İKTİDARIN “ÇOCUK” HALİ

 

Giriş

‘Çalışan çocuklar’ olgusu neredeyse insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Ancak çocuğun ne olduğu tartışması ya da çalışan bir çocuk olma olgusunun etkilerinin araştırılmasının tarihi o kadar da eski değildir. Sanayi devriminin getirdiği ucuz emek talebini karşılamak için ilk olarak kadın ve çocukların kullanıldığı bilinen bir gerçekliktir. Fakat 21. yüzyılda, sosyal refahın bu kadar “arttığı” bir dönemde, dünyada hala çalışan çocukların olması “büyük” bir çelişkidir. Çalışan çocuk olgusu bu küreselleşen dünya ile birlikte artık tarihteki o eski köklerinden farklı bir noktaya gelmiştir. Çocuk çalışması, eğitsel içeriğinden soyutlanmış, diğer her türlü emek çeşidi gibi metalaşmış ve bir sömürü malzemesi haline gelmiştir. Bu noktada çocuk emeği sömürüsü diğer emek sömürülerinin yanında daha acımasız gözükmektedir. Ne yazıktır ki, bu çeşit bir sömürü sözde engellenmeye çalışılsa da nedense 21. yüzyılda bile bu olgu engellenememektedir. Bu engellenememenin nedenleri ayrı bir araştırma konusudur. Bu araştırma daha çok bu olgunun “çocuklar” üzerindeki “söylemsel iktidarı”, bu mekanizmanın yapısını, nasıl işlediğini ve son olarak “çocuk” üzerindeki etkisini saptamaya çalışmaktadır.

Birinci bölüm: Kuramsal çerçeve ve çalışmanın metodolojisi

Bu araştırmanın sorunsalı çocuk emeğinin sömürüsüdür.   Kapitalizmin kendi dinamiklerinin ürettiği bir olgu olarak çocuk emeği sömürüsünün belirli görünümleri dünya sistemine eklemlenmiş bir ülke olarak Türkiye’de de söz konusudur.

Böyle bir kavramsal bakış açısı temellendirilmiş bir çalışmaya yapılan literatür taramasında rastlanılamamıştır. Çalışmalar daha çok bilgilendirici, betimleyici bir bakış açısı ile gerçekleştirilmiştir. ILO’nun (Uluslararası Çalışma Örgütü) girişimlerinde geliştirilen çalışmalar kısa erimli ve uzun erimli düzenlemeler bağlamında kalmış, anlaşmaya üye olan ülkeler temelinde bazı yaptırımların (en düşük çalışma yaşı limiti, çalışma koşullarının düzenlenmesi gibi) uygulatılması yoluna gidilmiştir.  Ayrıca tanım ile ilgili genel geçer kurallar sunulmaya çalışılmıştır. Bu kuralların en önemli olanı ise on sekiz yaş altındaki tüm insanların, çocuk olduğunu kabul eden bildirgedir (ILO, 1999).

Bu kavramsallaştırmanın bu araştırmaya sunduğu olanak; birçoğumuzun çok sıradan olduğunu düşündüğümüz bazı davranış setlerinin, aslında o davranışı yapan kişiler için kendilerine yarattıkları “davranış barınaklarının” hatta bazen “direniş ritüellerinin” temeli olabilir (Tekelioğlu, Orhan 1999) önermesidir. Buradan hareket ile hem görüşülenlerin sözleri incelenirken davranışları hareketleri de bu konunun kapsamı içerisine alınmıştır. Ayrıca kendi direniş mekanizmaları da bu yöntemle gözlemlenebilir hale gelmektedir.

Böylece çalışmanın alanı “çalışan çocukların” ne olduğunu saptamaya, bundan sonra da çalışan çocuklar üzerindeki söylemsel iktidarın göstergelerini aramaya odaklanmıştır.

Bu çalışmada derinlemesine görüşme tekniği kullanılmıştır.  Özne (çocuk) üç boyutlu olarak incelenmektedir. “Kendisiyle”, “öznenin diğer öznelerle” ve son olarak “öznenin yapılarla” ilişkisi özneyi tanımlamadaki temel basamaklardır.

Sacayağının üç bacağı böyle tamamlandıktan sonra kavramsal olarak en genelden en özele doğru bir okuma gerçekleştirilecektir.

