MADALYONUN İKİ YÜZÜ…

 

Günümüz dünyasında egemen konumdaki neo-liberal anlayış, insanları bireysel varlıklar olarak görmekte ve onları kendi çıkarını en iyi düşünenler (homoeconomicus) olarak kabul etmektedir. Bu bakış açısına göre, kendi çıkarını en üst düzeyde düşünen bireyler, bu doğrultuda eyleme geçmekte ve kendisi için en uygun yaşam koşullarını sağlamaktadır. Bu bağlamda toplum ya da toplumsal yaşam homoeconomicusların mekansal birlikteliğinden ve sayısal toplamından ibaret hale gelmektedir. Neo-liberal düşünce tarzı, bireysel hak ve özgürlükler uğruna toplumsal yaşama müdahale olmaması, özellikle de, yaşamın yeniden üretimini sağlayan ekonomik ilişkilerin devletin karışımından arındırılarak başıboş bırakılması konusunda ısrarcıdır.

Bu bakış açısı, toplumsal yaşamdaki eşitsizliklere, adaletsizliklere ve insanları toplumsal yaşamda dezavantajlı konuma düşüren birtakım biyolojik ve sosyo-kültürel özelliklere duyarsızdır. Bu duyarsızlığın bedelini en fazla ödeyenlerden biri çocuklardır. Onlar, içine doğdukları dünya hakkında henüz ne yeterli bilgiye, ne de yaşam deneyimine sahiptir. Hepsinden önemlisi ise, eşit ve adil koşullara sahip olmamalarıdır. Hal böyle iken, egemen düşüncenin “serbestlik” ve “özgürlük” anlayışının geçerli olduğu bir ortamda kurban olmaları kaçınılmazdır. Çocuk işçilik, çocukların bu bedeli ödeme biçimlerinden yalnızca biridir.

Yürürlükteki İş Yasası (4857 sayılı İş Yasası) işçi olarak en düşük çalışmaya başlama yaşını onbeş (15) olarak belirlemektedir. Çok sayıda çocuk, bu yaşı doldurur doldurmaz kendisini çalışma hayatının ortasında bulmaktadır. Bu durum, şüphesiz çocukların kendi çıkarlarını en üst düzeyde sağlamaya dönük rasyonel davranışlarının sonucu değildir. Bu çocuklar, içinde bulundukları toplumsal koşullar bakımından, başka bir seçenekleri olmadığı için işçi olmaktadır.

Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin Akdeniz Sanayi Sitesi’nde yer alan Gençlik Merkezi’ndeki çocuklar da, başka seçeneği olmadığı için, küçük yaşta işçilik yoluna koyulmak zorunda kalan çocukların yalnızca bir kesimidir. Yazının başlığında yer alan madalyon metaforunun birinci ve son derece güzel yüzünü söz konusu Gençlik Merkezi oluşturmaktadır. Öncelikle bu merkezi biraz tanıtmaya çalışalım. Merkez 19 Mayıs 2011 tarihinde açılmıştır. Burada sanayi sitesinde çalışan çocuklara yönelik çalışmalar yapılmaktadır. En başta çocuklara sağlanan barınma olanağından söz etmek gerekir. Merkeze sanayi sitesinde çalışan 15-18 yaş arasındaki çocuklar kabul edilmektedir. Çalışan çocuklar, bu merkezde, her şeyden önce, en temel gereksinimleri olan barınma olanağına kavuşmaktalar. Bu çocukların, kırsal bölgelerden ve başka illerden sanayi sitesinde iş bulup çalışmak için geldikleri göz önünde bulundurulursa, barınma konusunun önemi daha iyi anlaşılmış olacaktır. Gençlik Merkezinde çocuklara sunulan barınma olanağı onların çalışma süreleri dışında, yalnızca uyumak için uğradıkları bir yer olmanın çok ötesindedir.

Çocuklar burada son derece konforlu bir ortamda barınmaktadırlar. Gençlik merkezinin çalışan kadrosu çocukların, barınma yerinin temizliğinden, çocukların beslenmesine ve sağlığına kadar her türlü temel gereksinimleri ve sorunlarıyla yakından ve dostane bir şekilde ilgilenmektedirler. Sabah erkenden kalkıp işe giden ve akşam yorgun-argın dönen çocuklara sabah kahvaltısı ve akşam yemeği verilmekte; çocukların düzenli sağlık kontrolleri yaptırılmakta; hafta sonları çamaşırları yıkanmakta; her hafta yatakhaneleri temizlenmekte ve çarşafları yıkanmaktadır. Her gün iş dönüşü duş yapmaları ve temiz giysilerle günü sürdürmeleri titizlikle izlenmektedir. Evlerinden ve ailelerinden uzakta, çalışıp para kazanmak gibi boylarından büyük bir sorumluluk altında bulunan bu çocuklar için daha bir sürü şey yapılmaktadır.

