Kazaktan Pantolon

Giriş

Yoksun bir ömrü anlatan cümleler

Kağıtsız, kalemsiz anda gelen dizeler gibidir

Yazabilmek için unutmamak gerekir

            Hayatın bildiğimiz kadarını yaşarız. Dünya ayak bastığımız yer kadardır. Denizler görebildiğimiz kadar büyük ve dağlar tırmandığımız kadar yüksektir. İnsanlar sevdiğimiz kadar yaşar ve anılar hatırladığımız kadar vardır. Hayat bildiklerimizle sınırlı ise sorularımız, cevaplarımız, müdahalelerimiz ve çözümlerimiz bildiklerimize mi dokunur yalnızca? Bilmediğimiz hayatların toprağına su dökemez miyiz? Su başka ellerde olduğunda ne bilmediğimiz hayatları ne de bildiğimiz kendi hayatımızı kurumaktan kurtaramayız. Noktalar, cümlelerin yutkunması olduğundan, susuz kalan ömürleri anlatan yazılarda artıyorlar. Bir de sadece o ömürlere uzaktan bakıyorsak ya da hızlıca yanından geçip gidiyorsak, cümle yüklemsiz kalıp üç noktayla tamamlanıyor. Sadece gördüğünü anlatan bu cümleler, kime fayda sağlayabilir? Yazıların nasıl bir gücü vardır? Su başka ellerde de olsa yazılarla damla damla birleşip, kuruyan ömürlerin üzerine yağmur olup yağabiliriz.

  1. Yoksunluk

            Bir kelimenin hacmi, doğduğu toplumda şekillenmektedir. Bir kelimeye kaç insan sığacağını belirleyen yine başka bir insandır. Bir kelimenin ağırlığı, yarattıklarıyla paralel belirlenir. Tek bir kelime size sevgi ve nefreti hissettirebilir. Bir kelimenin anlamı ise dışında yansıttığı bir karşılık bulduğunda kazanılır. Serin bir suyu ya da dağ başında bir söğüt ağacını anlatabilir. Bazen de kelime ayna etkisine maruz bırakılır. Yansımasıyla karşı karşıya bırakılan kelime, anlamını kazanmış şekilde toplumda vardır ve birleri başka birilerini ifade ederken kullanılıyordur.        

            Yoksul kelimesinin içine hapsettiği hayatlar, kelimenin dışında gerçekten yoksullar mıdır? Aklımıza gelen ilk anlamı yani geçimini sağlıyor olamamak, her yoksul için geçerli değildir. Yokluk, arkadaş yokluğu ya da işin yokluğu olarak da vardır. Çeşitli yokluklarla çevrelenmiş bireylere yoksul denmesi tercih edilirken, işten yoksulluk yaşayana işsiz, arkadaştan yoksulluk yaşayana yalnız denilmiştir. İşsizler iş bulur, yalnızlar arkadaş bulur ama kelimenin akla gelen ilk haliyle yoksullar, varlarını bulamazlar. Tarih boyunca da bulamadılar. Belki de varları bulma konusunda atacağımız ilk adım kelimeyi değiştirmek olmalıdır. Bu yapıldığında yoksulluk,  yemekten yoksun olmak, evden yoksun olmak, aşktan ve işten yoksun olmak gibi boşluğu doldurulabilinir gibi hissettirebilir. Yoksun olmak sanki varların bir yerlerde bulunabileceğinin haberini verir gibidir. Ama yoksul olmak, yüzyıllar geçse de üzeriden silinemeyecek ömürleri anlatır gibidir.

            Kelimeler olabilecek en korunaklı hapishanelerdendir. Öyle ki bir kelime sizi içine aldıysa, anlamına uymasanız da o sizi aynadaki yansımasında görür. Ama birileri o kelimenin yerine yenisini koyduğunda yani biri gelip aynayı aradan çektiğinde kelimenin kara deliğinden çıkılabilinir. Çözülemeyen yoksulluk belki de yüzyıllardır yansıması olmayan adı yüzünden çözülemedi. Yapılan yardımlara, yoksulluk yardımı denildiği için belki de bu yardımlar kimseye yardımcı olmadı. Yokluğun varlığını, dışında karşılığını bularak anlatan yoksunluk, beraberinde çözümlerini de getirebilir. Bu sebeple yazı boyunca yoksulluk yerine yoksunluk kelimesi tercih edilecektir. Yokluk hep vardır. Sonuçlar nedensizken yoktur. Nedenler ise sonuçsuzken anlamsızdır.

