Son dönemlerde sağlıklı birey ve sağlıklı toplumun özellikleri ve amacı sıklıkla tartışılmakta ve bu konuda birçok kurum ve kuruluşun görevleri bir arada ya da ayrı ayrı tanımlanmaktadır. Özellikle eğitim-öğretim kurumlarının bu hedefe ulaşmada önemli bir görev üstlendiği ve bu nedenle de okul öncesi kurumların yaygınlaşması gerektiği vurgusu yapılmaktadır. Bireyin sağlıklı olması için erken dönemin önemi, okul öncesi kurumların arttırılması sıkça vurgulansa da, okul öncesi kurumların da öncesine yeterince dikkat çekilmemektedir.
Dünyaya gelen bir bebekle birlikte aile sistemi içerisinde dinamik bir hareketlilik başlar. Bebeğin doğumu birçok değişimi başlatır. Parman’a (2007) göre, yeni bir bebeğin doğumuyla birlikte bir anne ve bir baba, aynı zamanda iki dede iki nene, amcalar, teyzeler, halalar dayılar, yani koskoca bir aile doğar. Öte yandan bu yeni durum yeni anne ve baba olan çiftin kendi ebeveynlerine özdeşimini de beraberinde getireceği için çiftin kendi anne-babalarını yeniden değerlendirmelerine de neden olur. Meshulam (2007) bu döngüyü, “anne ve babalar kendi çocuklarının bakımıyla uğraşırlarken onlara kendi dünya görüşlerini, deneyimlerini, düşüncelerini hatta korkularını sunarlar” şeklinde ifade etmektedir. Bebeğin dünyaya gelişinin beklenmesiyle birlikte aile sistemi sistem bir seri değişim süreci içine girmektedir. Ancak bebeğin doğumuyla birlikte, yeni doğanın psiko-sosyo-kültürel gelişimi ve oluşumu için geçmişte olanın şimdiye etkisi söz konusu olmakta, bir başka değişle orada o zaman olanın bugüne ve geleceğe aktarımı gerçekleşmektedir. Freud yaşamın ilk beş-altı yılının sağlıklılık ve uyumluluk açısından çok önemli bir gelişim ve öğrenme süreci olduğunu ifade etmektedir (Burger, 2006; Fenichel, 1974; Freud, 1998; Geçtan, 1993; Odağ, 1999; Özakkaş, 2004).
Üniversite öğrencileriyle 12 oturumdan oluşan bir grupla psikolojik danışma uygulamasının eylem/olgunluk evresindeki oturumu ilginç bir bulguya sahne oldu: Kendisinden söz etmesi yönünde cesaretlendirilen ve bunun sonucunda sorumluluk alarak davranışsal amacı doğrultusunda konuşan bir üye, göz teması kurmamak için yere/ zemine bakarak ve sesi zor duyulur bir tonda sosyal kaygı sorununa ilişkin şu cümleleri kurdu:
“-Babam da pek konuşmaz, aslında abilerim de, hatta dedemgiller de başkalarıyla pek rahat değiller konuşurken. Ne bileyim, birbirimizle konuşmaya bile korkuyoruz sanki.”
Grup liderinin “-Peki sen bunu neye bağlıyorsun?” sorusuna bir dakikaya yaklaşan suskunluktan sonra gözlerini yerden kaldırıp titreyen bir ses tonuyla verdiği yanıt:
“-Bizim ailenin büyükleri rahat olmayı öğrenememiş ve öğretemiyor sanırım” şeklinde oldu.
Tüm canlılar arasında yavrusu çaresizlik içinde gözlerini dünyaya açan belki de tek canlı insandır. Yeni doğan bebek biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için anne veya anne yerine geçen birincil bakıcıya adeta yapışıktır (Adler, 2000). O nedenle içgüdü ve dürtülerden ibarettir. Zamanla genetik şifredeki programlar kendiliğinden etkinleşir fakat çevreye ilişkin algılar da devreye girer. İnsan yavrusunun dış dünyaya ilişkin bilgileri şematik olarak işleyebilmesi eğitim süreciyle mükemmelleşecektir ki, bu da en az beş-altı yıl sürmektedir. Bu süreç içerisinde ruhsal yapı da şekillenecek, farklılaşacak, sağlıklı ya da sağlıksız örüntüler oluşacaktır. Bu evrede ortalama değerleri barındıran bir ruhsal yapı gerçekleştirilebilirse normal bir insandan söz etmek mümkün olacaktır. Ancak, mevcut yapı ortalama insan değerlerine uzaksa normal olmayan yani “patolojik” bir nitelik ortaya çıkacaktır (Özakkaş, 2004). Öğrenmenin en hızlı olduğu bu dönemde çocuk çevresinde olup bitenleri adeta sünger gibi emer. Çocuk bu dönemde ailesine tamamen bağımlı yaşadığından zamanının çoğunu aile ve bakım verenlerle birlikte geçirir. Bu nedenle aile yaşamı çocuğun zihinsel, duygusal ve sosyal temeli bakımından en işlevsel unsurdur (Erensoy ve İlden, 2007).