Öyle ki, bir kadın görevli, “çocukların, boş zamanlarında, dışarıya gezmeye çıktıklarında, üzerlerine giydikleri gömleğin yakışıp yakışmadığı konusunda bile kendisinden fikir aldıklarını dile getirerek, adeta bir aile gibi olduklarını” vurguluyor.

Gençlik Merkezinde, çocuk işçilerin bu zor dönemlerinde en temel gereksinimleri olan barınma sorununu çözmenin yanında, ekteki fotoğraflarda da görüldüğü gibi onların sosyal ve kültürel gelişimlerine katkı sağlayacak çalışmalar da yapılmaktadır. Bu kapsamda, her ne kadar okumayı çok sevmeseler de, bir okuma salonu düzenlenmiştir. Bunun dışında çeşitli sanatsal ve kültürel etkinlikler, bilgisayar, müzik ve yabancı dil kursları düzenlenmektedir. Bir yandan çalışırken bir yandan da dışarıdan liseyi bitirip üniversiteye gidenler bile olmaktadır. Çocuklar burada internet erişimine de sahiptir. Gençlik merkezine gerçekleştirdiğimiz ziyaretlerde ve burada kalan çocuklarla yaptığımız görüşmelerde, çocukların böyle bir yerde kalıyor olmaktan ne kadar mutlu olduklarına, zorlu yaşam ve çalışma koşullarının üstesinden gelme motivasyonuna sahip olduklarına tanıklık ettiğimizi söylemeliyiz.

Diğer taraftan, buraya kadar dile getirdiklerimiz çocuk işçilik sorununu meşrulaştırmaya dönük bir çaba asla değildir. Buradan madalyonun ikinci ve ne yazık ki karanlık yüzüne geçerek, meselenin diğer boyutuna dikkat çekmek ve bir parça can yakıcı gerçeklikle yüzleşmek durumundayız.

Bu çocuklar zorunlu eğitimlerini tamamladıklarında ve çalışmak için en düşük yaşa geldiklerinde, vakit kaybetmeden bir iş tutup çalışmak ve böylece hem bir meslek sahibi hem de “adam” olmak onlara sunulan tek seçenektir. Bir keresinde, kardeşiyle birlikte aynı işyerinde çalışan 17 yaşındaki bir çocuğun, işyeri sahibiyle yaşadığı bazı sorunları gerekçe göstererek işten ayrılmak istediğini söylemesi üzerine işyeri sahibiyle aralarında geçen konuşmalara tanıklık etmiştik. Çocuğa, işyerinde kalıp çalışmaya devam etmesi tavsiye ediliyordu. O ise, çok kararlı bir şekilde kardeşini de alarak kesinlikle oradan ayrılacağını söylüyordu. Bunun üzerine, bu davranışının kardeşine de zarar vereceği, bu nedenle, en azından kardeşinin çalışmaya devam etmesine izin vermesi nasihat ediliyordu. Fakat çocuk kararlıydı, “başka bir işyerinde çalışmak istiyoruz, eğer orada da işler yolunda gitmezse, ben memlekete dönüp çiftçilikle uğraşırım, kardeşimi de, son çare, bir yolunu bulup geri okula göndeririz” diyordu.

Okula gitmeyi gelecek yaşamı inşa etmek için son çare olarak gören bu çocukların dile getirdiği bu tür düşünceler, onları çevreleyen toplumsal koşuların onların zihinlerinde oluşturduğu düşüncelerdir. Sanayi sitesinde çalışan çocuklar çoğunlukla kırsal kökenli ya da işçi ailelere mensuptur. Ailelerin, bir çözüm yolu olarak çocuklarını bu yola sevk etmeleri aslında içinde bulundukları toplumsal konumu perçinlemekte ve döngüsel olarak yeni nesillere aktarmaktadır. Dolayısıyla, bu ailelerden gelen çocukların erken yaşlarda çalışmaya başlaması toplumsal eşitsizliklerin yeniden üretilmesine yol açmaktadır. Diğer taraftan, aileler bu durumun baş sorumlu olarak görülmemelidir. Aileler çocuklarını erken yaşta çalışmaya gönderirken bunu bir keyfiyet içerisinde yapmamaktadırlar. Bu onların kendi toplumsal gerçekliklerini algılama biçimleri sonucu başvurdukları bir yoldur.