  1. Yaşam Tutulması

Yukarıdan

Herkese parlayan yıldızları

Aşağıdan

Bazısına yanan kent ışıkları çaldı

            Ayın, güneşi örtmesi sonucu dünya bir süreliğine kararır. Yoksunluğun nedenleri, ay gibi belirli dönümlerde gölge yaşatmaz dünyaya. Birey ile yaşamı arasında sürekli varlardır ve bireyi güneşsiz bırakırlar. Yaşam tutulması yaşayan yoksunları gölgede bırakan nedenler nelerdir? Bu nedenler için kesin olarak söyleyebileceğimiz, ay gibi tek ve güzel olmadıklarıdır. Nedenleri bulmak için sonuçlara bakacak olursak, ilk gördüğümüz yoksunluğun görünürlülüğünün her yerde aynı olmadığıdır.

            Çimenler kırda her yerdedirler. Gözümüz onların bu durumuna alışkındır. Ama kaldırım taşlarının arasından çıkan çimenler için durum farklıdır. Üzerlerindeki ağır taşlara inat ince gövdeleriyle gün yüzüne çıkarlar. Sanki olmamaları gereken bir yerdedirler. Yoksun bireylerde kırda daha az görünürlerdir. Kentlerde ise kaldırım taşındaki çimenler gibi daha görünür olurlar. İşe, okula giderken, koşu yaparken ya da yemeğe giderken basılan kaldırım taşlarına yoksun hayatlar da eşlik eder. Çünkü onlar kenarda değil, kentin ortasındaki taşın arasından çıkmışlardır ve ezilmeleri kaçınılmazdır. Burada karşımıza çıkan bir sonuç da kentte yoksunluğun daha yıkıcı olduğudur. Sıcak pizzasını alan bir birey evine giderken kaldırımda bir yoksun, kuşlara atılan somon ekmek içlerini toplamaktadır. Belki de kuşlar bu örneğin tek şanslısıdır. Biri vermemenin, öteki alamamanın eksikliğini yaşarken kuşlar sadece uçar ve gider. İnsanlar neden kente ihtiyaç duymuşlardır? Daha fazlasını istedikleri için mi? Dünya’nın kalbi, kendisinin üzerinde yaşayanlarca paylaşılmasına dayanamamaktadır. Mülkiyet icat edildiğinden beri sevgi, Dünya’nın kalbini terk etti. Biri aldığında hep birinden eksildi. Bir ülke sınır çizdi, bir ötekisi küçüldü. Kuşlar göç ederken sınırlardan pasaportsuz geçti, ama insanlar geçemezdi. Dünya, para eder oldu. Hem de para, Dünya madeninden yapılmıştı. Öyleyse sürekli daha fazlasını isteyen insan neyin fazlasını istiyordu? Birilerini daha fazla eksik bırakmayı istemek, tam da kalbi atmayan Dünyada olacak türden bir istek gibi. Her şeyin fazlası ve hepsinden daha güzeli kentte… Kalabalıklar kentte… Gökyüzüne en yakın evler kentte… Hep daha çoğunu isteyen bireyler de kentte. Peki varların azını isteyen yoksunlar neden kentte? Belki de asıl soru hikayedeki rol dağılımını kimin yaptığı olmalıdır. Yoksunları yoksunlaştıranlar, Dünyanın kalbini kurutanlarla aynı kişilerdir. Kanatlar yaratıp yükselmek yerine, birilerinin üzerine basıp, onları basamaklaştırarak daha fazlasına kavuşan kişilerdir onlar. Aradığımız tüm nedenler yani yaşamları gölgede bırakan Ay, bu kişilerdir. Bu kişiler önceden kişiydiler. Dünya, Güneşin etrafında döndü, yıllar geçti ve bu kişiler aile, millet, devlet, ülke oldular. Dünyayı biriktirdiler, Dünyanın üzerindeyken. Geriye eksik bırakılmış hep birileri kaldı. Adına bazen köle dediler bazen işçi bazen de işsiz. Sonra yemeği ve evi de yoksa, adı yoksun oldu. Onların yaşamla arasına hep daha fazlasını isteyenler girdi. Yaşamlar tutuldu, insanlar gölgede kaldı, kalıyor, kalacakta… Dünya’nın kalbini geri almadan bu yaşam tutulması bitmeyecektir.