Toplumumuzda “Yedisinde ne isen yetmişinde O’sun” ve “Ağaç yaş iken eğilir” gibi söylemlerle, erken yılların bireyin ileride değişmeyecek olan tutumları ve davranışlarını belirlemede önemli olduğu sıkça vurgulanmaktadır. Yine toplumumuzda pek yaygın kullanılan “Anasına bak kızını al, tarağına bak bezini al” uyarı ve ikazları sanki Freud’un kuramına destek verir gibidir. Bu söylencede sadece anne-kız ilişkisi ve çocuğun rol model olarak anneye içselleştirmesi değil annenin yetiştirdiği ya da yetiştiremediği çocukları üzerinde büyük bir gücü olduğu vurgusu vardır. Yani burada yapılan mesleği öğretmenlik olmasa da ilk ve en etkili öğretmenin “anne” olduğu saptamasıdır. Nesne ilişkileri kuramına göre, özne olan çocuğun nesnesi olan annesiyle bitiremediği işleri diğer nesnelerle yaşamın ilerleyen evrelerinde diğer bireyler üzerinden yapmaya çalışması kaçınılmazdır. Bu durumun ne tür sorunlara yol açabileceği sorusuna verilecek yanıt birden çok kuramın kavramlarını anımsamayı gerektirir: Geştalt yaklaşımının “bitirilmemiş işler”, Psikanalitik kuramın “transferans ilişkileri”, Bilişsel-davranışçı yaklaşımın “hatalı düşünce ve inançlar”, “işlevsel olmayan davranışları yineleme”, Davranışçı kuramın “öğrenilmiş çaresizlik” ve Varoluşçu yaklaşımın “otantik olamama” bunlara örnek verilebilir.
İnsan varlığının “psikososyal” varsayımı özellikle psikodinamik kuramlardan biri olan Nesne ilişkileri ekolü için vazgeçilmez önemdedir. Kernberg (1984)’e göre, psişik aygıt sadece vücut hazlarına yönelik dürtülerden ibaret değildir. Bireyi ilişki arayışları da güdüler. “içselleştirme”, “içe yansıtma” gibi düzenekler ile psişik yapının tuğlaları “ben kimliği”ni oluşturur. Greenberg ve Mitchell (1983)’e göre bireyin benlik imgesini, yapısını ve duyumlarını anlamak, onun geçmişteki ve bugünkü ilişkilerini anlamakla mümkün olabilir (Akt. Ardalı ve Erten, 1999). Adler (2000), ruhsal hayatın “olmak” fiili ile değil, “oluşmak” fiili ile anlatılabileceğine dikkat çekmektedir. Annenin aracılığı ile beslenme çocuğun ilk sosyal şekillenmesidir. Bu sosyal bağda, çocuğun benliği annenin benliğini anlar, bu sayede çocuğun kendisinde birçok özellik ve yetenek ortaya çıkar. O halde çocuğun şekillenmesinde anneyi önemli bir görevin beklediği açıktır. Bu görev; çocuğun gelişimini, daha sonra sosyal hayatın gerekliliklerine uygun bir şekilde tepki verebilecek şekilde biçimlendirmek olsa gerekir. Bilindiği gibi, çocuk annesine bağlı olarak konuşur, dinler ve bakar. Adler’e göre anneler sosyal duygunun kaynağındaki kişilerdir. Anne bu görevde başarısız kalırsa hayatın sonraki evrelerinde çocuktaki sosyal duygunun gelişmemesi kaçınılmazdır.
Bu kapsamda yaşamın bir taraf için başlaması ve diğer taraf için başlatılması sürecindeki erken zamanda önemli bir teknik kavram gündeme gelmektedir: Anne ve bebek arasında oluşan “bağlanma”. Bireyi merkezine alan bilim dallarının akademik sahalarında, son dönemlerde bireyin erken dönem ve bu dönemdeki bağlanma ilişkisinin önem kazandığı görülmektedir.. Bowlby’e (1973) göre, bu ilişki karşılıklı doyum vermenin yanı sıra ve güçsüz tarafın korunmasını da sağlar. Bağlanma güçlü bir duygulanım yaratarak bebeğin kendini güvende hissetmesine yardım eder. Annenin ilgisizliği ya da erişilebilirliğinin zedelenmesi ise kaygı, öfke ve kızgınlık yaratır (Masterson, 2008).
