İçimizden Biri

SUNUŞ

“EV EKSENLİ ÇALIŞMA”

Çalışma Ortamı Dergimizin bu sayısında (155), görünmez nitelikte olan ev eksenli çalışanları ve çalışmalarını “Büyüteç” altına almaya çalıştık. Ev eksenli çalışanların en önemli sorunlarının başında hiç kuşkusuz mevzuattaki yetersizlikler ve toplumsal anlamda görünür olmamaları gelmektedir. Her ne kadar ev eksenli çalışanlara yönelik kısmi bir takım düzenlemeler yapılmış olsa da; bu düzenlemelerin sorunları çözer nitelikte olduğunu söylemek mümkün değildir. Bunun yanında çalışırken karşılaştıkları tehlikeler ve riskler büyük bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Ev eksenli çalışanların sorunlarını sadece mevzuat düzenlemeleri ile çözmek de mümkün değildir.  Ev eksenli çalışanların örgütlenmeleri ve kolektif hareket etmeleri sorunların çözümü için zorunlu bir seçenek olarak karşılarında durmaktadır. Dergimizde ancak kısıtlı bir takım çalışmalara yer verebildiğimiz ev eksenli çalışanların tüm çalışma koşullarını ve sorunlarını ortaya koymanın mümkün olamadığının farkındayız. Yine de ev eksenli çalışanları ve çalışmalarını görünür kılmayı az da olsa sağlayabilmenin önemli olduğunu düşünüyoruz.

 

Ve kadınlar,

bizim kadınlarımız:

korkunç ve mübarek elleri,

ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle

anamız, avradımız, yarimiz

ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen

ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen

ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız

ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki

ve karasabana koşulan

ve ağıllarda

ışıltısında yere saplı bıçakların

oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan

kadınlar,   bizim kadınlarımız

Nazım Hikmet

– Adın ne?

– Çiğdem.

 – Bak, Çiğdem; saat en geç 8:30’da burada olacaksın.

– Tamam.

– Beşten önce gitmek yok.

– Tamam.

– Baştan savma temizlik istemem.

– Sen hiç merak etme… Dip bucak temizlerim her yeri… Ütün varsa onu da yaparım…

– Bir şeyi kırarsan parandan keserim. Şimdiden söyleyeyim, yaz aylarında yok olabilirim. O zaman para vermem.

– Tamam.

– Anlaştık. Yarın gel işe başla…

– Bugün başlasam… Yol parası…

– Yoo.. Bugün olmaz işim var. Yarın gel. Geç kalmak yok ha… İlk günden bozuşmayalım…

Anlaşma tamam… Çiğdem’e “Senin bir söyleyeceğin var mı?” diyen yok. Ama Çiğdem bir iş bulduğu için mutlu.

Kentin sokak lambaları bile sönmemişken, belediye otobüslerinin belli yolcuları vardır. Yarı uykulu gözlerini ovuşturan çırak çocuklar ve gülmeyi unutmuş, tasalı yüzleriyle ev işçisi kadınlar.

Evimize sessizce giren, ortalığı onların değişiyle “pırıl pırıl” yapan, sonra yine sessizce evin içinden yok olan, çalışma yaşamı boyunca da yapayalnız, hiçbir güvencesi olmadan yaşayan, gücü tükenince de “yaşlandı” deyip işine son verilen, geldiği gibi yine sessizce ortadan kaybolan, yaşamımızdan çıkan, sonra ne yaptığını düşünmediğimiz binlerce ev işçisinden birini,  bir emekçi kadını Çalışma Ortamına konuk edelim dedik.

– Adın ne?

– Çiğdem.

– Kaç yaşındasın?

– Yaşımı ne edeceksin? 60 yaşındayım. Ama hala çalışabilirim ben… Gücüm kuvvetim yerinde hamdolsun. Yoksa Tuba hanım benden memnun değil mi?

– Yok canım nerden çıkardın bunu. Gel otur şöyle, konuşalım biraz.

– İşim çok, seninle konuşursam yetiştiremem hiçbir şeyi… Benim yolum uzak havada erken kararıyor… Buraya gelirken iki otobüs değiştiriyorum. Sonra

en az yarım saat yürüyorum… Bizim oralarda köpek de çok… En iyisi ben ütümü yaparken sen ne soracaksan sor.

– Peki öyle olsun… Kaç yıldır ev işine gidiyorsun?

– On altı yaşına yeni basmıştım. Gerisini sen hesapla…

– 44 yıldır yani…

– Öyle diyorsan öyledir.

– Hep aynı yerlerde mi çalıştın?

– Yok canım… Öyle çok kapıda çalıştım ki, sayısını bile unuttum.

– Peki neden o kadar çok iş değiştirdin?