 

  1. Amorf Bilinç

Çözüm simyacıdaydı

İnsanın altın hali

İnsanın bilinçli haliydi

            Güzel günler gelmez, yalnızlık hiç bitmez, sınıf atlanmaz, para yetmez, yoksunluk bitmez, biten başlamaz, giden gelmez. Sonra daha birçok -maz ve -mez. Mars’a gidilir ama yetmez. Dünya iskeleti kalıncaya kadar bitirilir. Yeni bir gezegen inşa edilir. İskelet yoksunlara bırakılır ve gidilir. Yine de yetmez, geri dönüp kemikler kemirilir. Sonra yine birçok -ler ve -lir. Güzel günler gel-mez-ler…

            Sorumlu kimleri tutuyoruz? Dünya’nın kemiklerini kemirenler kimlerdir? Manzaralı olsun diye sahil yolundan, motorsikletiyle okula giden biri. Kırmızı ışıkta dururken, kazağı pantolon yerine giyen birini gören ve yeşil ışık yanınca yoluna devam eden biri. Susan ve sadece gördüğünü not defterine yazan biri. Akşam eve gidince, kazağının kollarına bacağının sığıp sığmayacağını denemek için kışlıkları çıkaran biri. Dünyayı kemirenlerden farklı mıdır o biri? Değildir. Saçmalamamak için susmaktansa, saçmalayıp sorumluluğunu almayı, bir gün hocasından öğrenene kadar da farklı olamazdı. Farklı olmaktan anladığımız nedir? Karbon ayak izinin hesabını yapanla yapmayan arasında büyük fark vardır. Derslikten çıkarken ışıkları kapatan öğrenciler farklıdırlar. Çöpleri materyallerine göre ayırıp, ayrı renklerde çöp kutularına atmakla, tek poşetle çöpleri ayırmadan atmak da çok farklıdır. Aslında bunlar fark değil de, olması gerekleri olması gerektiği gibi yapmak değil midir? Aynı olanlar, çöpü karıştıranlardır. Biz atarız, onlar bulurlar. Biz yok ederiz, onlar var ederler. Asıl fark budur. Bahsettiğimiz o biri ise bir şeylerin ters gittiğinin bilincindeydi ama bu şekli olmayan bir bilinçti.

            Gelecek günler için umut besliyoruz. Umutlarımızı bile besliyoruz. Tombul umutlarla, bencil bir gelecek bizleri bekliyor. Gelecek günler için insan beslemek… Bu cümleyse kulağa oldukça garip geliyor. Bu gariplik geçmez. Şişmanlayan hayallerimizle de güzel günler hiç gelmez. Bazen kağıt bittiğinde ya da bulunamadığında, şiirler sigara kağıdına yazılırlarmış. O şiirlere benziyor hayatlarımız. Yanmak, duman olmak, şiir kalmak, unutulmak ya da temiz kağıda geçirilmek. Hangisini bilir ve yaşarız? Bilincimiz vardır ama katı ve şekilsizdir. Üzülürüz kazaklar pantolon olunca ama sadece üzülürüz. Bizi hep ders bekler, işlerimiz yoğundur ve yemekler soğumamalıdır. Sonra eğer şanslıysak, bir gün karşımıza insanı altına çevirmeye çalışan bir simyacı çıkar. Onlara genelde “hocam” diye seslenilir. Kimsenin sevmediği birini sevmek, kimsenin dinlemediği birini dinlemek ve kimsenin göremediğini görmek gibi huylara sahiptirler. Mesela öğrencisinin arkadaşı yoksa, ona arkadaşlığın önemini anlatmaz ya da öğütler vermezler. O öğrenciye “arkadaşım” derler ve sorun biter. Tabi şanslıysak bunlar olur. İnsanın bilinçli halinin, altın hali olduğunu bilenler, altın kadar istenmediğini de bilirler. Çünkü bilinç, hakim rüzgarlar için çok tehlikelidir. Rüzgarların yönünü değiştirebilir, yoksunluğa çözüm arayanları çoğaltabilir ve yoksunlaştıranları daha görünür hale getirebilir. 

