İki Buçuk

 

Ellili yıllarda Çalkarcı Hüseyin (nasıl etmişse etmiş) Bulgaristan’dan göç ederken, beraberinde çalkarını da getirmişti.

Çalkar, bir metre eninde, üç metre uzunluğunda, bir buçuk metre yükseklikte, iskeleti tahtadan bir alet. 60 cm çapında iç içe geçmiş silindir biçiminde elek sacları, bir metal milin eksenine bağlıdır. Milin ucu, dişli kutusuna bağlı bir kol ile döndürülerek, harmandan çıkmış buğdayı taşındantoprağından ayrıştırır. İki yetişkinin, biraz zorlanarak da olsa kaldırıp küçük arabasına kondurabildiği bu alet, biz çocuklara uzay aracı gibi görünürdü. Ama en cazip yanı, çalkarı taşıyan mini tekerlekli, oyuncak kılıklı arabasıydı. Öğle molasında Hüseyin amca gözünü yumdu mu, arabayı boş tarlaya kaçırıp oynardık. Yakalanırsak, çok fena küser, o gün çalkarın kolunu bize çevirtmezdi. Taş çatlasa elli kilo çeken, gömleğinin üstünden kaburgaları sayılan, çerden-çöpten bir adamdı. Bizim en fazla on-on beş kez çevirebildiğimiz o kolu, bir robot gibi saatlerce çevirirdi. Dişlilerin çıkardığı cayırtı, aşağı mahalleden bile duyulsa da, Hüseyin amca kulağının dibindeki bu sese pek aldırmazdı.

Babam, artık büyüdüğümü düşünüp, Çalkarcı Hüseyin’e yarından sonra gelmesini söylemem için “göçmen mahallesi”ne, beni gönderdi. Kasabaya onlardan önce geldiğimiz için, bize göre onlar “göçmen”di. 1950’li yıllarda, Bulgaristan’dan gelenlerin iskân edildiği bu mahalleden bir kaç kez geçmiştim. Tek katlı kerpiç evleri ne kadar yoksul görünse de asla pis değildi. İçi – dışı mutlaka çivitli kireçle badana edilir; yazın tozdan, kışın çamurdan geçilemeyen daracık sokakları, hep taze kireç kokardı. Küçücük bahçelerinde envai çeşit çiçeğin, sebzenin, meyvenin, tıklım tıkış birbirine karışmışlığı ayrı bir şenlikti.

Nasıf’ların, Hüseyin amcalarla komşu olduklarını o gün öğrendim. Babamın tarifine göre evi bulmaya çalışırken birbirimizi aynı anda fark ettik. Köşedeki evin duvarına yaslanmış bir kütük gibi dururken, fırladı ve kollarını iki yana açarak önümü kesti. Hem yaşça, hem de cüssesiyle benden büyüktü. Bu koca kasketli adamın benimle ne alıpveremediği olabilirdi ki? Gözlerini kocaman açmış, kaşlarını hızla indirip-kaldırarak genizden gelen acayip bir sesle bir şeyler söylüyordu. Komik bir şekilde, kaşlarıyla şapkası aynı anda inip-kalkıyordu. Elindeki paraları şıkırdatıp “ Var mı, iki buçuk var mı? Versene, versene…” diyerek üstüme geliyordu. Kaçamadım… Kasılıp kaldım öylece. Ben de saçma sapan bir şeyler söyledim galiba. Küçük adımlarla sıvışmaya çalışırken, o cebindeki paraları şıkırdatarak on-on beş adım kadar izledikten sonra peşimi bıraktı. Koşarak eve döndüm. Abim bahçede bir şeylerle uğraşıyordu. Hâlâ olayın etkisindeydim. Anlatınca, halime hiç acımadan gülmeye ve dalga geçmeye başladı. Sonra da teselli eder gibi,

– Nasıf oğlum o! Korkma! İlk gördüğü herkese yapar bunu.

– Yaa! Sen öyle san! Kendin git o zaman!

Gitti ve on-on beş dakikada geldi. Göz ucuyla yokladım; bir yerlerinde yara-bere var mı diye, yoktu!

Bir yıl sonra İlk Okula başladığımda, göçmen mahallesinden arkadaşlar edinmeye başladım. Artık Nasıf’ın yakınlarında olduğum için, bana zararı dokunmayacağını anlamıştım. Arkadaşlarımdan öğrendiğime göre, küçükken geçirdiği bir hastalık sonucuymuş bu durumu. Hayatla tek bağı, o zamanlar tedavülde olan metal iki buçuk liraları biriktirmekti. ‘İki buçuk’ dışında hiçbir paranın onun içi değeri yoktu. Aramızda konuşurken bir yandan durumuna üzülür, bir yandan da korkuyla sağ kulağımızın memesini çekiştirip, en yakındaki tahtaya, işaret parmağımızın tersiyle tık tık vururduk. Büyüklerimizden öğrenmiştik bu belâ savuşturma tekniğini.