İkinci Bölüm: Toplumsal mekan olarak oto sanayi

Araştırma kapsamında Şaşmaz Oto Sanayi’nin (Etimesgut- Ankara) genel durumu üzerine değerlendirmeler yapılmıştır. İşveren, usta ve çıraktan oluşan kümelerle görüşülmüştür. Bu sanayi sitesinde, ortalama bin tane atölye vardır. Montaj, bakım onarım ile uğraşan bu atölyeler ortalama 9 ve daha az işçi çalıştırmaktadır. Görüşme yapılan üç işyeri de yine ortalama olarak 4-5 kişi çalıştırmaktadır.

Yine bu atölyelerde, formel yapılar yerine enformel iş örgütlenmelerin kurulduğu gözlemlenmektedir.

Biz bir aileyiz gibi ‘paternalistik’ bir kavramı kullanan işverenler bu sayede enformel iş ağlarını kuvvetlendirmektedirler.

“… çoluğumdan çocuğumdan çok bunları görüyorum” (işveren)

Keza çalışma saatlerinin esnekliği vasıtası ile çalışanlar ve işverenler gecenin ilerleyen saatlerine kadar birlikte olmakta ve deyim yerindeyse yedikleri içtikleri ayrı gitmemektedir. Ücret piyasası işverenlere göre “fix”lenmiş bir vaziyette olup herkes bir ustanın, kalfanın, çırağın ortalama ne kadar aldığını bilmektedir. Usta-kalfa-çırak ilişkisinin hâkim olduğu bu yapılanma içerisinde işe başlayanlar bu statüleri zamanla edinmekte ve “işin içinde” yetişmektedirler. Yani işe girmek aynı zamanda bir iş için öğrenme yahut okul olmaktadır.

Bunlara bağlı olarak bölgede ortak bir kültürün geliştiği söylenebilir. Bunlardan ilki ve en önemli olanı enformel iş örgütlenmesidir. İşçiler   bir yerden tanıdık olmalıdırlar. Bu yolla işverene ya da başkalarına karşı yapılabilecek bir “yanlışın” önüne bu yolla geçilmektedir. Yani bu manada oluşturulmuş bir ortak ahlak kavramından(moral) söz edilebilir. Bu ortak kültürün bir başka ayağı olan suç konusu ciddiye alınmaktadır. Ancak görüşmelerde gözlemlendiği üzere bu suç son derece yaygındır.

“… bizim için bir lira da bin lirada eşittir. Bugün bir lirayı alan yarın benim kasamdan paramı da çalabilir.” (İşveren)

Öte yandan din hayatın içinde bir gerçeklik olarak kendini devam ettirmektedirler. Toplumsal bir ritüel olarak cumalara gidilmekte ancak bunun dışında isteyen cemaat yapılanması içinde örgütlenmekte istemeyen örgütlenmemektedir. Burada asıl mevzu kişinin işine gösterdiği saygıyı yitirmemesidir.

Bunlara ek olarak, iş yerlerinin hiçbirinde “siyaset yoktur.” Keza “sendikalar da yoktur.”

“… çalışan ustasına ihanet etmez” (İşveren)

Son bir ek olarak her ne kadar devlet çıraklık okulu ile eğitim faaliyetini sürdürmek istese de işveren ve ustaların “30 tane haylazın” biraya toplanması olarak gördükleri bu kamusal hizmetten bir yarar elde edilemeyeceğini söylemektedirler…

Sonuç olarak işverenlerin kafasında çizilen bu genel portrede vasıflılanma kutsanmış, enformel ilişkiler değerlenmiş ve mevcut durumun korunması istemi dile getirilmiştir. Ancak yine işverenlere göre bu sistem hata vermektedir çünkü sekiz yıllık eğitim ile beraber çırak sayısı azalmış ve çırak sıkıntısı başlamıştır. Bu durum eleman yetişmemesi ile ve atölyelerin ortalama 30 sene sonra kapanması ve sektörün küçülmesi ile sonuçlanacaktır.

Enformel yapının kendini formalleştirme çabası

Ustalık bireysel ilişkilere dayalı bir kavramdır. Ancak ustaya tâbi olan çırak için, ustalık kurumu kendini yeniden üretme süreci içerisindedir. Yani usta olmak çırak için formel bir yapıya dönüşmekte ve bu bakımdan statü ayrımları ve kontrol mekanizmaları işletilmektedir.