– Kimi ayda bir istiyor temizliğe. En beteri onlar. Ayda bir temizlik demek, benim canımın çıkması demek. Üstelik, ötekiler kadar para verirler. Kimi on beş günde bir çağırır. En iyisi haftalık işlerdir. Ama, onun da kötü yanı yaz aylarıdır. Yazlıklarına gidenler, para filan vermezler o zaman, kimse senin ne yiyip içeceğini düşünmez.

– Aslen nerelisin sen?

– Çankırı’nın Bademli Köyü’nden. Beş kardeştik biz. Dört kız, bir erkek. En büyükleri bendim. En güçlüleri de bendim. Her iş gelirdi elimden. Gün ışımadan kalkardım, gün batımına kadar tarla tapan, hayvanlar, yemek her yere yetişirdim senin anlayacağın… Köyde o zamanlar okul yoktu. Küçük bir cami vardı. Arada Kur’an’a giderdik. Okuyamadığım için, okula gidenleri görünce aha işte şuracığım, yüreğim sızlar. On dördüme geldiğimde, hoca efendi babamı çağırmış. “Bu kızı en kısa zamanda evlendir. Hem güzel, hem güçlü, hem becerikli. Başına iş gelmeden evinin kadını olsun. Hüsamettin’in oğlu başkent Ankara’da çalışıyor biliyorsun. Güzel bir tepenin yamacına kendi elleriyle bir ev yapmış. Dayamış, döşemiş. Senin kızı görünce gönlü kaymış. Bana sorarsan kızı ver gitsin. Kaç kıza başkent Ankara’ya gitmek nasip olur? Başlık parası da hazır. Ayrıca Hüsamettin bir de inek verecekmiş sana…” deyince babam vermiş gitmiş beni…

– Yani sana sormadılar mı?

– Neyi?

– “Bu adamla evlenmek ister misin?” demediler mi?

– Hangi kıza sormuşlar ki bana sorsunlar. Şehirliler, onların da okumuşları belki kızlarına soruyordur. Ama köylük yerde, gecekondularda kızların sözü geçmez, sesi de çıkmaz.

– Hadi 40 yıl önce böyleydi. Şimdilerde “Bu adamla evlenmek ister misin?” diye soruluyor mu?

– Televizyonda gördüm. Yüzlerce kız, hala çocuk yaşta evlendiriliyormuş. Senin anlayacağın bizim hayatımız hep birilerinin elinde. Önce babamız, sonra kocamız, sonra çalıştığım evlerin hanımlarının elinde.

– Köyünden, anandan, kardeşlerinden kopup Ankara’ya gelince neler yaptın? Ankara’yı nasıl buldun?

– Ankara’yı tepeden gördüm. Bizim ev bir tepedeydi. Bizden başka yedi ev vardı. Orda oturan yedi aile yedi ayrı şehirden gelmişlerdi. Elektrik, su, yol yoktu. Kovalarla su taşırdık. Köydeki gibi lamba  yakardık. Yolu, yedi aile el birliğiyle açtık. Tabii yol dersen ona. Zor günlerdi o günler. Ama geceleri Ankara’nın ışıkları yanınca tepeden seyretmesi güzeldi. Aralarında en gençleri bendim. İlk günler hep ağladım. Köyü, anamı, kardeşlerimi özledim. Öteki kadınlar “Üzülme alışırsın. Biz de senin gibiydik” diye teselli ediyorlardı beni. Onlar da benim gibi çocukmuş evlendiklerinde. Dört ay sonra gebe kaldım. Ama vücudum tutmadı çocuğu, düşük yaptım. Kendim çocuktum çünkü… Ondan sonra bir kez daha gebe kaldım. Yine düşük yaptım. Kocamın yüzünden düşen bin parça… Sanki bütün suç bende? Derken,  bir gün kocam; “Çocuğun çoluğun yok. Bari bir işe yara. Patron, evinin temizliği için birini arıyormuş. Yarın sabah seni işe götüreceğim. Adam gibi çalış da beğensinler seni.” dedi.

– Sana sormadı mı?

– Yoo…

– Peki sen ne dedin?

– “Elin evinde benim ne işim var. Hem korkarım, bilmediğim yerde” dedim.

– O zaman ne oldu?

– “Lafı uzatma… Yarın altıda yola çıkarsak seni bırakıp ben de işe yetişirim. Ona göre çayı koy, sofrayı hazır et” dedi. Kocamdan ilk dayağı o gece yedim.

– Neden?