Kendisiyle görüşme yaptığımız Akdeniz Sanayi Sitesi Kooperatifi Başkanı ve aynı zamanda sanayi sitesinde bir işyeri de bulunan Mehmet Öztürk, 8 yıllık zorunlu eğitim sistemine geçildikten sonraki süreçte sanayi sitesinde çalışan çocuk sayısının önemli ölçüde azaldığını aktarıyor. Bu gözlem, devletin toplumsal yaşama karışımının ya da geri durmasının sonuçları açısından çok şey anlatmaktadır. Mehmet Öztürk ve görüşme yaptığımız diğer bazı işverenler kendileri açısından en temel sorunlardan birinin kalifiye işgücü eksikliği olduğunu dile getirmektedir. Sanayide çalışan çocuklarla bu eksiklik bir ölçüde giderilmeye çalışılsa da, eski yıllardaki kadar çocuk gelmemesi ve gelenlerin de yarıdan fazlasının devam etmeyip işi bırakması nedeniyle kalifiye işgücü sorununun bir türlü çözülemediğini dile getirmektedirler. Diğer taraftan, sanayideki çalışma ortamının hem sosyal açıdan hem de iş yükü açısından çocuklar için hiç de ideal koşullara sahip olmadığı işverenlerce de kabul edilmektedir. Ancak işverenlerin temel önceliği işletmelerini ayakta tutabilmektir. Mehmet Öztürk, yüksek işgücü maliyetleri, vergiler, kira bedelleri, akaryakıt giderleri ve hepsinden önemlisi işletmeler arasında yaşanan çetin rekabetin işyeri sahiplerinin ayakta kalmasını zorlayan başlıca nedenler olduğunu ifade etmektedir.

Bu durumun olumsuz etkilerinden ne yazık ki çocuk işçiler istisna değildir. Fiziksel, ruhsal ve sosyal olarak gelişim aşamasındaki bu çocuklar uzun süre çalışma, düşük ücret, olumsuz çalışma koşulları ve çevresel koşullar gibi zorluklarla bütün güçleriyle baş etmeye çalışmaktadır. Çocukların kendileriyle yaptığımız görüşmelerde, “Gençlik Merkezinde çok güzel sosyal etkinliklerin ve kursların düzenlendiğini ama yaptıkları işlerin yorucu olması nedeniyle bu tür etkinliklere katılacak enerjiyi bulamadıklarını” söylemektedirler.

Çocuklar günde en az 10 saat çalışmaktadır. Bunun karşılığında, çok düşük bir ücret almaktadırlar. Yaptıkları işler henüz gelişim çağında olan bu çocukların fiziksel kapasiteni aşmaktadır. Üstelik bu çilenin sonunda çocukları bekleyen görünür bir gelecek yoktur. İşyerleri çırak statüsünde çalıştırdığı çocuk işçilere sonrasında kalıcı bir iş sunmamaktadır. Bu nedenle, çocuklar bir süre sonra kalıcı işler bulmak için ayrılmakta ve işletmeler de onlardan boşalan yerleri yeni çocuk işçilerle doldurmaktadır.

Çocukları erken yaşlarda böylesi ağır koşullarda çalışmaya iten nedenlerin belki de en başta geleni ailelerin ekonomik durumudur. Çocukların büyük çoğunluğu yoksul ailelerden gelmektedir ve ailelerin bu çocuklardan birincil beklentisi meslek öğrenmek değil, aileye sunacakları ekonomik katkıdır. Çocuk işçilerin çoğu ellerine geçen paranın çok az bir miktarını kendileri için harcamakta geriye kalanını ailelerine vermektedirler.

Böylesi bir durumda, Gençlik Merkezinin onlara uzattığı dost eli, kuşkusuz, çok değerli ve çoğaltılması gereken bir çabadır. Bununla birlikte, bunu, sorunun kesin çözümü olarak görmek gibi bir hataya düşülmemelidir. Bu, sorunun gerçekçi bir çözümü için atılan bir ilk adımdır. Kanayan bir yaraya yapılan acil, ilk müdahaledir. kesin çözüm bundan daha ileri gitmeyi gerektirmektedir. Çünkü çocuklar Türkiye’nin her yerinde çırak adı altında çalıştırılmaktadır. Çalışma koşulları yakından incelendiğinde, bunu çıraklık eğitimi ile özdeşleştirmenin olanaklı olmadığı görülmemektedir. Çocuklar, varolan durumda, işçi olarak çalıştırılmaktadır. Buna karşın, işyerlerinde yasalara değil, bütünüyle kendilerinden üst konumda, bulunan kalfa ve ustalara tabidirler. Eğer yapılmak istenen gerçek bir çıraklık eğitimi ise, o zaman bu eğitim işyerinin dar sınırlarına ve usta ve kalfaların insfına terk edilmeyip, yasal ve kurumsal düzenlemelerle eğitim kavramının gerçek anlamına uygun bir içeriğe kavuşturulmalıdır.

(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)

Tags: , , ,

Arşivler