Ustalar çıraklarına “iş öğretirken” çırakların hiçbir biçimde ‘iş’ ile ilgili karar mekanizmalarında bulunmamaları, keza çıraklık süresince geçen uzun yıllar boyunca profesyonel bir işçi olma düsturunun kazanılması bunun bir parçasıdır. O halde enformel ilişki ağları ile örülü bu iş kolunda, uzmanlaşma ile beceri kazanılması normal kabul edilirken, oluşan statülerin kendini yeniden üretmesi söz konusudur.

Geçmişteki usta-çırak ilişkilerinin etkileri bu iş ortamında rahatlıkla gözlemlenebilir. Böyle bir yeniden üretim sürecinde, bu oluşan statüler çalışan çocuklar üzerindeki söylemsel iktidarın biricik taşıyıcılardırlar. Dahası, usta ya da işveren olanlar yani statü olarak yüksekte olanlar, bu disipline olma araçlarını çocuğun içselleştirmesini istemektedirler. Burada kullanılan disipline etme araçları daha sonra söz edileceği gibi ‘korku’ ve ‘itaattir’. Bu ana öğelerin bağlamında yapılan kavramsallaştırmalar örneğin hırsızlık kavramı, ya da iş yeri ahlakı gibi kavramlar, statü kazanıldıkça içselleştirilmekte ve bu vesile ile içselleştirilen iktidar kendini sorunsuz bir biçimde yeniden kurgulamaktadır.

İşveren düzeyine inilir ise eğer çocuğa dair değerlendirmeler ve çıkarımlar aynı net bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu noktada işverenin, usta-çırak ilişkisini ekonomik olarak temellendirdiği şu pasaj önemlidir.

“8 yıla çıkartıldığında biz çok yanlış olduğunu söyledik. Yani Türkiye’de, yani hangi ülkede olursa olsun bu işleri birileri yapacak. Tamirciliği birileri yapacak kuaförlüğü de birileri yapacak. … Okumuş bir insana bunları yaptıramazsınız… Dersiniz ki ben yıllarımı verdim okudum. E n’olacak o zaman bu alttaki(işlerde) kim çalışacak? Yani sonuçta bizim bu hayatı idame ettirmemiz lazım. Düşün markete gidiyorsun. Kasiyer… Kasiyer üniversite mezunu olmaz ki. Sonuçta bunların alttan yetişmesi lazım. Bizim işimiz böyle 6 ayda öğrenilecek iş değil. Ve arabalar ayrı ayrı, her yeni teknolojiyi öğrenmeniz lazım. Bizim işte öyle ben usta oldum her şeyi öğrendim gibi bir şey yok.”   (İşveren)

Aslında burada işverenin kendini bu hayatta her şeyi de birileri yapması gerekiyor üzerinden meşrulaştırması vardır.

İşyeri ahlakının en önemli öğesi disiplin üzerine:

Buraya kadar, üstyapının, çocuğun disipline edilmesinde, belli başlı noktalarda bazı araçlar ile hareket ettiğinden değinilmişti. Bunlardan ilki yukarıda söz edildiği üzere yaş ile kurulan iktidardır. Üstyapıya göre ergenlik çağına girmiş bireyler daha asi olmakta ve deyim yerindeyse “eğilmemektedirler”. Bu yüzden siyasal iktidarın gündeme getirdiği 4+4+4 yasası olarak bilinen kesintili eğitim yasasına son derece destek verilmekte, bu yasa ile beraber Türkiye’nin böyle sektörlerdeki varlığı güvence altına alınmaktadır. Yani sanayinin gerekliliklerine uygun olarak hazırlanmış bu yasada “okumayacak adamların”, zaman yitirmeden, “eğilip-bükülerek” iş hayatına kazandırılması amaçlanmıştır.

Bunlardan ayrı olarak başka bir disipline etme aracı olarak korku bu “eğitim” süreci içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Geçmişten referanslar ile ilerleyen bu eğitimde “çocuğun” disipline edilmesinde korkunun yeri açık seçik ortaya konulmaktadır.

“… Çırak kolay kolay ustayla konuşamaz. Usta konuşur çırak cevap veremez. Çırak sadece evet hayır der. Bizim sanayi hep böyle olmuştur. Eskiden hele, bundan çok eskiden evet hayır da yoktu yani. Usta soru sorar sorduğu soruya bile cevap alamazdı. Yani konuşmazdı çırak. Konuşamazdı korkardı. Öyle bir korku vardı. Sonra çıraklığı devam eder kalfa olur usta olurdu sonra ustayla konuşmaya başlardı. Ve dönüp bakar, ustasının aynısı olurdu…” (İşveren)

Korkutmanın bu derece açıkça savunulur olması raslantı değildir. İstenilen bu korkunun içselleştirilip sonrasında kendini yeniden kurgulayan bir iktidar olarak devam etmesidir.