Bireyin erken çocukluk deneyimleri öğrendikleri ve öğrenemedikleri çin son derece önemli göstergelerdir. Metaforik bir anlatımla bu durumu bir cinayeti aydınlatmak için çabalayan dedektiflerin, olayı çözmek için cinayet yerinden adım adım geriye giderek olayları, kişileri, bağlantıları araştırarak olayı aydınlatma çabalarına benzetebiliriz. Bu durumda da karşımıza “şimdi”nin anlaşılabilmesi için geçmişte, orada olanın bulunulması gerektiğini savunan psikanalitik kuram çıkmaktadır. Psikanalitik Kuramın temel dayanaklarından ilki; ruhsal olgu ve süreçlerin, fiziksel olgu ve süreçlerle aynı olduğu yani her ikisinde de nedensellik kuralının işlediğidir. Bir başka deyişle, bireylerin gösterdikleri tüm davranışların bir nedeni ve amacı vardır. Hiçbir ruhsal olgu ve süreç kendiliğinden ve rastlantısal olarak ortaya çıkmaz. Bu noktadan hareketle, sonuçlara bakarak nedenlere ulaşmak olasıdır (Ardalı ve Erten, 1996; Fenichel, 1974; Odağ, 1999). Psikanalitik kuram, insan yaşamının ilk anında başlayarak, deneyimlerini belli bir düzene göre biriktirdiğini ve kişiliğin bu birikimlerle erken yaşlarda oluştuğunu savunmaktadır. Freud bu dönemleri libidonun yatırıldığı beden bölgelerine göre çözümlemiştir. Bu bölgeler ilkin ağız, dudaklar ve dil, sonra sfinkter kasları yani anüs ve kalın bağırsak, sonra da genital organlardır. Bu dönemlerdeki etkileşimlerde bir sıkıntı-duraksama oluşursa gelişim durmakta ya da patoloji oluşmaktadır. Oral dönemde depresyon, madde bağımlılığı ve depresif kişilik yapısının temelleri atılır. Anal dönem, obsesif kompulsif nevroz ve kişilik bozukluğunun belirleyicisidir. Ödipal dönem ise, bunaltı ve kaygının oluşumu, fobiler ve birçok nevroz türünü oluşturur (Fenichel, 1974; Odağ, 1999).
Bu bilgiler bağlamında, “yaşamın erken yılları ana rahmindeki gibi bir durumunda sürsün” fikri savunulamaz ki bu gerçekçi olmayan bir söylem olacaktır.. Toplumsal sistem dikkatle incelendiğinde; çoğunlukla fiziksel, duygusal, eğitsel, sosyal ve ekonomik sorunlarla savaşan, bir bebeğe bile bakacak olanağı yokken birbirine çok yakın yaşlarda birden çok çocuğuna bakmak zorunda kalan annelerle sıklıkla karşılaşılması olasıdır. Birçok alanda desteğe ihtiyaç duyduğu halde yeterli desteği ailesinden bile alamayan bu annelerin çocuklarına verebileceği ile vermesi gereken arasındaki açı da çok genişlemektedir. Bireyin sağlıklı oluşunda annenin önemine vurgu yapan Adler’e (2007) göre, “-çocuklar arasındaki tuhaf kişilikler, anne ile çocuk arasındaki ilişkilerin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Birçok çocuğun savaşmak zorunda kaldığı güçlükler hatırlanacak olursa ve hayatlarının ilk yıllarında dünyaya ayak uydurabilen ya da yaşamaktan zevk duyan çocukların ne kadar az olduğu düşünülürse, ilk çocukluk izlenimlerinin birey için ne derece önemli olduğunu anlayabiliriz. Bunlar çocuğun hayattaki hareketinin yönünü gösteren işaret direkleridir.”
