***
8 Mart Dünya Kadınlarının Mücadele Günü
Aynı anne karnından doğan, aynı yaşamda kalma mücadelesini veren ve aynı havayı soluyan iki farklı cinsin nasıl olup da ayırt edildiğini anlamak olanaksızdır. Anlayamasak da yüzyıllardır varolan bu eşitsizlik, kadınlar tarafından derinden hissedilmektedir. İşte 8 Mart, yalnızca hissetmekle kalmayan, yazgısına boyun eğmeyen ve haksızlığa karşı direnen kadınlar için en önemli kilometre taşıdır. 8 Mart 1857, ABD’nin New York kentinde, yüzlerce tekstil işçisi kadının, erkeklerle eşit haklara sahip olmak adına ve ölümüne mücadeleye başladıkları gündür.
“İnsan topluluğu, kadın ve erkek denilen iki cinsten oluşur. Kabil midir bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünü ilerleyebilsin ? Mümkün müdür ki, bir cismin yarısı toprağa bağlı kaldıkça, öteki yarısı göklere yükselebilsin?”
(Mustafa Kemal Atatürk, 1925)
Bu önemli günün anısına, iki önemli konuda, biri çalışma yaşamından diğer akademik çevreden iki yazarın değerlendirmeleriyle sizleri buluşturduk.
***
Tarihsel süreçte, toplumsal ilerlemenin ilk ve önemli kanıtlarından biri olarak nitelenen, Magna Carta, gerçekte kadınlar ve erkekler arasında ayrımcılık yaratan ve kadının statüsünü erkeğe göre ikincilleştiren uygulamaların da ilkini oluşturmuştur. Feodalizmin yıkılmasıyla birlikte, kralın yetkileri sınırlanırken, seçme ve seçilme de sadece mülk sahibi erkeklere tanınan bir yurttaşlık hakkı olarak düzenlenmiştir.
Kadınların “Büyük Toplumsal Sözleşmenin” tarafı olan yurttaşlardan ayrı ve farklı olduklarını ortaya koyan bu uygulama, bir yandan kadınlar için başka eşitsizliklere yol açarken, bir yandan da kadınların içinde bulundukları durumu sorgulamalarına ve mücadele etmelerine neden olan diyalektik bir süreci başlatmıştır.
Kadınların, dünyanın tüm ülkelerinde siyasal hakları için örgütlenerek, siyah erkeklerden de sonra ve ancak aşamalı olarak seçme ve seçilme hakkını elde etmeleri ile ilgili mücadeleleri; kadın ve çocuk emeğinin sömürüsüne karşı mücadeleleri ile koşut bir nitelik kazanmıştır.
Kadınlar, sanayi devrimi öncesinde başlayan ve sanayi devrimi ile birlikte hızlanan bir süreçte üretim alanına girmiş ve vahşi kapitalist dönemde yoğun bir emek sömürüsü altında çalışmak zorunda kalmışlardır.
Avrupa’da ve ABD’de, çalışma sürelerinin uzunluğu ve ücret eşitsizliğinin ulaştığı dayanılmaz boyut çalışan kadınların başkaldırmasına neden olmuştur.
İnsanlık dışı çalışma koşulları ve düşük ücret, 1800’lerden başlayarak günümüze dek kadın ve emek hareketinin mücadele alanını belirlemiştir.
Türkiye’de kadınlar, 5 Aralık 1934’de genel seçimlere katılma, milletvekili seçme ve seçilme hakkını birlikte kazandılar.
Türkiye’de kadınların, yeni ve genç bir cumhuriyetin yurttaşlarına tanıdığı bir hak olarak siyasal haklarına kolayca ulaştığı, bu hakların mücadele edilerek elde edilmediği, seçme ve seçilme hakkının kadınlara “verildiği” yaygın bir söylemdir. Kimi zaman kadınların siyasal katılımının düşüklüğüne ilişkin değerlendirmeler, bu hakların içselleştirilmemiş olması nedeniyle etkin kullanılmamasına bağlanır. Oysa, kadınların, aydınlanma devrimleri öncesinde yürüttükleri mücadele çoğu kez karanlıkta kalmış bir konudur. İşçi hareketleri gibi, kadınların hareketleri ve mücadeleleri de, görmezden gelinmiştir. Cumhuriyet öncesi dönemde de kadınlar, dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi, toplumsal yaşama katılma yönündeki istemlerini dile getirmişler ve bu amaçla örgütlenmişlerdir. Yaygın kanının tersine, geride güçsüz de olsa bir kadın hareketinin varlığından söz etmek olanaklıdır.