– Neden olacak. 16 yaşıma kadar ne babama, ne erkek kardeşime, ne de kocama “Hayır” demedim. İlk kez “hayır” dedim. Ertesi gün hava karanlıkken yola çıktık. O gün ölmedimse hiç ölmem artık. İlk kez bizim tepeden aşağı indik. Hava aydınlanmamıştı  sokak lambaları yanıyordu. Bir otobüse bindik. Ondan indik bir başkasına  daha bindik. Derken ondan da indik. Yarım saatten fazla yürüdük. İlk kez apartman görüyorum. İlk kez kapının zilini çalıyorum. İlk kez  dört kat çıkıyorum. İlk kez bana, saray gibi gelen bir eve giriyorum. Sen anlamazsın bunu. Beş ay önce köydesin, sonra Ankara’ya geliyorsun. Hoş, gecekondunun da köyden pek farkı yok. Ama bu apartman evi aldı götürdü beni. Adımı bile söyleyemedim evin hanımına. Sonrası daha beter. Elektrik süpürgesi, buzdolabı, çamaşır makinesi, cam büfeler, say say bitmez. Betim benzim atmış. Evin hanımı “Hasta mı?” deyince benim efendi” Yoo… İlk işi heyecanlandı.” dedi. O ilk gün, çok azar  işittim. Hala rüyalarıma girer, korkuyla uyanırım. Sonra her şeyi öğrendim. On altı yaşındaydım o zamanlar, şimdi geldim 60 yaşıma. Çalıştığım evlerin sayısını unuttum. Ama ilk kez gördüğüm ütüyü unutamadım. Ütü yapmayı öğrenirken oramı buramı çok yaktım. Bak şu kolumdaki,  elimdeki izlere. İşte onlar ta o günlerden kalan yanıklar.

– Buna benzer iş kazaları geçirdin mi?

– Çok… Banyoyu  temizlerken ayağım kaydı, düştüm. Bacağımı kırdım. Allah razı olsun evin beyinden, beni hastaneye götürdü. Bacağım alçıya alındı. Ama iki ay işe gidemedim. Tabi para da kazanamadım. Sonra iyileştim. Bizim iş zordur. Kırık, çıkık, yanık görünürleri. Bir de görünmez zararları vardı. Beni al mesela ağır kaldırmaktan belimde fıtık var. Doktor öyle dedi.  Bir keresinde omzumda lif kopmuş…

– Peki ne yaptın?

– Ne yapacağım. Bizim oralarda bir laf vardır “Acı patlıcanı kırağı çalmaz” denir. Gördün işte hala çalışıyorum. Sabah işe gelirken otobüs durağında benim gibi ev işine giden kadınlarla bir süre sonra tanış oluyoruz. İnan hepimizin derdi bir. Gittikleri evde tacize uğrayan bile var. Hamdolsun böyle bir şey başıma gelmedi. Evde bir şey kaybolsa senden bilirler, deterjanlar bitse  “Ne çabuk bitirdin… Yeni almıştım.” derler… Hanım  elindeki torbaya, çantana bakar, “Yanlışlıkla baktım.” derler. Hepsini sineye çekmek zorundasın. Önceleri bir iki eve gidiyordum. Evler çoğaldıkça para tatlı geldi benim adama. O yattı dinlendi, ben pazar bile çalıştım. Eve girdiğim anda parayı elimden alırdı kuruşu kuruşuna…

– Temizliğe gittiğim bir evin hanımı bana “Ücretin artınca kocana söyleme, o parayı bir kenara sakla.” diye bana akıl verdi. Para çoğalınca da beni bankaya götürdü hesap açtırdı. Şimdi tek güvencem o para. Allah razı olsun ondan. Çalışmak zorunda olmasak çeker miyim başkasının ağız kokusunu… Hiçbir güvencem yok.  Üç beş kuruş emekli maaşım olsa, inan bana bir an bile durmam.

– Ev işlerinde çalışanlar için de sigorta şartı çıktı.

– Otobüs durağında beklerken kadınlardan duydum bende. Bu yaşıma gelmişim sigorta benim neyime. Hadi istedim diyelim… Evin hanımı ister mi? Benim temizliğe gittiğim evlerdeki hanımlara sordum. Hiç biri bilmiyor bu sigorta işini. Bizlerden geçti. Gençler için iyi bir şey olur.

– Umutsuz gibi söyledin.

– Şu apartmanlara bak. Kim bilir kaç daire var. Oralarda kaç kadın sessiz sedasız tek başına çalışıyor. Gün boyu birkaç cümle ya ediyor ya etmiyor. Eve dönünce de, durum aynı. Hemen mutfağa dalıyor. Yemek, bulaşık derken yorgunluktan yığılıp kalıyor sedire, susup kalıyor, sesi çıkmıyor.

“‘Sessizlik büyüdükçe çığlığa dönüşür’ derler” diyorum. Acı, sözlerine vuruyor. “Doğru dersin. Tabi duymak isteyen varsa” diyor. Susuyor.

*  Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı Başkanı

(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)

 

 

Tags: , , ,

Arşivler