Görür görmez deve çekirgesine benzetmiştik onu. Kocaman gövdesi, boyumuzdan büyük lastik tekerlekleriyle, yürürken o da deve çekirgesi gibi ileri-geri sallanıyordu işte. Rengi de bir acayipti koca çekirgenin. Kırmızı desek, değil; portakal desek benzer, ama uymaz… Kırda- bayırda böyle bir renk görmediğimiz için ”Nâfâ rengi” dedik. Aklımıza yattı, çünkü bu makineler Nâfâ’(1)nınmış.
Küçücük dünyamıza paldır küldür giren bu tuhaf makinanın ismi, dilimize konuveren yeni bir tat ve sihirli bir kelimeydi “greyder”. Kocaman bıçağı ile taş, toprak, kaya demeden, kasabanın kıyısından geçen eğri-büğrü yolu kazıdı, dümdüz etti birkaç günde. Daha önce hiç öylesini görmediğimiz, burunsuz, demir kasalı, kocaman kamyonlar geldi ardından. Markalarını, heceleye heceleye ilk gün söktük ama yine de bir solukta söyleyemiyorduk: “İn-ter-national Har-ves-ter”. (Hâlbuki Arnavut Ali’nin Austin’ini birlemede söylüyorduk.) Sonra onlara kısaca “Enter” dendiğini öğrenince boş yere çabaladığımıza üzüldük. Üstelik “Enter”lerini bize hiç elletmediler. Oysa Austin’imizin aynalı kapı kollarını, mandagözü farlarını okşayıp, tekerleklerinin tırtıllı dişlerinde parmaklarımızı gezdirirken Ali amca bize kızmazdı.
Daha bunlara alışamadan koca göbekli silindirler, su püskürten tankerler ve bunları yürüten acayip kılıklı adamlar geldiler. Bizde nasıl bir telaş, birine baksan, öbürünü kaçırıyorsun. Sanki yolu biz yapıyoruz. Pek yüz vermeyip arada bir kovsalar da pes etmedik. Bir de bunların ağası, fötr şapkalı, kara gözlüklü, elleri kıçında gezen, herkese bağırıp-çağıran bir adam vardı. Ondan korkar, görününce uzaklaşırdık. Mahmut, “Kesin çocuğu yok bunun! Ondan bize kızıyor foterine s.çtığımın herifi.” deyince çok güldük pis fötrlüye.
Büyüyünce öğrendik: 1950’ lerin sonuymuş o yıllar. Menderes, Amerika’dan alınan Marşal yardımı ile yeni kara yolları yapıyormuş. Yaz bitip de okula başladığımızda Amerika bu kez ağzımızdan girdi, burnumuzdan çıktı. Beyaz çuvalların üzerinde yan yana duran Türk ve Amerika bayrağı; altında, birbirinin bileklerini tutan dört el, bize süttozu ve hap şeklinde balık yağı yollamışlar. Çuvallardaki eller de “Amerika Reis i Cumhuru Marşal ile bizim Menderes’in elleriymiş.” Okuldaki abilerimiz öyle demişti. Mustafa’yla bileklerimizi aynı şekilde tuttuk hemen, denedik nasıl oluyor diye. Hikâye… Neye yarar ki?
Yol yapım faaliyetleri şenlikliydi de, okulda zorla içirttikleri süt tozu sütü ve balık yağından dolayı bu kez Marşal efendiyi sevmedik. Bizim ineklerin sütünü niye beğenmemişlerdi ki? Üstelik bizim güzel Kızımız ( Annem onu kızım diye severdi ki aynı zamanda ebesiydi) başımı uzatınca yavrusunu yaladığı gibi benim saçlarımı da yalardı. Hem sütü de mis gibi süt kokar, Amerikan sütü gibi midemizi bulandırmazdı. Öğretmenlerimize çaktırmadan, içermiş gibi yapıp ağaçların dibine döküyorduk sütleri ama sıraya dizip zorla içirttikleri balık yağından kaçış olanaksızdı. İçerken burnumuzu sıksak da midemizden geri tepiyordu kokusu. Bizim kefaller, lidakiler kızarınca mis gibi kokardı. Bayat balıktan yapmışlar her halde. “Küçük Amerika” olmak iyi de şunları içmesek olmaz mı?
Düzeltilen yola mıcırları seren dizi dizi kamyonların ardından, greyder kümeleri düzeltiyor ve peşi sıra yürüyen koca göbekli silindir çatır çutur eziyordu yerdekileri. Göbeğini delemesek de, yamultabilir miyiz diye makiniste çaktırmadan arkamıza sakladığımız bir iki iri taş attık önüne ama ezip gömdü hemen. Vay be? Uzak durmalı bu meretten!