Ancak usta ile yapılan görüşmede bu disiplin konusuna gelindiği, dayak yahut korku mekanizmaları incelendiği zaman, usta olanın işverenlere oranla daha yumuşak bir yerde durduğu açıkça görülmektedir. Yani aslında olan işverenin kendi kafasında kurduğu ve gerçekleşmesini arzu ettiği tablodur. Keza işin çırak boyutuna inildiğinde bu korkunun nasıl çırağın üzerinde bir baskı mekanizması olduğu ve kendini buna göre şekillendirirken zorlandığı açıkça görülecektir. O zaman bu disipline etme araçlarından olan “korku” ya da “dayak”(her ne kadar varlığı bir var ile bir yok arasında olarak söylenilse de) en yukarıda en çok istenilen, en aşağıda ise içselleştirilmesinde bir o kadar zorlanılan bir kavramdır. Yine aynı biçimde “okumazsan seni sanayiye gönderirim” sözü de bu korkutmanın dile yansımış bir görüntüsüdür. İşte bu gelenekler ile hareket eden yapıda disiplinin kendini meşrulaştırması “eğitim” kavramının içini doldurması ile sağlanmaktadır.

Bu aracın yanında suç olgusu da bu disiplin araçlarında incelenmesi gereken başka bir konudur. Ancak bu daha ileri ve derinleştirilmiş bir araştırma konusudur. Disipline etme aracı olarak suç; daha çok hırsızlık, üstyapı tarafından çok tehlikeli bulunmaktadır. Yaptığımız sınırlı gözlemler, suçun varlığı ve sıklığının önemli boyutlarda olduğunu ortaya koymaktadır.

Son olarak değinmek istediğimiz konu, çalışılan mekanın bir “ekmek kapısı” olması algısı ile işyeri disiplini ve kuralları kendini var ettiğidir. Yani bir yaşam alanı olarak kurgulanan iş yeri eğlenceyi de kendi dışına atmaktadır. Bunun en güzel örneği mekânda ne şekilde olursa olsun alkol tüketilmediğidir. Kuşkusuz ki işverenlere göre “başka” atölyelerde bu olaylar gerçekleşmekte ancak görüşülen atölyelerde kesinlikle olmamaktadır. Keza iş-dışı toplu eğlenceler örneğin mangal yapmak, köfte yemeye gitmek de atölye dışında gerçekleşmektedir.

Üstyapı tarafından aile metaforu ile kurgulanan ve yaşam alanı olarak nitelenen, ancak genel ahlak kurallarına sahip olan işyerleri, disiplin mekanizmasının yegâne uygulandığı mekânsal bir birlikteliktir. Son bir ek olarak mekanın fiziksel konumu da “herkese” açıklık ilkesi ile inşa edilmiş ve denetim ve gözetim mekanizmaları bu açıklık ilkesi bağlamınca kurgulanmıştır. Müşteri aynı zamanda bir denetçi pozisyonu almaktadır bu vesile ile.

Ustalık üzerine:

“… Ustalık şimdi bir şeyi sökmek takmak değildir. Ustalık arızalı bir arabayı gelip o arızayı tespit etmektir. Yoksa sökmeyi takmayı bile siz bile, sizi yanıma alsam 3 ayda sökmeyi takmayı öğrenirsiniz.” (İşveren)

Üst yapıdan söz edilirken açıklanan üretim araçları maliyeti ile emek gücü arasındaki bağıntıdan hareket ile ustalık işte bu sermaye yatırımı ile emek arasındaki bağıntıda konumlanmaktadır. Kuşkusuz, bir sermaye yatırımı vardır; fakat artı değer üretimi için gerekli olan emek gücüdür. Keza usta ile usta geçmişli olan işveren arasındaki kazanç farkının temelini “bir kişi çok iyi usta olabilir ancak çok iyi esnaf olmayabilir” kavramsallaştırması yaratmaktadır. Burada esnaflık yani işveren olmak üretim sürecinden ayrıştırılırken buna da ayrı bir değer atfedilmektedir.

