Koruyucu Hekimlik ve Atatürk

 

 

1932 yılında, Sivas’ın Kangal ilçesinde ilkokul öğrenciydim. Osmanlı döneminden Cumhuriyet Türkiye’sine yansıyan Kangal’da evlerin tümü kerpiçtendi ve hiç birinde tuvalet yoktu. Babam Mehmet Arif, binbaşılığa yükseltilebilmek için, Tokat askeri ortaokul öğretmenliğinden   Kangal’a askerlik şube reisi olarak atanmıştı. Kangal Müftüsünün büyük kaya kitleleriyle donatılmış geniş bir alana bakan üstü toprak, altı-toprak evine yerleştik. Kayaların üzerine avuç avuç tuz dökülür ve akşama doğru gelen kocabaş hayvanlar tuzları yaladıkları, bugün gibi gözlerimin önünde.

Babamın ilk işi, evin bodrumunda geniş ve derin bir çukur açtırıp üzerine ortasında kocaman delik olan tahta yerleştirmek oldu ve anneme döndü bu bizim “hela”mız, dedi. Oysa köyde, her sabah erkenden erkekler ellerinde ibriklerle çok uzakta dört kavak ağacının dibine çöker karınlarındaki artığı buraya boşaltırlar; sonra da sıra ellerinde ibriklerle kadınla gelirdi. Osmanlı’dan geriye kalan Kangal işte böyle bir yerdi 1930’larda.

Bir gün okula iki atlı adam geldi, . Okul kocaman meydanın orta yerindeydi. Atlardan indiler; okuldan içeri girip gözlerimize siyah bez bağladılar. Bizlerle “kör ebe” oynayacaklarını sandık, sevindik. Her birimizi dışarı meydana çıkardılar. Sıra bana gelmişti. Dışa çıktığımda gözümdeki siyah bezi aldılar; uzakta beyaz perdedeki harfleri okumamı söylediler. En sondaki küçücük “z” harfini bile okumuştum. Hiçbir şey söylemediler. Ama onlarla birlikte gelen, iki atın başında torba asılıydı onlar beni kutluyormuş gibi başlarını sallıyorlardı. Adamlar atlarına binip gittiler. Ata binmeden önce beyaz mintanlarını çıkarıp heybelere yerleştirmişlerdi. Kimdi bu adamlar, öğrenemedik.

Bir süre sonra okula birileri gelip bir paket bırakıp gitti. Öğretmenimizi paketi açtı, içinden dört adet gözlük çıkmıştı. Uzağı göremeyen dört öğrenciden biri gözlüğü takınca “Görüyorum” diye bağırdı. İşte o zaman hepimiz olup bitenlerin farkına vardık. O atlıları bize Mustafa Kemal göndermişti. Bizler Mustafa Kemal’in öğrencileriydik, dünyayı görmemiz, tanımamız, gerekiyordu. Yalnız biz çocukların mı, herkesin. Herkesin aydınlanması isteniyordu.

O, yer yüzünde bir benzeri olmayan “Koruyucu Hekimliğin” ilk uygulayıcısı olmuştur. Osmanlı, Anadolu’ya “frengi, sıtma, verem ve trahom” türü hastalıklar bırakarak tarihin karanlığına gömülmüştü. Mustafa Kemal, Anadolu’muzu yalnız emperyalizmin işgalci güçleriyle savaşıp onları yenilgiye uğratmakla yetinmemiş, koruyucu hekimliğin aydınlığında; sıtmanın, frenginin, veremin, mikroplarıyla, bakterileriyle de savaşıma girişmiş ve o küçücük gözle görünmeyen ölüm taşıyan canlıları da yenilgiye uğratmıştı. O, böylesi sağlık devrimini yaratmış olmasaydı; bugün O’nu eleştirmeye yeltenenlerin çoğu yarım dudaklı ya da hastalıklı olabilirdi.

1946 yılında Porsuk Barajı yapımına atandığım zaman, Kargın, İncesu, Akkaya adındaki üç köyün tüm evlerinin sokak kapılarının arka yüzünde kırmızı kartonların asılı olduğunu görmüştüm. Her ay köye gelen iki kişi atlarından iniyor ve evdekilerin sağlık kontrollerini yapıyordu. Sonra da kırmızı kartonların üzerine bir şeyler yazıyorlardı.

Bir yaz tatilinde Niksar’dayım; henüz lise son sınıf öğrencisiyim. Eve muhtar ve jandarma eri gelmiş ve beni alıp götürmüşlerdi. Keşfi meydanındaki büyük üç katlı taş binanın zemin katındaki bir odaya bırakmışlardı. İçeriye giren orta boylu beyaz mintanlı yaşlı adamı tanımıştım. Onun adı Niksar’da “deli” doktordu. Bizler küçükken kapısını çalar kaçardık; o beyaz gömlekle dışarı çıkıp bizi kovalaması için.

Taş binanın zemin katı, 1940’lı yıllarda sağlık ocağı olmuştu. Deli doktor avucunu uzattı:

-Al bakalım iç bunu, dedi. İki gündür gelmedin, neredeydin?

