. “Amaaan, herkesin üstünde aynısından var. Ne bu yuva çocukları gibi. Farklı bir şeyler bulmalıyım!” Tabii bulabilirseniz. Dolaşın bakalım. Oysa güçlü markalar, dünyanın en uzak köşelerine sizden çok önce gittiler bile. Zevkler çoktan tek tipleşti.

Yalnız giyim kuşamda mı oldu bu tıpkılaşma? Hayır. Saç modelleri, tırnak boyaları, aksesuarlar, yiyecekler, içecekler, dinlenen müzikler, eğlence yerleri, konuşulan diller, davranışlar… Hatta öylesine aynılaştı ki, karşılaştığınız insanların hangi ülkeden, hangi kıtadan olduğuna dair en küçük bir ipucu yakalanamaz oldu.

Oysa her kıta, her ülke, hatta aynı ülke içindeki bölgesel farklılıklar bile korunması gereken değerlerin başında gelir. Ve her toplum kendi yaşam biçimini düzenler. Örneğin çok eski dönemlerde, insanlara verilen en büyük cezalardan birisi, belli bir süre tiyatroya gitmemekti. Bir bestenin ilk dinletisi, bir sahne oyununun ilk gösterimi, bir düşünürün söyleşisi büyük bir olaydı, katılımcılar için büyük bir onurdu. Katılamayan için ise hüzün, daha ötesi büyük bir utançtı. Günümüzde ise böylesine anlamlı bir etkinliğe katılmamak, birçokları için ödül sayılsa yeridir. Günümüzde, birisini cezalandırmak istiyorsanız eğer; çok önemsediği, popüler bir sanatçıyı izlemekten, ağza alınmayacak esprilerin peşpeşe patlatıldığı bir filmden alıkoymak, belli markaları alabilecek olanaklardan mahrum etmek, yıldızı bol bir otelde tatil yaptırmamak vb. daha etkili olabilir, daha çok içini acıtabilir.

İtiraf etmeliyim ki, tüm bu yazılanlara bir Fransız’ın sözleriyle, büyük usta Gazanfer Özcan’nın yaşamını noktalayışındaki çelişki neden oldu. Sarkozy’nin kankası olarak nitelendirilen reklâmcı Jacques Seguela şöyle buyurmuş; “Eğer 50 yaşını aşmış bir erkek halâ ROLEX tak(a)mıyorsa bu hayatta çuvallamış demektir.” Bu sözleri geri kalmış bir ülke zengini ya da petrol şımarığı bir Arap Şeyhi söylese, yaşamdaki başarıyı sadece para kazanmak olarak nitelese, inanın üzerinde durmaya bile değmezdi. Ama işin içinde Fransız varsa, hele de ülkenin en tepesinde oturan yöneticinin yakın dostuysa durum değişiyor. O ülke, gerçekleştirdiği devrimle dünyaya örnek olmuş, sayısız düşünür, edebiyatçı, heykeltıraş, besteci, ressam, tiyatrocu, sinemacı, devlet adamı yetiştirmiş, diğer ülkelere örnek olmuşsa. Ve tüm bu kültür, sanat, düşün insanlarının tek düşüncesi, daha güzel bir dünya yaratmak üzerine yoğunlaşmışsa. İnsanların yaşamı ıskalamaması, daha insanca, daha kaliteli yaşaması, daha güzeli görebilmesi, daha estetik olanı seçebilmesi için elinden geleni üretmiş, ürettiklerini de insanlığa armağan etmiş eşsiz değerlerse, elbette durum değişiyor. Üzerine bir şeyler yazmak kaçınılmaz oluyor. İnsanlığa mal olmuş o insanların yaşadığı dönemlerde, en ucuzu 4.500 dolar olan kol saatleri, azman jipler ve benzeri statü aksesuarları yoktu elbet. Ama zaman içinde kendileri birer marka, ekol/okul olup çıktılar… Dönemlerinin pahalı ve göz kamaştırıcı oyuncaklarının peşinden koşuşturmadılar. Çoğu sefalet içinde, ama onurlarıyla yaşamlarını sürdürdüler. Sahip olamadıklarından ötürü hiçbirinin çuvallamadığı, eserleriyle hala yaşamlarını inatla sürdürmelerinden belli değil mi!

Benzer düşünceden hareketle, günümüzde, sayıları giderek azalsa da benzer yaşam biçimini kararlılıkla sürdürenler var elbet. Onlar da daha önceki örnekleri gibi sadece ürettikleriyle ilgilenir, kimsenin uçurtmasına kuyruk olmaz, yaşamı asla ıskalamazlar. Kesinlikle çuvallamaya da niyetleri yoktur. O kadar yoğun tempoda çalışırlar ki, havalı saatlerine bakacak, havalı otomobillerine binecek, havalı lokantalarda yemek yiyecek, havalı evlerde aylak elitlere(!) partiler verecek ne zamanları vardır ne de gereksinimleri…Yaşam biçimleriyle olduğu kadar, ölümleriyle de insanlara örnektir onlar. Son nefeslerinde bile, başarının sadece para kazanmak olduğunu zannedenlere ders vermeyi inatla ve inançla sürdürürler.

* Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi

(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)

Tags: ,

Arşivler