Bugün Türkiye, BM ve AB’nin temel haklara ilişkin birçok sözleşmesini onaylamış, Yurttaşlık Yasasında kadınlar için eşitsizlik yaratan maddeleri görece ayıklamış, Anayasası’nda “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır” hükmünü ekleyerek aile ölçeğinde de olsa anayasal eşitliği sağlamıştır.
Oysa, gerçek yaşamda kadının eşitsiz konumu ve toplumsal yaşamdaki ikincil durumu varlığını korumaktadır. Türkiye’de bugün nüfusun yarısını oluşturan kadınlar, eşitsiz, ikincil ve kimi zaman da yaşamını yitirdiği ölümcül koşullarda varlıklarını sürdürmek zorundadır.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)’nin, 2008 İnsani Gelişme Raporu, Türkiye’de kadın hakları konusunda atılması gerekli birçok adım olduğunu göstermektedir.
2009 yılının son aylarında açıklanan Raporun, doğumda yaşam beklentisi, yetişkin okur yazarlığı, bütünleştirilmiş brüt ilk ve ortaöğretim okullaşma oranı, kişi başına düşen gayri safi yurtiçi hasıla gibi kriterler göz önünde tutularak yapılan HDI sıralamasında (İnsani Gelişme İndeksi) Türkiye 2008 yılında 182 ülke arasında 70. sırada yer alırken, OECD ülkeleri arasında sıralamaya girememiştir.
Toplumsal Cinsiyete Göre İnsani Gelişme İndeksi (GDI) rakamlarına göre Türkiye’nin yeri 155 ülke arasında 71. sıradadır.
Parlamentoda temsil oranı, yasa yapıcı ve karar alma süreçlerinde bulunan ve üst düzey yönetici kadın oranı, profesyonel ve teknik alanda çalışan kadın oranı, kadın gelirinin erkek gelirine oranı gibi göstergeleri tanımlayan GEM “Cinsiyet Güçlendirme Ölçütü’ne göre yapılan sıralamada Türkiye, Norveç’in birinci, Yemen’in sonuncu olduğu 109 ülke arasında 101. sırada yer almıştır.
Rapora göre, Türkiye’de kadın okumaz yazmazlığı yüzde 20, erkek okumaz yazmazlığı yüzde 5 dolayındadır. (Okur yazarlık oranı, kadın için 81,3; erkek için 96,2) Eğitimdeki sıralamada tüm gelişmiş ülkelerin gerisinde bulunan Türkiye’de kadınların toplumsal zenginlikten aldıkları pay da düşük orandadır. Erkeklerin kazancı, satın alma gücü paritesi ile 20.441 dolar; kadınların kazancı ise 5.352 dolardır. Önceki dönemde 11.408 dolar olan erkeklerin geliri son beş yılda 10 bin dolar artarken, önceki dönemde 4.038 dolar olan kadınların gelirindeki artış bin dolardan biraz fazladır. Buna göre kadınlar, erkeklerin gelirinin ancak yüzde 37’si düzeyinde gelir elde etmektedir.
KADININ EŞİTSİZ KONUMU
Anaerkil aile düzeninin geçerli olduğu ilkel komünal toplumdan bu yana, günümüze dek kadın erkek ilişkileri eşitsiz bir gelişme göstermiştir ve günümüzde de yaşanan kadınla ilgili eşitsiz durumun kaynağını oluşturmaktadır.
Günümüzde kapitalist üretim ilişkilerinin belirlediği, yeni liberal politikaların derinleştirdiği koşullarda, geçmişten gelen bu eşitsizliklerle birlikte, kadını (ve erkeği birlikte) etkileyen çok daha ağır başka sorunlar gündemdedir.
Kapitalizmin yarattığı sınıfsal eşitsizlikler, kadın-erkek eşitsizliğini sürekli kılarken, kadının özgürleşmesi konusunu da bu kısır döngü içinde olanaksızlaştırmaktadır.
Günümüzde, kadının özgürleşmesinin, kadının bireyselleşmesinin ekonomik bağımsızlıkla olanaklı olduğu herkesin ortaklaştığı bir konudur.
Ancak, kapitalist sistem kadına bu olanağı sağlayacak çalışma hakkına ulaşmada kadının eşitsiz koşullarını daha da ağırlaştırmaktadır.
