İrade / Öyle İse Kışkırma!

Dünyada 1950’li yıllardan sonra birçok değişime paralel sağlıklı insan veya sağlıklı olma kavramına bakış da değişmiştir. Önceleri hastalık ya da sakatlığın olmaması “sağlıklılık” olarak görülürken şimdilerde bedensel, ruhsal, sosyal, zihinsel, duygusal yönlerden tamamen iyi olma ön plandadır. Yani artık, yetkin hastanenin sağlık kurulundan “sağlıklılık belgesi” almak (işe başvuru, ehliyet, pasaport çıkartma, çay evi ya da lokanta işletmek amacıyla) bireyin tam anlamıyla sağlıklı olduğunun kanıtı değildir. O halde sağlıklı toplum hedefine sadece hastalıktan arınma çabalarıyla erişilemez.
Bu kapsamda sağlık, eğitim, sosyal yardım, sanayi, askerlik, yargı alanlarında çalışan profesyonellere önemli bir sorumluluk düşmektedir. Gerçekten günümüzde bu kişiler, farkındalığı yüksek, kendi ayakları üzerinde durabilen, sağlıklılık koşullarına uygun yaşam alışkanlıklarını sürdüren, üreten ve üretileni paylaşan, toplumsallaşmış ve uygar (kentlileşmiş) insanı oluşturmaya çalışmalıdırlar. Ancak beklentiler ile mevcut durum arasında bir uyum söz konusu mudur?
Bilindiği gibi çağımızda medya ve akademik dünya şiddet, cinnet, empati eksikliği, bireysel ve toplumsal kıyım ve intiharlar ve süre giden savaşlar çözümlenmeye çalışılmakta; insanın bu durumlara neden çözüm bulamadığı anlaşılmak istenmektedir. Bu bağlamda, bu çalışma “dürtü kontrolü”nün ve bu kontroldeki zaafların yıkıcı etkilerini açıklamayı amaçlamaktadır.
Freud, “elinde küçük bir büyüteçle kapsamlı insan yapısını incelemiş” ve insanın doğası gereği “Kötü” olduğu kararına varmıştır. Buna göre insanoğlu, yaşam (eros) ve ölüm (thanatos) içgüdüleriyle var olmuştur. “İd”in içine doğduğu aile, toplum ve kültür içerisinde ehlileşmesiyle birey sağlıklı bir egoya kavuşabileceği gibi kişilik bozukluklarının eşlik edebileceği uyumsuzluğa da yol açılabilir. O nedenle, Freud yaşamın ilk beş-altı yılının sağlıklılık ve uyumluluk açısından çok önemli bir gelişim ve öğrenme süreci olduğunu ifade etmektedir ( Burger, 2006; Fenichel, 1974; Freud, 1998; Geçtan, 1993; Odağ, 1999; Özakkaş, 2004).
Freud’un ilke, kavram ve teknikleriyle oluşan psiko-dinamik kuramda, sağlıklılık fiziksel iyi oluşun yanı sıra psikolojik ve sosyal olarak iyi oluşu kapsamaktadır. Bu nedenle sağlıklılık, çalışabilme (üretebilme), sevebilme /sevilebilme, eğlenebilme ve dinlenebilme boyutlarını da içermektedir.
Kuşkusuz artık, insan organizması pek çok açıdan bilinir hale gelmiştir ki bu da hastalık ve tedavi açısından bilimsel ilerlemelere zemin hazırlamıştır. Gelişmiş ülkelerde bebek ölüm oranlarının binde yedilere kadar düşürülmesi, ortalama yaşam süresi seksenlerin üzerine çıkarılması bunun bir sonucudur. Ancak hastalıkların kontrolüne verilen öncelik ruhsal incinmelerin ikinci planda kalmasına neden olmuştur. Oysa bir insanı insan yapan temel özellikler, beynin fonksiyonel özellikleri ve onun üzerine inşa ettiği kimlik ve kişilik örüntüsüdür (Özakkaş, 2004).