Annesi her sabah tertemiz elbiselerini giydirir, tembihlerini yineledikten sonra kapıyı açıp sokağa gitmesine izin verirdi. Zaten bir iş yapmadığı ve diğer çocuklarla oynamadığı için üstü-başı da pek kirlenmezdi. Köylü kasketi, kocaman gözleri ve tuhaf gülüşüyle hemen dikkat çekerdi. Gerçek adı Nasuh’u kimse kullanmaz, “Nasıf” deyip geçerdi herkes. Hiç büyümeyen bir çocuktu Nasıf. Yaz –kış fark etmez; her mevsim yakasız gömleğinin üzerinde koyu renk kumaş ceketi ve kasketiyle mahallenin uğuruydu. Evinin yirmi metre civarından ayrılmaz, köşesinde durup yolu gözlerdi. Tanısın- tanımasın, gözüne kestirdiği kişinin önüne fırlayıp, avucundaki metal paraları şıkırdatır; “Bak, bak! İki buçuk… Haha, haha,, daha evde var yaaa!” diye bağırırdı. Ne söylersen söyle, o, paralarıyla ilgili bir cevap verir, bildiği cümleleri tekrarlardı.

Kasabamızın sanayi bölgesi seçilmesiyle birlikte “yabancılar” birer ikişer; sonra akın akın gelmeye başladılar. Nüfus arttıkça konut ihtiyacı, konut ihtiyacı arttıkça eski yapılar yıkılıp, yerine apartmanlar dikilmeye başladı. Döküntü evlerini, beklemedikleri paralara kiraya, arsalarını kat karşılığı “mütayit”e verenler kadar “sikortalı iş”e girenler de bu yeni hayatı çok sevdi. Küçük esnaf artık veresiyeler için “harmandan sonra”yı beklemek zorunda değildi. Önceleri kuşkuyla bakılan “yabancı”lar herkesin ekmek kapısı olmuştu ama mahallelerin o eski bildik, güvenli ortamı hızla değişmeye, hatta altüst olmaya başlamıştı. Kimse, bu hengâmede bir şeylerin değiştiğini fark edemedi o uğursuz güne kadar. Olayın ayrıntısını Hüseyin amca ertesi yıl öğlen molasında babama anlatırken öğrendim.

Bir gün, ezan vakti geçip hava karadığı halde eve gelmemiş Nasıf. Her yerleri aramış, herkese sormuşlar ama yer yarılmış da yerin dibine girmiş sanki. Annesi çok ağlamış. Sabah olmuş Nasıf yine yok. Gün öğleye dönerken, iki sokak ilerde, yerine apartman yapılması planlanan yıkıntıların olduğu bir arsada oynayan çocuklar bulmuş Nasıf’ı. Koca kafasındaki, kocaman kasketi yokmuş. Kafasının arkasından sızan kan küçük bir gölet oluşturmuş toprakta. İki buçukların birkaçı çevreye dağılmış. Anlaşılan, birileri bir şekilde kandırıp, akşam karanlığında o arsaya götürmüş, şimdiye kadar kimsenin elinden almayı düşünmediği iki buçuklukları gasp etmeye çalışmışlar. Verir mi Nasıf? Ölür de vermez!

Eve getirdiklerinde sağ eli yumruk halinde ve kolu kaskatıymış. Tüm uğraşlara rağmen elini açamamışlar. Ertesi gün, Arif Hoca teneşirde yıkarken bolca sıcak su dökünce çözülmüş eli. Avucundan bir tane iki buçukluk çıkmış.

Olay duyulunca, önce büyüklerin içi üşüdü. O güne kadar kasabada herkes “eceliyle” öldüğü için akılları karıştı, ne yapacaklarını bilemediler. Evlerde, kahvelerde, tarlalarda, şantiyelerde, köşe başlarında, fısıltıyla anlattılar bir birlerine; çocukların duymadığını, anlamadığını düşünerek.

İlk duyanlar, duymayanlara, gözlerini kocaman açıp, nefes nefese anlatırken bir daha korktular. Bütün çocukların yüreği buz kesti bu yüzden. O günden sonra bayramlarda aldığımız “iki buçuk”larını kimselere gösteremedik.

(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)

Tags:

Arşivler