Sonra, yeri-göğü kuru ot, anız ve olgun meyve kokusu sarmışken her yeri beleyen o kötü kokuyla uyandık. Kokunun kaynağında, arkasında bisürü musluğundan mıcırların üstüne sıcak, kara bir sıvı akıtan garip şekilli kamyonu gördük. Akıttığı şey asfaltmış ama büyüklerimiz ona hemen “zift” dediler. Dumanı tütüyor ki, beş adım yaklaşsan kavrulursun. Ağustos güneşi zebani gibi tepemizde salınıyor. Bu kamyon, cehennem kazanının yürüyeni miydi yoksa? Tövbe, tövbe! Rûz-i Mahşerde kesin bu kazana atarlar bizi. Sapanla vurduğumuz serçeler, taşladığımız sahipsiz köpekler aklımıza gelmiş olmalı ki korkuyla birbirimize baktık. Ne olur, ne olmaz diye birkaç gün kuşlara sapan atmadık tedbir olarak. Yine de seyretmekten vazgeçmedik. Tepemiz kaynayınca tulumbalı kuyuya koşup kafamızı ıslattık. Uzak durmamız konusunda kesin tembihliyiz ama bu zifti de ellememiz şart!
Sabahı zor ettik. Vardığımda, benden daha meraklı Mahmut ile Cavit çoktan yolun kıyısına çökmüştü. Gece az da olsa serinleyen hava, gündüz dökülen zifti biraz katılaştırmış. Önce bir çomakla dürterek kıvamına baktık. Karasakız gibi bir şey… Çomağın ucunda sünüyor. Sonra iki parmağımızın arasına aldık korkarak. Biraz çekince kopuyor. İyi! Kokladık. Benzin ile egzoz karışımı berbat bir şey. Zararsız gibi görünse de parmaklarımıza bulaştı. Taşa sürtüp, toprakla ovunca birazı çıktı. Parmaklamayacağız! Şimdi bu karasakızı nerelere sürsek?
Aynı denemeleri büyüklerimiz bizden önce yapmış. Birkaç gün içinde kullanım yerlerini biz de öğrendik. Pastan delinmiş, lehimi çatlamış kovaların, su tenekelerinin dibine sürünce, taşırken yolda kaybedilen sular artık menziline ulaşıyordu. En çok sevinen ise Deli İsmet oldu. Yaz kış yalın ayak gezdiği için nasırlı topukları yarık yarıktı. Sert basınca kanayan yarıklarını ziftle doldurarak bu acılarına deva bulmuştu.
İki ay süren seyir ve şamata bitti. Yere-göğe sıvanan zift kokusundan cümle mahlukatın burnu düştü, iştahı kapandı. Gürültü- patırtı uzaklaşınca, eski sakin ve huzurlu günlerine döndüler dönmesine de, inekler, koyunlar yol boyunda otlayamadı, kediler farelerin kokusunu alamadı, kuşlar çatılardan tepelere çekildi bir zaman. Köpekler,”iyyk, iyyk” diye sızlanarak zifte basmadan yolun öte yanına geçmenin yollarını aradılar.
Yol yapım ekipleri kasabanın çıkışına ulaşmıştı ki kazmalı- kürekli başka amcalar elli adımda bir çukur kazmaya başladı. “Nooluyor be?” demeye kalmadan betondan dökülüp beyaza boyanmış boyumuza yakın yassı taşları bu çukurlara dikmeye başladılar. Merakımız, üzerine çivilenmiş el kadar parlak levhaların ne işe yaradığıydı. Amcalara “Bu ne?” dedik, “kedigözü” dediler. İnanmadık tabi… Dalga geçiyorlar! Öyle göz mü olur? Hem göz ise niye yuvarlak değil?
Yol birkaç ay sonra trafiğe açılmış olmalı ki geceleyin tek-tük geçen araçların far ışığında bu levhalar parlıyordu. Gündüz ne kadar yakından baktıysak da sırrını çözemedik. Bir yöndekiler beyaz, diğer yönü kırmızı şavkıyordu kedigözü gibi. Akşam karanlığını bekler, tek tük geçen kamyonların, otobüslerin farlarında ışımalarını izlerdik; her defasında şaşarak.