Hem üretim ilişkileri alanında hem de üretimin örgütlenme aşamasında var olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmadıkça kadının kurtuluşundan söz etmek olanaklı değildir.
Bu sistem içinde mülkiyet sahipliği de, kadının içinde yer aldığı eşitsiz ve en düşük göstergelere sahip olduğu alanlardan birini oluşturmaktadır. Kadınların, üretime yoğun katılımlarına, yarattıkları katma değere karşın, dünya genelinde zenginlikten aldıkları pay yüzde 1’ler düzeyindedir.
Kadınların kendi görüşlerini duyurabilmeleri, kendi yaşamlarını etkileyen kararları alabilmeleri, toplumsal kalkınmaya katılabilmeleri ve “kalkınma politikalarını ve hedeflerini belirleme ve etkilerini değerlendirmede söz ve karar sahibi olmaları” ile olanaklıdır.(1) Kadının güçlenmesi ise, “İnsanların kendi yaşamları üzerinde söz sahibi olmak ve onurlu yaşamak için gereksinim duydukları koşulları sağlamak üzere müdahale etmeleri ve kendi ihtiyaçlarını ifade edebilme, sesini duyurabilme, karar alımı süreçlerine eşit derecede katılma, kendi kaderi üzerinde hakim olma mücadelesi anlamına” (2) gelir.
Kadının çalışma yaşamına etkin katılımı, kendi yaşamını belirlemede kadını birey olarak güçlendirdiği gibi, kadının toplumsal konumun da güçlenmesini sağlamaktadır. Çalışma aracılığı ile kadın özgür ve eşit bir birey olarak toplumda yer almaktadır.
ÇALIŞMA YAŞAMINDA KADININ DURUMU
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verileri üzerinden yapılan hesaplamaya göre Türkiye kadınların istihdama katılımı bakımından 189 ülke arasında 179. sırada yer almaktadır. (3) Türkiye’de kadınların iş gücüne katılım oranı sadece Irak, Lübnan, Suudi Arabistan, Suriye, Pakistan, Yemen ve Mısır’dan daha yüksektir. Buna karşın aynı oran İran, Afganistan ve Libya gibi ülkelerin bile gerisindedir.
Türkiye’de kadınların iş gücüne katılım oranı dünya ortalamasının yarısı düzeyindedir. Dünya’da çalışma çağındaki her dört kadından ikisi istihdama dahil olurken, Türkiye için bu oran her dört kadından birine karşılık gelmektedir. (4) Türkiye’de kadınların hem istihdama katılım oranları, hem de istihdam oranları düşüktür.
Üstelik, Türkiye’de son 20 yılda nüfus artışına rağmen, kadın istihdamının sayısal olarak azaldığı bir süreç yaşanmıştır. Kadınların çalışma yaşamına katılma oranı 1988 yılında yüzde 34,3 düzeyindeyken; 2009 yılında bu oran yüzde 24’lere kadar düşmüştür. 1989 yılından bu yana çalışma çağındaki kadın nüfusun 8 milyon artmasına karşın, çalışan kadın sayısı 253 bin kişi azalmıştır. (5)
Kadınların iş gücü dışında kalmalarında cinsiyete dayalı iş bölümü ve erkek egemen anlayışın etkili olduğu bir gerçektir. Kadınları iş gücü piyasasından uzak tutan nedenler arasında, ev işleri, çocuk, yaşlı ve hasta bakımı gibi kadının üstlendiği toplumsal sorumluluklar gelmektedir. Sosyal hizmetlere ilişkin kurumsal ve kamusal desteklerin yetersizliği, bu alana ilişkin toplumsal sorumluluğun maliyetini de kadınlara yüklemektedir.
Toplum içinde yaygın biçimde var olan erkek egemen yaklaşım ve tutum, kadının çalışma yaşamında yer almasında belirleyici olmaktadır. TÜİK Aile Araştırması (2009) sonuçlarına göre, erkeklerin yüzde 23’ü kadının çalışmaması gerektiğini düşünmektedir. Yüzde 64,7 oranında kadın, “Kadının asli görevinin” çocuk bakımı ve ev işleri olduğunu düşünürken, aynı kanıyı paylaşan erkeklerin oranı da yüzde 60,7’dir
15-19 yaş grubunda, eğitimde ve istihdamda kendine yer bulamayan kadın oranı yüzde 44’ten fazladır. OECD ülkeleri ortalamasında ise bu oran yüzde 8’dir. Türkiye’de her 100 kadından 63’ü, yani yaklaşık 13 milyon kadın, kendini ev kadını olarak tanımlamaktadır. Bu oran, kadınların yarıdan fazlasının toplumsal alanda üretken bir etkinlik içinde olmadığını göstermektedir. Kadının ev içi üretiminin toplumsal bir nitelik kazanamaması, ulusal gelir hesaplarına yeterince katılmaması, kadının ev içi emeğinin yok sayılmasına neden olmaktadır.