            Yazmak, anlatmak ve okumak biçimsiz var olan bilincimize şekil verebilmemizi sağlar. Biz akşam yemeğinden sonra, klimalı odamızda yazarız. Kitaplar kuşe kağıda basılırlar. Okuyanlar bir yandan kahvelerini içerler. Tüm bu süreçte bilincimiz amorf kaldıysa, güzel günler gel-mez-ler.

  1. Kentin Aliterasyonu

            Kırda insanlar, kendilerine benzeyen insanların yaşadığı yerlerde yaşarlar veya yaşadıkça birbirlerine benzerler. Kentte ise kente dair ne varsa hepsi farklılıklardan beslenmektedir. Aslında kent, benzer ünsüz harfleri kullanarak uyumun sağlanmaya çalışıldığı bir şiir gibi artık. Buradaki ünsüz harfler, insanlardır. Şiir ise kenttir. Bizler kentte, birbirimize ya da ahenge uymaya mecbur bırakılmaktayız. Kent bizi birbirimize benzetiyor. Oysa biz bütünün eksikleri tamamlamaya gelen, birbirimizden çok farklı parçalarız. Tamamlamak görevimizken, ikame etme gibi bir görevi yerine getirmekle meşgul edilmekteyiz. Daha öncelerdeki birinin yerine geçiyoruz. Belki de fazla masraflı birinin görevini devralan az masraflı biri olmaktayızdır. Sonra biz gideriz, başkası gelir. Sürüp giden düzene uymayıp, ahengin dışında olanlarsa her şeyin dışındadır. Dünyaya mavi olarak gelen bir renkken, üzerimize sarı dökerlerse yeşil, kırmızı dökerlerse mor oluruz. Ahenk hangi rengi istiyorsa biz o renk oluruz. Mavi olan mavi kalıp gökyüzü olsa, yeşil doğan yaprakları boyasa ve bir sarmaşıktan mor çiçekler sarksa gerçek ahenk sağlanmış olmaz mı? Ahengin dışındakiler, yeşil olmaya razı olmayan mavilerdir. Kentin aliterasyonuna mecbur bırakılanlar varken, tamamen kendi hallerinde bırakılanlar da vardır. Onlar hep aynı renk doğar ve öyle de kalırlar. Yoksunlardır onlar. Renkleri aynı ama aldıkları ışık ya da maruz kaldıkları gölgeler farklılaşmaktadır. Devirler değişir, yüzyıllar biter, devlet gider ama toplumu kalır, surlar korurken sonradan turistik mekan olur ama yoksunlar görünmez olarak hep oradadırlar. Görünürlülüğün, görünmezlikle sürdürüldüğü bir gezegendeyiz. Duvarlar çeşitlidir, belki taş belki mermerdir. Önünde oturup, kaldırıma bakanlar aynıdır. Aslında hepimiz görürüz ve biliriz o insanları. Bizi hep paylaşmaktan, yardımdan alıkoyan cümleler vardır. Sokaklar onu kötüleştirmiş midir? Yalan mı söylüyordur? Ben yardım ederken aslında kandırılıyorsam? Ya bana bir zarar verirse? Yokluğun insana neler yaptırabileceğini çok iyi biliyoruz ve korkmakta çok haklıyız. Ama her zaman başka bir yol vardır. Eksikleri tamamlamak için geldik. Coğrafyasına, yönetim şekline, kültürüne, toplumuna uygun bir yol mutlaka vardır.        Dünya’nın çekirdeği denizlerin, kıtaların, toprak ve taşların lideri değildir. Nehir, taşıdığı alüvyonları bilir. Dağlar, köklerini tuttuğu ağaçları tanır. Okyanuslar, içinde gezen balinalara nefes olur. Topraklar, büyüttüğü tohumları korur. Nehirlerin, dağların, okyanusların ve toprakların Dünya’nın çekirdeğinden ne haberi vardır ne de bilmeyi, tanımayı, nefes olmayı ve korumayı ondan öğrenmişlerdir. Onlar bunlar için var olmuşlardır. Bizler de buraya sevmeye, severek insan olmaya geldik. Bu kişisel gelişim kitaplarındaki sevimsiz söylemlere benziyor olabilir. Gerçekleşmeyecek hayallerle de bağdaştırılabilinir. Fakat, etkisinde bırakıldıklarımızın karşısında en az onlar kadar etkili bir güç gereklidir. İnsana her şeyi yaptırabilecek yegane şey, sevgidir.