Uzattığı “atebrin” idi. Niksar’da sıtmayı yok eden Mustafa Kemal’in koruyucu hekimiydi o.

1950 sonrası Demokrat Parti ile birlikte evlerimizin kapılarının arkasındaki kırmızı kartonlar birer birer kalktı. Hastalığın tedavisi bireylerin yazgısına terk edildi. Bugün de, onların ardılları, yabancı hekimler ithal edilerek ülkemiz onların becerilerine terk edilecek. Ve bunu sağlık sektöründe kutsanacak bir kararmış gibi algılayanlar da var. Bugün sağlık sektörü de özelleştirilmekte ve dış dünyanın insafına terk edilmektedir.

Şimdi bu açıklamadan sonra size, pek bilinmeyen uzmanlık alanımdan söz etmeliyim. Ben, Türkiye’nin toplum sağlığı konusunda Doktora tezi hazırlayan ilk kişisiyim. Tez konum, “Nüfus Sorunu ve Toplum Sağlığının Ekonomik Analizi” idi. Uzmanlık alanım da, “Toplum Sağlığı Ekonomisi” (Economics of public Health) olarak nitelendiriliyordu.

Sağlık sektörünün nasıl düzenlenmesi gerektiğini ve bölgesel hastalık dağılımına göre, ne tür planlama yapmak gereğini düşünmeyen, tasarlamayan, hesaplanması zorunludur. Bunu yapmayan bir ülke, elbette sağlık sektöründe, kendi politikalarını üretemeyecek ve ithal reçetelere bağımlı kalacaktır.

Mustafa Kemal’in ülkemizde yarattığı koruyucu hekimliği bilimsel düzeyde eğitim ve öğretim alanına dönüştüren öğretim üyesinden söz edilecekse, o kişi genç yaşta aramızdan ayrılan Prof. Nusret Fişek hocamızdır. Onun Etimesgut’ta koruyucu hekimlik alanındaki yapıtına ne yazık ki, ne Türkiye, ne de Hacettepe Üniversitesi sahip çıkamamıştır. Yoksa, sağlıkta sosyalleştirmenin yapılmasından 50 yıl sonra, “toplum hekimliği” yerine “aile hekimliği”nden söz eder miydik?!

Bugün acı bir gerçeğin altını çizmeye gereksinim var: Hiç bir hastanemizde, bireyin tedavisinde birimler arasında minimum hareketiyle “tanı”ya ulaşması olanaklı değildir. Neden, çünkü, sağlık sektöründe biri makro; öteki mikro düzeyde iki planlama yapmaya hala gereksinim var:

1.Ülke düzeyinde hastalığın türüne göre bir dağılım projesi henüz hazırlanmış değildir. Koruyucu hekimlik ile “tanı” ve “tedavi” birimlerinin birlikte, hastalığın türü ve miktarına ilişkin istatistiksel veriler de tutulmamaktadır. Sağlık Bakanlığı’nda buna ilişkin birim olduğu da söylenemez. Sağlık birimlerinin nerelerde, ne kapasitede ve hangi hastalık türünde planlanması gereği düşünülmeden yapılanmaya girişilmektedir. Ve ne yazık ki, bu alanda üniversitelerimiz ders programı hazırlığına da bugüne kadar girişmemiştir. Böylesi makro plan anlayışından uzak kalındığında bir gün elbette sağlık sektöründe “arz-talep” boşluğu doğacak ve “sağlığın dış alımı” söz konusu olacaktır. Bugün olduğu gibi.

2.İkinci tür mikro planlamayı, hastanelerde birimler arasında bağlantıları düzenleme olayı olarak betimleyebiliriz. Çünkü, her hastane sağlık üreten bir işletmedir ve bu işletmenin optimizasyonu ayrı bir uzmanlık alanında çalışmayı gerektirir. Çok ilginç bir durumu hemen aktarabilirim: Ankara’da bir üniversite hastanesinde zemin katında asansörden inen her hasta, “morg” ile karşılaşmakta ve kapı önünde ağlaşan insanların arasından geçebilirse, elindeki kan numunelerini ilgili birime ulaştırabilmektedir. Hastane işletme planı hazırlanmadan tanı ve tedavi birimlerinin yerleşmesine ilişkin verilecek kararlar her zaman doğru olmayabilir. Tanı ve tedavi birimleri, hastane içinde öylesine yerleşmeli ki, hastanın hareketi minimum (en az) olabilsin. O halde, sağlık sektöründe:

1.Hastaneler arası plan,

2.Hastane içi plan,

kavramlarını Sağlık Bakanlığı algılayacak ve öylesi planları hazırlayacak, uygulayacak, var olanları revize edecek bir yapılanmaya girişmelidir.

Bu alt yapıdaki yanlışlar, eksikler giderilmeden, sağlıkta dönüşümden, yeniden yapılanmadan, herkese sağlıktan söz etmek, halka gerçekleri söylememektir.

Bizden söylemesi.

* Ali Nejat Ölçen 4.(XV) ve 5.(XVI) Dönem İstanbul milletvekili, araştırmacı yazar. Türkiye İnsan Hakları Kurumu (TİHAK) kurucu üyesidir.

 

 

 

 

Tags: ,

Arşivler