Oysa, kadının görünmeyen emeğinin, özellikle ekonomik kriz dönemlerinin toplumsal krizlere dönüşmeden atlatılmasında ve yoksulluğa karşı direnç geliştirilmesinde yadsınamayan bir etkisi söz konusudur. Bu olgunun bir başka boyutu da, sosyal ücreti, iş gücü maliyetlerini ve sosyal devletin yükünü azaltan etkisidir.
KRİZ KOŞULLARINDA KADIN EMEĞİNİN DURUMU
Çalışma yaşamı içinde yer alan kadınlar, yeni liberal stratejiler için, iş gücü piyasasının düzenlenmesinde, ücretlerin düşürülmesinde, çalışma koşullarının esnekleştirilmesinde bir araç olarak görülmektedir. Kadınlar, esnek, güvencesiz, korunmasız ve ikincil çalışma koşulları ile istihdam edilerek, gerektiğinde eve gönderilerek, gerekirse merkezdeki iş gücüne katılımları sağlanarak, ancak temelde çevre iş gücünün ögeleri olan yedek iş gücü olarak kullanılmaktadır. Bu nedenle, kimi zaman kadınların istihdama katılmaları, kimi zaman da evde olmalarının uygunluğu doğrultusunda politikalar sürdürülmektedir.
Kriz dönemlerinde, işlerini ilk kaybedenlerin kadınlar olması ve kadın işsizliğindeki artışa karşın, kadınların iş gücüne katılımları da artmaktadır. İkilem olarak görünen bu durumun nedeni, gerçekte kadınların, aile gelirindeki azalma nedeniyle çalışmak istemeleri ve iş aramalarıdır. Dünyanın her bölgesinde, kriz dönemlerinde çalışan kadınların çalışma koşulları ağırlaşmakta, ücretleri düşmekte ve kadınlar en kötü koşullarda çalışmaya zorlanmaktadır. Ekonomik güçlükler, kadınları çalışma yaşamına itmekte ve kadınlar korunmasız işlerde ve insan onuruna yakışmayan koşullarda çalışmayı kabul etmek zorunda kalmaktadır.
ILO’nun Kadınlar İçin Küresel İstihdam Eğilimleri 2009 raporuna göre, krizle birlikte 2008’de işsiz sayısı 13,8 milyon kişi artmış ve 193 milyon kişiye ulaşmıştır. Bunların 112 milyonu erkek ve 81 milyonu kadındır. (6)
ILO önümüzdeki dönemde işsizlik oranlarına ilişkin öngörülerini farklı değerlendirmelere göre açıklamıştır. Küresel büyüme oranı, tarihsel işsizlik verileri ve ülkelerin gelişmişlik düzeylerine göre yapılan öngörülerde 2009’da, küresel işsizliğin kadınlarda % 6,5–7,4, erkeklerde % 6,1-7 olarak gerçekleşeceği belirtilmektedir.
Önümüzdeki dönemde, kadınların işsizlik oranında yakalayacakları bu “eşitlik”, kadınların yaşama koşullarına olumsuz katkılar yaratacak bir durumu göstermektedir. Kadınlar ve erkeklerin aynı oranda iş kaybetmeleri, kadınların sosyal güvenlik ve sağlık alanında korunmasızlaşmalarına ve daha kötü koşullarda çalışmalarına neden olmaktadır. Bu olgunun somut yansıması, kadınların kayıt dışı çalışma oranında görülen artıştır.