Günümüz insanının atalarından farklı olarak yaşadığı zorluklar içerisinde belki de en önemlisi kendisi ve kendi türündekilerle yaşayabilmenin getirdiği zorluklardır. İnsanın insanla mücadelesi çağlar boyunca sürmüştür; ve günümüzde daha da karmaşıklaşmıştır (Yıldırım, 2006). Teknolojinin hızla ilerlemesi, toplumların kültürel yapılarının yoğun hareketliliği ve kültürlerarası değiş tokuşların hızlanması sosyal ve bireysel kimliklerde ciddi uyuşmazlıklara, kod karmaşalarına ve sonuçta bunaltı ve sıkıntıya neden olabilmektedir. İşte böyle bir ortamda bireyler ruhsal bir çaresizlik, yabancılaşma ve açmazın içine düşmektedirler (Özakkaş, 2004). Bu bağlamda gelişen teknoloji karşısında bireylerin psiko-sosyo-kültürel uyumlarını sağlamak üzere destek verilmesi zorunludur. Kılıççı’ya (2000) göre kaçınılmaz teknolojik ve toplumsal değişmeler karşısında kimi önlemlerin alınması yerinde olacaktır. Bu önlemlerin belki de en önemlisi uyum gücünü ve ruh sağlığını desteklemektir. Bu işlevi üstlenmesi beklenen çağdaş toplumsal kurumlar içinde eğitim kurumlarının en büyük sorumluluğu üstlenmesi kaçınılmazdır.
Günümüzde kitle iletişim araçları bizi hem dünyadan hem de yakın çevremizde olup bitenden hızla haberdar etmektedir. İnsanların özel yaşamlarının TV ekranından hatta cep telefonundan pek çok kişiye ulaşmasıyla, özellikle şiddet, cinnet gibi olaylara kayıtsızlık ve sistemli bir duyarsızlaşma meydana gelmektedir. Söz konusu bilişsel, duygusal, psikolojik, sosyal bombardıman sağlıklı bir değerlendirme (analiz, sentez) yapmayı engellemektedir. İzlenenlere verilen ve duygusal tepkiler (öfke, kızgınlık, hayal kırıklığı, sevinç) kurgusal bir dünyanın içine hapsolmaya işarettir. Oysa gerçek dünya, dikkatle algılanması, değerlendirilmesi ve uygun duygulanımın sergilenmesini gerektiren sayısız bileşeni içermektedir. Bunları temel alarak belleğe kaydedilen şematik bilgiler, kişinin kurduğu ve kuracağı sosyal ilişki repertuarını şekillendirecektir. Kuşkusuz bu süreç sanıldığından çok daha karmaşıktır. Gerçek ile kurgusal bağlam, yapısal usa vurumu mutlaka etkileyebilir mi? Örneğin, akşam yemeği esnasında TV’de “namus uğruna” karısını bıçaklayarak öldüren adamla ilgili bir haberi izleyen bir aile, çocuklarının ve hatta kendilerinin bu cinnet gösterisinden olumsuz etkilenişini nasıl engelleyebilir? Aynı şekilde, “Biri Bizi Gözetliyor” tarzı programlarda annenin yetişkin yaştaki oğlunun kontrolünü tamamen eline alma çabaların ve oğlunun karar alma girişimlerini budarken izleyici koltuğunda ne düşünmeli, ne hissetmeli ve bunu sağlıklı bir yapının neresine yerleştirmelidir? Peki ya bir vahşet olayın ardından yönetici ve karar vericilerin “-Olay vahim, kimse bunun olmasını istemezdi, ama kışkırtma var, tahrik var” söylemleri nasıl değerlendirilecektir? Yöneticilerin “-Grubu galeyana getiren provokatörler vardı. Kışkırttılar kalabalığı efendim, tahrik ettiler” beyanlarından ne sonuç çıkartmalıdır? Yoksa aranan cevap Tagore’un (Avare Kuşlar, CCIX) “İnsanlar zalimdir ama insan iyidir” dizelerinde mi saklıdır?
İnsanoğlu belki bilinçli, belki bilinçsizce eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmeyi sevmeyebilir; toplumsal değerlerin arkasına saklanmayı ya da kışkırtıldığını iddia edebilir. O zaman, uygar insanın dürtü kontrolünden ve iradesinden nasıl söz edilecektir? Sağlıklı insanın dürtülerini kontrol etmesi ve eylemlerinde iradesini kullanabilmesi için ne yapılabilir ve dahası bu nasıl yapılabilir? İzleyen bölümde dürtü kontrolü ile iradenin gelişiminin hangi yaşlarda ve hangi araçlarla sağlanabileceği tartışılacaktır.