Geçen araç sayısı yavaş yavaş artmaya, markalar çoğalmaya başladı. Hemen kamyon markalarını paylaştık. “Faun” benimdi, çünkü önce ben söylemiştim. Kimseye kaptırmadım uzun yıllar. Dev gibi bir şeydi. Say ki Koca Yusuf. Bir duman çıkarırdı ki yokuş çıkarken, arkası görünmezdi. Üç günde bir geçerdi ağır ağır. Şoförü kır saçlı amca gülümseyince, bizi gördü diye sevinirdik. Sonra, “Magirus Deutz” vardı ama biz onu kendi dilimizde “marguruzdeyuz” yaptık hemen. “Büssing” de gözdeydi fakat Faun hepsini yenerdi. Ertaş, Kazaz, Koç, vardı… Şose ’de 60, 70 yapıyormuş. Fırtına gibi yani.
Bizim at arabaları, tedbir olsun diye bir tekeri şosede, öteki toprakta giderdi. Yağ gibi şose ’de dört teker gitmek biraz tehlikeli olsa da pek keyifliydi çünkü tahta üzerinde sarsılmaktan kıçımız ağrırdı.
Bir sabah Mahmut soluk soluğa bahçe çitine yanaştı,
– Hadii, koş… Yarmaya…
– Niye ki?
– Akşam Debreli ’ye kamyon çarpmış oğlum…
Yolu düz geçmek için kasabanın çıkışındaki tepeyi yardıkları için oraya yarma diyorduk. Tabanları yağlayıp beş dakikada yarmaya vardık ki herkes orada. Arabanın tahta kasası dağılmış, tekerlerin ikisi yana yatmış, atın biri yarmadan aşağı uçmuş diğeri yara bere içinde ama ayakta. Mustafa amca ilçedeki hastanedeymiş ama iyiymiş diyor biri. Marangoz Kadir hasar tespiti yapar gibi arabayı elliyor, Saraç Ahmet elleri ardında, öyle konuşmadan bakarken Nalbant Kerim koca sesiyle anlaşılmaz iri iri laflar salıyor ortalığa. Aşağı mahalleden Cuk Şükrü, Galiç Ali, Kırbıyık Şaban, herkes seyre gelmiş. “Yokuş yukarı olduğundan yavaş dokanmış…Bodoslama vursa, daatırdı valla!.” dedi Torbeş Memet. Vay be! Ucundan dokanmış ha? Ya tam dokansa…
Her şeyi duymaya, görmeye çalışıyoruz yutar gibi çünkü bu tantanayı birbirimize ve kaçıranlara anlatacağız aylarca.
O gün Candarma tutanak tutmuş, savcı “amme davası” açmış, zaten kamyoncu alçağı ben Debreli’ den davacıyım demiş. “Vay deyyus, hem suçlu, hem güçlü …“ diyen Mustafa amca, “ben de davacıyım!” demiş.
Biz olayı çoktan unutmuştuk lâkin mahkeme unutmamış. Devlet bu hiç unutur mu? İkinci duruşmada dava sonlanmış, kamyoncu alçağı kazanmış.
Mahkeme çıkışında, Hatice hala Mustafa amcaya demiş ki:
-Adam, ne dedi Hakim?
– Hiç, ne diyecek… Arkamda kedigözü yokmuş. Ehlivukuf,(2) “Arabanın arkasında kedigözü olmadığından, şoför gece görememiş.” diye yazmış. Bizi suçlu buldu Hakim.
– Kedigözü ne be? Kedi mi takacakmışız arabanın ardına?
– Ne kedisi be ya sende? Hani Nafanın dikili taşlarında parlayan şeyler var ya?
– Eee?
– Kedigözüymüş onlar… Olsaymış arkamda, kamyoncu arabayı görür, çarpmazmış.
– Haydaaa! Kimin arabasında var ki?
Mahkemede yaşananlar, aynı gün ağızdan ağza tüm kasabaya yayıldı. Kasabalının, “nerden, nasıl bulacağız” telaşına Marangoz Kadir’in aklı Hızır gibi yetişti.
“A be ne safsınız! Yol boyundaki taşlar ne güne durur be ya? Üçü-beşi uçsa kim görecek, kim bilecek be aganın?”
Her araba sahibi, birkaç günde Nafia’nın işaret taşlarındaki kedigözlerinden üçer -beşer “uçurup” arka kapağına çiviledi. Artık, kaymak gibi şoseden gitmek hem kanuna uygun, hem de güvenliydi.
Dipnotlar
(1) Nafıa Vekâleti: Bayındırlık Bakanlığı’nın eski adı
(2) Ehlivukuf = Bilirkişi
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)