Türkiye de, dünyada yaşananlara koşut süreçlerden geçmektedir. TÜİK’in Kasım 2009 verilerine dayanarak yapılan bir araştırmaya göre, son bir yıllık dönemde kadın istihdamı 501 bin kişi artarken, kayıt dışı istihdam edilen kadınların sayısında 391 bin kişilik artış yaşanmıştır. 2008 yılı Kasım ayında çalışan kadınlar için kayıt dışılık oranı yüzde 57,5 iken, 2009 Kasım ayında bu oran yüzde 59,2 olmuştur. Aynı dönem içinde erkeklerde istihdam 242 bin, kayıt dışı istihdam ise 71 bin kişi artmıştır. (7)
TÜİK verilerine göre 2009 yılında kadın istihdamı yüzde 26 olarak açıklanmıştır. Önceki döneme göre artış anlamına gelen bu durum, krizin etkisinin en yoğun duyumsandığı dönemde, kadınların kayıt dışı çalışmalarındaki artışı gösteren araştırma sonuçlarını doğrulamakta ve kadınların çalışma koşullarında gözlenen olumsuzlukları ortaya koymaktadır.
Finansal krizin etkisi, kadın istihdamını artırmak yönünde özel bir hedef saptamış olan ve bu doğrultuda strateji uygulayan AB’de de kadın-erkek istihdam oranını olumsuz etkileyen bir sonuç yaratmıştır. AB’de, üye ülkeler arasında farklılıklar olmasına karşın, 2008’de, 2010 için yüzde 60 olarak belirlenen hedefe yakın bir orana ulaşılmıştır. Buna karşın, ekonomik krizin bu pozitif durumu gerileterek, işsizlik rakamları ve iş gücü piyasasında olumsuz etkiler yarattığı açıklanmıştır. (8) Mayıs 2008 ve Eylül 2009 arasında, özellikle krizin kadın-erkek sayısı bakımından daha eşitlikçi sektörlere sıçraması sonucu, kadın ve erkeklerde aynı orana yakın bir işsizlik artışı gerçekleşmiştir. AB Komisyonu’nun Kadın Erkek 2010 Eşitlik Raporu’nda, AB’de, “ebeveynler için bağımlı kişilere yönelik bakım hizmetlerine ulaşabilme, uygun izin dönemlerinden ve esnek iş sözleşmesinden yararlanabilme eksikliği”nin varlığından söz edilerek, kadınların tam zamanlı çalışmadan ve iş gücü piyasasına katılımdan kaçındığı belirtilmektedir. Rapora göre, 2008’de kadınların yüzde 31,1’i, erkeklerin ise yüzde 7,9’u yarı zamanlı çalışmıştır.
SONUÇ
Kadının çalışması, çalışma yaşamında yer alması, etkinliklerinin ekonomik göstergelere yansıması ve bu yolla kadının ulusal gelirden, toplumsal zenginleşmeden pay alması, kadının toplumsal konumunu güçlendiren önemli bir olgudur. Ancak, bu hedefi tanımlarken, kadının ekonomik yaşamda yer almasına ilişkin temel ölçütleri unutmamak ve bu toplumsallaşma sürecinin çerçevesini ve “kadına uygun iş” koşullarını, uluslararası hukuktan, BM ve Uluslararası Çalışma Örgütü sözleşmelerinden kaynaklanan bir dizi hak çerçevesinde tanımlamak ve karşılanmasını beklemek gereklidir.
Sermayenin birikim krizi, finansal kriz ya da henüz ortaya çıkmamış ve adı konmamış olan yeni krizlerinin, bu hakları aşındırmasına izin vermemek gereklidir.
150 yıl önce, insanca çalışma koşulları için mücadele ederken yanarak yaşamını yitiren ve bedel ödeyen tekstil işçisi kadınlar, kazanılmış hakları elde tutmak için nasıl mücadele edilmesi gerektiğini her zaman anımsatmaktadır.
DİPNOTLAR
(1) The Oxfam Gender Training Manual, 1994, s. 214, Toksöz, Özkazanç, Poyraz; “Kadınlar, Kalkınma ve Sosyal Adalet”, Ankara 2001.
(2) A.g.e
(3) Birleşik Metal-İş Sendikası Araştırma Birimi, 2009
(4) a.g.a.
(5) a.g.a.
(6) ILO 2009, s.8-9
(7) ANKA, İşveren Dergisi, Şubat 2010, Sayı 5.
(8) AB Komisyonu Kadın Erkek Eşitliği 2010 Yılı Raporu, ÇSGB AB Koordinasyon Dairesi Başkanlığı, Bülten Sayı 52.
* Devrimci İşçi Sendikaları Genel Sekreter Yardımcısı, Kadın Dayanışma Vakfı Kurucusu, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı eski Çalışma Genel Müdür Yardımcısı ve Baş İş Müfettişi, Çankaya Belediye Başkan Danışmanı
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)