Görüşülen iş yerlerinde ustaların aldıkları maaşlar ustalar için yeterli görülmekte ve bu konularda çıkan uzlaşmazlıklar anlaşma yolu ile çözülmektedir.

“… bizde bir usta ayrılacağı zaman işvereniyle helalleşir öyle ayrılır. Genelde dükkân kurmak için ayrılır. Yani kendine güveniyorsa gider kendi dükkânını kurar. Öteki türlü ayrılmazlar zaten.” (İşveren)

Yukarıda görüldüğü gibi usta ile işvereni ile arasında çıkabilecek gerçek bir uzlaşmazlıkta ustanın haklı olduğu bir pozisyon gözükmemektedir. Tek haklı olma pozisyonu ustanın “girişimci” olması halidir. Keza bu üstyapı tarafından kutsanan bir olgudur zaten.

Ortamın genel yapısı itibari ile ustalar genelde çırak olarak çalıştıkları iş yerlerinde ustalık mevkine erişmektedirler. Bu da çıkacak iş uzlaşmazlıklarının, uzun süredir süre gelen arkadaşlık bağları içerisinde halledilmesi ile sonuçlanmaktadır. Yani bu enformel iş ilişkilerinin uzlaşmazlıklar konusunda çözümünün “arkadaşlık hukukuna” dayandırılması söz konusudur. Burada sonucun çalışan aleyhine olduğu gibi bir çıkarsama yapılmamaktadır. Tersine çalışan ve işveren arasındaki arkadaşlığın maddi boyutlarında ihtiyaç halinde çalışanın işverenden kredi alması gibi olaylara olanak sağlaması söz konusudur.

Sonuç olarak ustalık, kendini yeniden üretme becerisine sahiptir ve iş yerindeki üretim sürecinin önemli yapıtaşıdır.

Çıraklık ve ustalık ilişkileri üzerine düşünüldüğünde, ustalık çıraklık kurumunun varlığının da bir parçasıdır. “iş içi eğitimde” öğretmen rolünü üstlenen usta kendi çıraklık deneyimleri ile işverenin kafasındaki üst yapı arasında kendine bir yol çizmek zorundadır.

“… Bizim zamanımızda dayak vardı. Yani ustalarımız bizi döverdi. Ama ben dövmüyorum yani. Anlamıyorsa anlamıyordur.”  (Usta)

Böyle bakıldığında kendi çektiği “acıları” kendi çırağına aktarmak istememektedir. Ancak yine de disipline etme araçlarını kullanmaktan da geri kalmamaktadır.  Atölyelerde zincirleme bir hiyerarşi kurulmaktadır. Çıraklar da, geçici olarak çalışmaya gelen yazlıkçıların (yaz tatillerinde atölyelerde çalışmaya gelen çocuklar) üzerlerinde bir iktidar kurmaktadırlar. Yani yazlıkçı-çırak durumu söz konusu olduğunda bile çıraklık yazlıkçıya göre bir üst statü olmaktadır. Böyle bakıldığında statü olarak kalfalık da aynı ustalık gibi çırak üzerinde bir baskı ve disiplin aracı olmaktadır.

Bir statü olarak ustalık genel ahlakın taşıyıcısı, öğreticisi ve uygulayıcısı olarak konumlanmaktadır. Usta-işveren arasındaki ilişki, “arkadaşlık” ilişkisi olarak nitelenmektedir. “Korku” dönemi geride kalmıştır. Çünkü korku yaratarak elde edilmek istenilen amaca erişildiği düşünülmektedir.

Çocukların çalışması bu üretim sürecinin olmazsa olmaz bir parçası iken çocuk işçiliğinin önlenmesi düşünülebilir mi?

Çocuk:

Yapılan görüşmelerde öznelerin ‘çalışan bir çocuk” olma olgusuna yaklaşımları incelenmiştir. Bu inceleme çocuğun tâbi olduğu iktidar ilgisi yönü ile araştırılmıştır. Burada, çocuğun gösterdiği direniş mekanizmaları yönü ile bu iktidar saptanmaya çalışılmaktadır. Foucault’u izleyerek söylemek gerekirse:

“Nerede iktidar vardır, orada direnme de vardır ama sonuç itibariyle bu direnme iktidarla ilişkisinde asla bir dışsallık konumunda değildir”(akt. Deveci, 1999: 33).