Tabi ki anne de diğerleriyle birlikte bu sistemin içinde yer almaktadır.. Genel sistemler kuramı birleştirici bir kuramdır (Barker, 1998). Kuram nesneleri ve insanları ayrı ayrı değil ilişkileri içinde inceler. Sistemik düşüncede davranış ile o davranışın ortaya çıktığı ortam arasındaki ilişkiye odaklanılır ve sistemi oluşturan ilişkiler ağının bir noktasında meydana gelen değişimin, ağ boyunca yayılarak diğer noktaları da etkileyeceği kabul edilir. Sistemik yaklaşımlar, “aklın sosyal olduğu” ve “ruhsal olguların da sosyal olguları yansıttığı” varsayımına önem verirler. Ruhsal problemler sosyal etkileşim örüntülerindeki sorunlar olarak görülür. Sosyologlar insanın davranışlarının oluşumunu analiz ederken bir tanımlama durumu olarak, sosyal pozisyona, hem doğumda alınan bir yapı hem de sonradan kazanılan bir yapı olarak bakmaktadırlar. Yukarıda vurgulanan “aklın sosyal olduğu” temel sayıltısına göre tüm ruhsal sorunlar bireyin içinde bulunduğu sisteme, sistemdeki bireyler ve nesnelerle ilişkilerine mantıklı bir alışma çabası olarak değerlendirilebilir. Gerçekten, nevrotik olarak tanımlanan bireyin, normal tanımlarına uyan bireyden farklı davranması söz konusudur. Bu bağlamda nevrotik olanlar ve olmayanlar,,farklı durumlara tepki vermektedirler (Beyatlı Doğan, 1998; Kayatekin, 1996; Macionis, 1996).
Sonuç olarak, sağlıklı birey, sağlıklı toplum oluşumuna katkı sağlamak için, sistem yaklaşımı ile bütüncül bakış ve disiplinler arası çalışmalar gerektirmektedir. Bireylerin gelişimleri yalnızca bireysel özellikleri açısından değil, içine doğdukları sistem ve bu sistemin özellikleri açısından da ele alınarak çok boyutlu değerlendirilmelidir. Öncelikli olarak bireyin sağlıklı yetişmesinde; kadın ve anne olgusunu ele almak ve annelik eğitimleri, kadının psiko-sosyokültürel gelişimini sağlayan programlar, eğitimler ve düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Çünkü küçükken büyük şeyler olmakta, bu olanlar ileride olacakları da şekillendirecek kadar güçlü bir etkiye sahip olmaktadırlar.
KAYNAKLAR
Adler, A. (2000). Çocuk Eğitimi. (Çev. K. Şipal), İstanbul: Cem Yayınevi.
Adler, A. (2007). İnsan Tabiatını Tanıma. (Çev. A. Yörükan), Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları (3. Baskı), Doğuş Matbaacılık.
Ardalı, C. ve Erten, Y. (1996). Kısa-Dönem Psikoterapiler. Türk Psikoloji Dergisi. 11 (37), 53–61.
Barker, P.(1998) Basic Family Therapy Granda: London Toronto Sydney NewYork.
Bowlby, J. (1973). Attachment and Loss: Seperation, Anxiety and Anger. USA: Basicbooks Publishers.
Burger, J., M. (2006). Kişilik: Psikoloji Biliminin İnsana Dair Söyledikleri. (Çev. İ. D. E. Sarıoğlu), İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Beyatlı Doğan, Y. (1998). Kişilerarası İlişkilerde Çağdaş Kuramlar: Genel Sistem Teorisi. (Edt. Y. Beyatlı Doğan), Davranış Bilimlerine Giriş. Ankara: Antıp Yayınları.
Erensoy, E. ve İlden, A. (2007). Psikolojik Sağlığımızı Nasıl Koruruz? I: Çocukluk ve Ergenlik. (Edt. A. N. Karancı, F. Gençöz ve Ö. Bozo), Ankara: ODTÜ Yayıncılık.
Fenichel, O. (1974). Nevrozların Psikanalitik Teorisi. (Çev. S. Tuncer) İzmir: Ege Üniversitesi Matbaası. Freud, S. (1998). Psikopatoloji Üzerine. (Çev. S. Budak), Ankara: Öteki Psikoloji Yayınları.
Geçtan, E. (1993). Çağdaş Yaşam ve Normal Dışı Davranışlar. Ankara: Maya Yayıncılık.
Macionis, J. J. (1996). Society: The Basics. New Jersey: Prenctice Hall. Inc.
Masterson, J., F. (2008). Bağlanma Kuramı ve Nörobiyoljik Kendilik Gelişimi Açısından Kişilik Bozuklukları. (Çev. H. Şentürk), İstanbul: Litera Yayıncılık.
Meshulam, B. (2007). Çocuk, Korkuları ve Ailesi. Psikanaliz Yazıları: Psikanaliz ve Aile, 15: 37-42.
Odağ, C. (1999). Nevrozlar-1. İzmir: Halime Odağ Psikanaliz ve Psikoterapi Vakfı Yayınları.
Özakkaş, T. (2004). Bütüncül Psikoterapi. İstanbul: Litera Yayıncılık.
Parman, T. (2007). Merhaba Bebek, Merhaba Aile; Bireyin Doğumu ve Adlandırma. Psikanaliz Yazıları: Psikanaliz ve Aile, 15: 43-56.
* Yrd. Doç. Dr. İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Psikolojik Danışma ve Rehberlik Ana Bilim Dalı
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)