Sağlıklı Kişilik Bileşeni: İRADE
Tüm canlılar arasında yavrusu çaresizlik içinde gözlerini dünyaya açan sadece insandır. Bebek biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için anneye adeta yapışıktır (Adler, 2000) ve sadece içgüdü ve dürtülerden ibarettir. Zamanla genetik şifredeki programlar kendiliğinden etkinleşir fakat çevreye ilişkin algılar da devreye girer. Uyaranlara açlık da zaten genetik bir gereksinindir. İnsan yavrusunun dış dünyaya ilişkin bilgileri şematik olarak işleyebilmesi eğitim süreciyle mükemmelleşecektir ki, buda en az beş-altı yıl sürmektedir. Bu süreç içerisinde ruhsal yapı da şekillenecek, farklılaşacak, sağlıklı ya da sağlıksız örüntüler oluşacaktır. Bu evrede ortalama değerleri barındıran bir yapı gerçekleştirilebilirse normal bir insandan söz etmek mümkün olacaktır. Ancak, mevcut yapı ortalama insan değerlerine uzaksa normal olmayan yani “patolojik” bir nitelik ortaya çıkacaktır (Özakkaş, 2004).
Dünyaya gözlerini açan bebeğin anneyle kurduğu özel bağ “bağlanma” davranışını simgelemektedir. Dolayısıyla bağlanma, bakım alan (yavru) ve bakım veren (anne) arasında gerçekleşir. Bu ilişkinin karşılıklı doyum vermenin yanı sıra ve güçsüz tarafın korunmasını da sağlar (Bowlby, 1973). Bağlanma güçlü bir duygulanım yaratarak bebeğin kendini güvende hissetmesine yardım eder. Annenin ilgisizliği ya da erişilebilirliğinin zedelenmesi ise kaygı, öfke ve kızgınlık yaratır (Masterson, 2008).
Yeni doğan, dürtülerinin karşılanmasını arzulamakta ve bu arzu, mantık, kural ve sınır tanımamaktadır. Sanki “hemen karşıla, her engeli yok say, ya da yok et” kuralı işlemektedir. Ancak zamanla çocuk, bazı gereksinimlerinin giderilmesi için beklemesi, bunları ertelemesi ya da yok sayması gerektiğini öğrenmeye başlayacaktır. Diğer bir anlatımla, toplumun ve gerçeğin sınırları, doyurulması istenen dürtüyü gerçekle yüzleşmeye davet etmektedir. Bu evrede ebeveynler kimi sınırları tanımlamış ve “-meli, -malı,- memeli, -mamalı”tarzından yasaklar öğretilmeye başlanmıştır. Sağlıklı bir ebeveynden ve toplumdan beklenen budur. Ancak gereğinden önce ya da sonra, gereğinden az ya da çok yapılan kısıtlamalar içeren terbiye süreci, izleyen yıllarda çeşitli anormalliklere zemin hazırlama tehlikesini içinde barındırır.
Özakkaş’a (2004) göre iradenin tanımı ve oluşumunu şu şekilde açıklanabilir:
—“İrade bir şeyi yapmak ya da yapmamak perspektifinden karar verebilme yetisidir. Bir şeyi yapmak veya yapmamanın ötesinde birçok alternatifler arasında bir şeyi tercih edebilme yetisidir. Bu yeti ilk olgunlaşmasının iki-üç yaşlarında, özgürce ve çok güçlü bir biçimde bireysel varoluşumuzda ayrı kimliğin oluşturulmasının üst boyutunu ise ergenlik döneminde ortaya koyar. İrade yetisi kritik dönem eğitimiyle güçlendirilebileceği gibi tamamen bastırılarak ortadan da kaldırılabilir. Tercih edebilme ve yönelebilme yetisi olan iradeyi güçlendirdiğimizde ve buna azim ve kararlılık duyguları eklendiğinde çok güçlü bir kişiliğin temelleri atılmış olur.”