Böyle bir içkinlik (iç içe olma) durumunda ‘direniş ritüellerinin’ saptanması halinde ‘çocuk’ üzerindeki iktidarın öğeleri gözler önüne serilecektir. Ancak araştırmanın öznesinin çocuk olmasının getirdiği bir engel ile öznenin kişiliğinin oluştuğu en önemli zamanın bu önemli evre olduğu unutulmamalıdır.

Sahibine karşı direniş gösteren bir kölenin bu ritüelleri Scott’un (1995: 25-28) belirttiği üzere ‘gizli senaryolarda’ bulunabilir. Keza bu köle sahibi ile etkileşimde iken ‘kamusal senaryoları’ sergilemektedir (Scott, 1995: 25). Kısaca bu ‘kamusal senaryoları’ öznenin tâbi olduğu iktidara karşı takındığı maskeler olarak somutlayabiliriz. Ancak söz ‘çocuklara’ geldiği vakit bu kavramsallaştırma yetersiz kalmaktadır. Çünkü ‘çocuk’, bir ‘yetişkin’ gibi bu gizli senaryoları ya sergilememekte ya da sergiliyorsa bunu ‘çocukça’ yapmaktadır. Çocuğun ustasına öykünmesi olayı araştırmada ‘içselleştirilmiş iktidar’ olarak ele alınmıştır.

Bu kavram; çocuğun, ustasının bilgisinden kaynaklı içinde bulunduğu hiyerarşik yapıdaki iktidara razı gelmesini anlatmaktadır. Çocuk ustasından alacağı bilgi ve deneyim sermayesi ile gelecekte kendisini ‘iyi bir yere’ konumlandıracağı inancındandır. Bu yüzden iktidarın kendi üzerinde yarattığı baskıyı sorgulamadan kabullenmekte, yani ‘içselleştirmektedir’. Ancak içselleştirilmiş bile olsa, her tür ‘baskısına’(coersion) evet dememektedir. Açık ya da gizli bir direniş içerisindedir. Aslında araştırmanın saptamak istediği bu ‘çocukça’ direnişlerdir. Bu direnişlerin ışığında çocuğun gelecekte benimseyeceği yola ışık tutabiliriz.

Bu bilgiler ışığında görüşülen ‘çocukları’ iki ayrı tipolojiye ayırmak mümkündür. 1.grup çırak, iktidarı içselleştirmiş, 2. grup çırağın ise iktidarı içselleştiremediği gözlemlenmektedir. Disipline etme araçları olarak bakıldığında 1.grup çırak bulunduğu ortamda dayak ve korkunun yerini ‘özdeşleşim’ almıştır. Daha önce açıklandığı gibi işveren tarafından bu özdeşleşim kutsanmış ancak yine de disipline etme araçlarının gerekliliği bahis konusu olmuştur.

Yapılan görüşmede, yukarıda söz edildiği gibi gizli senaryolara rastlanamamıştır. Ancak 1.gruptaki bir çırak, ustasına kızdığı zaman ona “usta”, normalde ise “abi” olarak seslendiğini ifade etmiştir. İşte aranan çocukça direnişin öğelerinden bir tanesi budur. Yani çocuk ‘ustasına’ seslendiğinde, yaptığı bu değişmeyi kendince bir direniş olarak nitelendirmektedir.

Öte yandan çırakların, kendilerini tanımlamalarından da ilginç veriler elde edilmiştir. Çıraklar, kendilerini çalışma günlerinde “adam”, bir günlük izninde ise çocuk olarak tanımlamaktadır. Bu kayda değer veri şunu göstermektedir ki, ergenliğe kadar ‘çocuk’ olarak görülen birey, iş hayatında kendini ‘yetişkin’ olarak tanımlamaktadır. İşte burada öznenin ‘çalışan bir çocuk olma’ olgusuna karşı takındığı tavır, işvereninkinden farklılık arz etmektedir. O halde burada bir uzlaşma olduğundan söz edilemez. Kişi kendini gerçek anlamda iş yaşamı dışında var etmektedir. Eğer olanak verilirse okumayı mı çalışmayı mı tercih edersiniz sorusuna ‘okumak’ olarak yanıt vermektedirler. Çünkü çıraklar da, kendilerini iş yaşamı dışında gerçekleştirdiklerinin farkındadırlar.

Bu çıkarsamaların dışında 1.grup çıraklarda, gerçek anlamda bir gizli senaryoda bulunmadığından söz edilmişti. Buradaki en önemli neden işvereninin yahut ustasının sosyal konumlarıdır. İleride “nasip” olursa usta olup kendi iş yerini açmak istediklerini açıkça söylemektedir. Geleceğe ilişkin bu ‘umutlu’ beklenti, çırakların, iktidarı içselleştirmesindeki başat neden olarak görülebilir.