            Hepimiz eksikleri tamamlamanın yolunu biliyoruz. Ama bizim yerimize başkalarının çizdiği yollara, raylara bağlı hayatlar yaşıyoruz. Yol nerede biterse, orada duruyoruz. Ayak basılmamış orman yoluna sapanların ya da biten yolun ötesine geçmek isteyenlerin ise türlü türlü tehlikelerle başa çıkması gerekiyor. Bu yollarda yüreyerek gidenimiz, lüks dört tekerlekle gidenimiz, kurşun geçirmez cama sahip olanımız, yabanı atlarla gitmeye çalışanımız olacaktır. Önemli olan o yolu kendimizin seçebiliyor olabilmesidir.

Sonuç 

            Farkındalık, belki de bütün zamanların çaresizliğinin adıdır. Sokrates’in zehri içtikten sonra odanın içinde yürüyerek geçirdiği dakikalar, onun farkındalığının çaresizliği miydi? Zindan da hayatla bağı kesilenlerin, yine de birileri için çözüm arayıp, yazmaya devam etmesi de mı çaresizlikti? Belki de evini, yurdunu bırakıp uzaklara gidenler, gitmek zorunda olanlar da farkındalıklarının çaresizliğini yaşıyorlardı.

           Artık hayatımızda kavramların sadece apaçık tanımları yok. Her şey çok değişken ve hızlıca var olmakta. Ayağımızın takıldığı taş, hep aynı yerinde kalmıyor artık. Çoklu prize bağlanmış kablolar gibiyiz. Biliyoruz ve bilmenin farkındayız. Ama bilip de hiçbir şey yapamaz olmak durumunun çaresizliği içinde kalmış bulunmaktayız. Sorunun çözümünü öngörebiliyoruz ama çözümün işe yarayacağı ortamın eksikliğinin farkında olmak, bizi eylemsizliğe sürüklemektedir. Yapıyı değiştirecek yöntem elimizde var ama alt yapının toprağının, elimizdeki tohuma uymadığının farkındayız. Toprakla tohumumuz uyduğundaysa su başka ellerde olmaktadır. Yağmur yağmasını bekleyecek kadar zamanımız var mı? Yapılması gerekenleri biliyoruz. Yoksunluğun çarelerini bilmeyenimiz yok. Ne kadar insan varsa o kadar da çare vardır. Ama sağlam taşlarla, gevşek zemine duvar öremiyoruz.

            Söylev, en çok sineklere gereklidir. Acıkmış çocukların yüzüne konan, çocuklarınsa hiç fark etmediği sineklere. Gün boyu kaldırımda oturan annesinin kucağında uyuyan çocuklardan, vicdanlara dokunsun diye kullanılan çocuklardan uzak durmaları için tüm sinekler ikna edilmelidir.

           Dünya’nın kalbinin atmadığının farkındayım, demenin bir yolunu bulmalıyız. Eğer anlatamazsak çizeriz, çizemezsek şiir yazarız, şiir yazamazsak da severiz. Yalnızlığın olmadığı, çocukların yüzündeki sinekleri fark edip kovabildiği, bildiklerimizin anlatılabilindiği, çözümlerimizin uygulanabilindiği, şekline kavuşmuş bir bilince sahip olduğumuz, somnambül hayatımızdan uyandığımız, yekpare zamanca süren yoksunluğu bitirenin biz olabileceğimizi anladığımız, gökyüzünden acıkanlar için ekmek yağmayacağını bildiğimiz, her birimizin lider olduğunu fark edebildiği, eksiltmeden ve fazlalaşmadan çoğaltabildiğimiz, kazakların kazak olarak kalabildiği bir Dünya mümkün.  

Tags:

Arşivler