Peki, iradenin kazanıldığı ilk evrede neler olmaktadır? Belki de bir örnek yanıt için yol gösterici olabilir. Diyelim ki, babasıyla, markete giden 3 yaşındaki çocuk, oyuncak reyonuna yöneliyor ve birkaç oyuncağı seçerek babasına “Bana bunları al” diyor. Babanın yanıtı “Tamam ama sadece bir tanesini alabilirsin” şeklinde olunca çocuk kararsız kalıyor ve babasının yol göstermesini istiyor. Babadan beklenen sağlıklı tepki, çocuğun kendi kararını vermek üzere teşvik edilmesidir. Çocuğa “Şunu alalım, çünkü senin evde bundan zaten var” ya da “Bu çok çabuk kırılır bozulur, şunu alalım” dediğinde ise market (sosyal okul), irade fidesinin besi yeri ve zamanı olma işlevini yerine getiremeyecek; çocuk kendi iradesini sergilemenin önemini kavrayamayacaktır.
Kuşkusuz bu yaş grubundaki çocuklar her kararı kendi iradeleriyle veremezler; bu doğanın gerçeğine aykırıdır. Ancak, çocuk iradesinin kendisi tarafından kullanılabileceğini ve bunun sonucunda yaptığı tercihin sorumluluğunu alabileceğini, bu tür ortamlarda kavrar. Toplumumuzda bu dönem çocukları ile ebeveynleri arasında bazı alanlarda irade savaşı verilmektedir. Tuvalet eğitimi, yemek yeme, uykuya yatma bu alanlardan önde gelenleridir. Gereğinden fazla zorlamalar, baskılar, kurallar, iradeyi çocuk adına kullanan anne-babalar beklenenden çok daha güçlü bir direnç ile karşılaşmaktalar. Hele çelişkili ebeveyn tepkileri, yola getirmeye çalışırken örseleyici/travmatize edici yöntemler, geleceğin yetişkinlerinde duygulanım ve davranım bozukluklarına daha da kötüsü kişilik bozukluklarına zemin hazırlayacaktır. Çocukların gelişim ve öğrenme süreçlerini bilmek ve bu bilgileri pedagojik süreçlerle programlamak sağlıklı bir birey ve toplum oluşumu için gerekli görülmektedir.
Dürtü kontrolü ve irade görüldüğü gibi yaşamın ilk yıllarından başlayarak öğrenilen ve öğretilen bir şeydir ve okullaşmayla birlikte güçlenmektedir. Bu bağlamda sağlıklı bir kişilik ve sağlıklı bir birey için, çocuk okulöncesi eğitim-öğretim kurumlarıyla temasa geçmeden önce etkili olan ebeveynlerin bilinçlendirilmesi kritik önemdedir. Üstelik öğretmenlerin ne denli iyi yetiştirildiği konusundaki kaygılar, kaotik bir aileden çıkıp, kaotik bir eğitim sistemine maruz kalacak çocuklar için daha da endişe etmemizi makulleştirmektedir.
İrade Kullanılamadığında
Kuramsal olarak iradesini kullanamadığından diğer kişilere bağımlı, çekingen, özgüveni düşük, güvengen olmayan bireyler bir tarafta, kendinden başkasını düşünmeyen, antisosyal, sosyopatik, narsist kişiliklere sahip olanlar da diğer tarafta ele alınmaktadır. Gabbard (1994), bağımlı kişilik özellikleri sergileyenlerin, bağımsızlığın tehlikelerle dolu olduğunun öğretildiği bir ortamda büyüdüklerine ve annelerinin aşırı ilgili veya aşırı müdahaleci olduklarına dikkat çekmiştir.
Aşırı müdahaleci anne ve baba, çocuğuna iradesini kullanmasına izin vermemekte, çocuk seçim yapamaz hale gelmekte ya da karar verirken mutlaka danışma gereksinimi duymaktadır. Dolayısıyla bunlar, tek başına yaptığı seçimin sorumluluğunu alamayan yetişkinler olmaktadırlar. Bu o denli yaygın bir patolojidir ki, hangi mesleği seçeceğine, kiminle evleneceğine ebeveynlerinin karar vermesine ses çıkartmayan, hatta özellikle bunu isteyen kişilerle sık sık karşılaşılmaktadır. Tamamen kendini ilgilendiren kararlarda bile başkalarının tercihlerine muhtaç olan veya başkası tersini düşünüyor diye aldığı kararı hemen değiştiriveren bireyleri görmezden gelmek mümkün değildir.