2.grupta yer alan çırakların, ortamına geçildiğinde araştırmacı için hemen şöyle bir ayırım göze çarpabilir. Sözgelimi, bir çırağa, diğerleri tarafından (iş arkadaşları, ustası vs.) daha görüşmeye başlamadan görüşmeciye şaka yollu direktifler verilmeye başlanmıştır. Bunlar gerçek anlamda kayda değer sözler değildir; ancak şurası açıkça görülmektedir ki, çırağın, araştırmacıya ‘konuşamayacağı’ düşünülmektedir. Keza, alaycı olan bu sözler kuşkusuz ki çırağın üzerinde bir baskı oluşturmaktadır.

2.grup çıraklarla yapılan, görüşmelerde (görüşmeler bire bir yapılmaktadır) sık sık görüşme yapılan mekâna gelip ‘her şey iyi mi’ diye çırak denetlenmektedir. Çok açıktır ki bu denetlemeler boşu boşuna yapılmamaktadır. Çünkü bu grupta yer alan çıraklar, diğerleri gibi iktidarı henüz içselleştirememiştir. Bu yüzden iş yeri ile sorunlar yaşamaktadır.

Öncelikle bu grupta yer alan çıraklardan birinin anlattığı bir hırsızlık olayı vardır. Çırağa göre parası, yalnızca işçilerin girebildiği soyunma odasından çalınmıştır. Çırak, bu olayda kalfasından kuşkulanmak, ancak bu kuşkusunu ustalarına söyleyememektedir. Ancak ona göre bu hırsızlık işi hasıraltı edilmektedir. Daha önce söz edildiği gibi son derece ayıplanan hırsızlık olgusu, bu denli iş yaşamının içindedir. Ancak konu çıraklara yönelik olduğunda, işveren ve ustalar aynı dikkati bu konuya vermemektedir.

Yukarıda değindiğimiz çırak, görüşme boyunca camdan çalışma ortamını gözlemlemektedir. Araştırmacı gerekli izni aldığını söylemesine rağmen görüşmenin başında bu görüşmeci tarafından net olarak kavranamamış ve ustalarından baskı göreceği korkusu taşımıştır. ‘Korkuyor musun’ sorusuna net olarak evet yanıtını veren görüşmeci bu korkusunu yendikten sonra daha doğrusu görüşmecinin gerekli izni aldığına ikna olduktan sonra görüşmenin süresini uzatmak istemiştir. İşte tam da bu noktada bir gizli senaryodan bahsedilebilir. “Çocuk” fırsatını bulduğu her anda bir ‘kaytarma’ yöntemi bulmaktadır. Ancak yine de bu gizli senaryo da bir ‘çocukça direniştir’.

Son olarak, 2.grupta yer alan çıraklar, kendilerini, net bir şekilde “çocuk” olarak tanımlamaktadırlar. İktidarı içselleştiremeyen bu grup çırakların kendilerini ‘çocuk’ olarak tanımlaması, diğerinin kendini ‘adam’ olarak tanımlamasının yanında gözden kaçmayacak bir olaydır.

Çocuğun üzerinde kurulan iktidarın son basamağı ise mekânın özneye bakış açısıdır. ‘Çocuk’ aletlerin bulunduğu tezgâh civarında konumlanmış; buna karşın işverenin odası mutlaka mekânın tamamından ayrıştırılmıştır. Hatta bunun tam etkin kullanımı odanın yüksekte ve camla kapatılmış olması halidir. Bu sayede işveren daima ‘aşağıyı’ izleyebilmekte ve çalışanları ‘denetleyebilmektedir’. Keza bu sistem de çocuğun tâbi olduğu iktidar ile arasındaki ilişkiyi gözler önüne sermektedir. Zaten görüşmeler de çoğunlukla bu odalarda gerçekleştirilmiştir.

Sonuç olarak direniş barikatlarından hareket ile iktidar çıkarsamasının yapıldığı böyle bir okumada iki grup çırak arasındaki farklar, net bir biçimde ortaya konulmuştur.  Ancak şurası bir gerçekliktir ki ikisinde de gözlemlenen bu söylemsel iktidar, bu sanayi kolunun devamlılığında başat bir yere sahiptir. Böyle bir iktidar olmadan bu sanayi kolunun şu anki hali ile devam edemeyeceği açıktır.