İradesini kullanmaktan korkan kişilerde dıştan emir ve telkinlerle denetim sağlanabildiği için kişinin varoluşundan, özgür iradesinden söz etmek zorlaşır. Buna ilişkin Prof. Dr. Üstün Dökmen’in konferanslarında sıkça verdiği bir örnek son derece açıklayıcıdır: Baba ergenlik dönemindeki oğluna öfke ifadesini “Bana bak, beni yanına getirme, zorla kendini bana dövdürteceksin” şeklinde ifade ediyorsa “Ben bu eylemde aktif değil yani aktör değil pasifim/reaktörüm” demektedir. Verilen mesaj şudur: “Ben yanına gelemem, sen getirirsin. Seni dövme kararının sorumluluğunu ben alamam, sen almalısın.” O halde tahrik olup kışkırma bireyin kendi iradesiyle olamamakta, dolayısıyla olası tepkinin sorumluluğu buna neden olana kolayca devredilebilmektedir.
Üstelik, kendi kararlarını vermekte zorlanan başkalarının etkileri altında kalan bireyler, çocukken ebeveynleri tarafından sadakatli davranışları için ustaca ödüllendirilmişlerdir. Ayrılma ve bağımsızlık yönündeki hareketleri karşısında ise onları kurnazca birincil ve ikincil cezalar ile dizginlemişlerdir (Gabbard, 1994).
O halde, bireylerin gözlerine, kulaklarına inanmakta zorlandıkları, olan bir travmatik olayı değerlendirirken yorum yapan yönetici ve yetkililer ya da biz psikolojik destek hizmeti profesyonelleri “Korkunç olay, ama tahrik vardı, provokatörler vardı” gibi açıklamalarla asıl bataklığı gözden kaçırmış olmaktadır. Unutulmaması gereken dürtüyü kontrol etme ve iradenin yetişkinlikte değil, erken gelişim evresinde beslenen ve gelişen sağlıklılık örüntüsü olduğudur. O halde son söz, kararlarda irade kullanmayı başarmanın son derece önemli olduğu; son öneri de “-Öyle İse Kışkırma!” şeklinde ifade edilebilir.
Kaynaklar
Adler, A. (2000). Çocuk Eğitimi. İstanbul: Cem Yayınevi.
Bowlby, J. (1973). Attachment and Loss: Seperation, Anxiety and Anger. USA: Basicbooks Publishers.
Burger, J., M. (2006). Kişilik: Psikoloji Biliminin İnsana Dair Söyledikleri. (Çev. İ. D. E. Sarıoğlu), İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Freud, S. (1998). Psikopatoloji Üzerine. (Çev. S. Budak), Ankara: Öteki Psikoloji Yayınları.
Gabbard, G., O. (1994). Psychodynamic Psychiatry in Clinical Practice. Washington: American Psychiatric Pres, Inc.
Geçtan, E. (1993). Çağdaş Yaşam ve Normal dışı Davranışlar. Ankara: Maya Yayıncılık.
Kılıççı, Y. (2000). 6-15 yaş Öğrencilerinin Gelişimsel Güçleri ve Kişilik Gelişimini Kolaylaştırma, İlköğretimde Rehberlik. Ankara: Nobel Yayınları.
Masterson, J., F. (2008). Bağlanma Kuramı ve Nörobiyoljik Kendilik Gelişimi Açısından Kişilik Bozuklukları. (Çev. H. Şentürk), İstanbul: Litera Yayıncılık.
Odağ, C. (1999). Nevrozlar-1. İzmir: Halime Odağ Psikanaliz ve Psikoterapi Vakfı Yayınları.
Özakkaş, T. (2004). Bütüncül Psikoterapi. İstanbul: Litera Yayıncılık.
Yıldırım, T. (2006). Sosyal Kaygısı Yüksek Üniversite Öğrencilerine Uygulanan Kısa-Yoğun-Acil Psikoterapinin Etkililiği. (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara: Hacettepe Üniversitesi.

* Yrd.Doç.Dr., İnönü Üniversitesi, Psikolojik Danışma ve Rehberlik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)

Tags: , ,

Arşivler