Sonuç:

Araştırmanın bu bilgilerine göre,

  1. Çocuğun tanımlanması başlı başına bir önemli meseledir. Ne yazık ki on sekiz yaş altındakilere ‘çocuk’ deyip işin içinden çıkmak o kadar da kolay değildir. Kişinin fiziksel, sosyal ve psikolojik gelişimi göz önünde bulundurulmalı ve gerekiyor ise ‘çocuk’ tanımı üzerine yeni ampirik çalışmalar yapılmalıdır. Bu araştırmadan çıkan sonuç ‘çocuk’ tanımının: özne için iş yaşamı dışında gerçekleştiği, üstyapı için ise çıraklıkla özdeş tutulduğu görülmektedir. Böyle bir çelişki, kişinin ileride çocukluğunu yaşayamadığını düşünmesi ve bu açıdan eksik kaldığını hissetmesi ile sonuçlanmaktadır. Ama daha ötesi, hayatlarında böyle bir iş hayatı ve buna bağlı olarak böyle bir hayat tarzından başka bir yol görememektedirler.
  2. Çalışan çocuklar üzerinde kurulan bu iktidar mekanizmaları devlet, üstyapı ve gelenekler çerçevesinde kendini var etmektedir. Bu iktidar çalışan bireylerin kendilerini var etme süreçlerini ancak ve ancak bu üstyapı ile bütünleştiklerinde mümkün kılmaktadır. O halde bu bütünleşmeyi sağlayamayan bireyler çark tarafından öğütülecek ve dışlanacaktır.

Son bir söz olarak söylemek gerekirse: Bu araştırmada “çalışan çocuklara” daha önce denenmemiş bir bakış açısı ile bakılmaya çalışılmıştır. Ortaya çıkan veriler şöyle bir genellemeyi yapmaya olanak vermektedir. ‘Çalışan çocuklar’ olgusu, bu üretim düzeni içinde, önlenebilir, yok edilebilir bir olgu olarak gözükmemektedir. Hatta egemenler cephesinden (devlet, işveren, usta vb.) elzem görülmektedir. Yeni planlanan eğitim süreçleri “vahşi” kapitalizmin çıkarlarını önceleyip uygulamaya sokmaktadır. Burada asıl olan çocukların aldığı eğitim yerine işverenin çıkarıdır. Günümüzde çok tartışma konusu olan “4+4+4” yasası olarak da bilinen kesintili eğitim yasası işte bu çıraklık olgusunu devletin de, bir iktidar aracı olarak, ne kadar önemsediğinin göstergesidir. Zaten açıktır ki dünya pazarında kendine yer edinmek isteyen Türkiye, kolay ama “acılı” olanı seçmektedir: Uysal ve ucuz çalışan çocuk ordusu yaratmak. Bu yüzden çocuk işçiliğinin önlenmesi konusunda umutlu olmak pek de olası gözükmemektedir. Ancak umut, daha kökten yapısal değişimlerin yaşanması ile olasıdır.

Kaynaklar :

Deveci, C. (1999), “Foucault’nun İktidar Kavramsallaştırmasında Siyasal Boyutun Ayrıştırılamazlığı”, Doğu Batı, sayı 9, s.25-43

Tekelioğlu, O. (1999), “Moderniteye Sıkışan Özgürlük: Foucault’un “Kendilik Teknolojileri”ne Bir Bakış”, Doğu Batı, sayı 9, s 45-55

Argın, ª. (1992), “Kapitalist Toplumda İşin ve İşgücünün “Kaderi”: Post-Fordizm”, Birikim, sayı: 41,

Scott, J.C. (1995), Tahakküm ve Direniş Sanatları, çev: Alev Türker, İstanbul: Ayrıntı Yayınları

Hunt , E.K. (2005),  İktisadi Düşünce Tarihi, Ankara: Dost Yayınevi

ILO (1999), Worst Forms of Child Labour Convention, (No. 182)

ILO (1973), Minimum Age Convention, (No. 138)

 

*  Genç Sosyal Politikacı

**  Bu çalışma, V.Mülkiye Genç Sosyal Politikacılar Kongresi’nde (Ankara, 18 Ekim 2012) sunulan bildiriden geliştirilmiştir.

(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)

 

Tags: , , ,

Arşivler