GÜVENCE VE SAĞLIK 

 

“Hangimiz güvence altındayız?” Bu soruya “Ben” diye yanıt verecek o kadar az kişi var ki. Güvencesizlik, yaşantımızın her kesitine siniyor ve davranışlarımızı etkiliyor. Tüketim ve dinlence alışkanlıklarımızı; iş seçimimizi, iş yeri seçimimizi; toplu iş sözleşmelerinden ya da bütçe yasasından beklentilerimizi derinden etkiliyor. Ülkemizin insanları, sık sık, “İnsan yaşamını hiç değeri yok” sözünü kullanırlar. Gerçekten de, insan yaşamının yerini başka öncelikler almıştır.

Güvencesi olmayanlar, bir gün ellerindeki işi de yitirebilecekleri korkusu ile kendilerince stoklama ya da yatırım olarak gördükleri eylemlere yönelirler. Bu, “kendilerini doyurabilecek kadar gelir” elde edenler için de geçerlidir. Çünkü insanlar yarını düşünmeden edemezler. Bu yüzden, özellikle düşük gelir diliminde yer alanlar, biraz daha yüksek gelir ele edebilmek kaygısıyla çabalar ve içinde bulundukları anı da yaşamazlar.

“Dinlence neymiş? Boş zaman etkinlikleri neymiş? Elin ayağın tutarken daha çok çalışacaksın. Fazla mesaimi dendi, sağlık kurallarına bakmaksızın ‘fazla mesai ücreti’ alabilmek için çalışacaksın” Ama yaşlar ilerliyor, sağlık yitiriliyor ve kişinin yaşamı ile para kazanma uğraşı özdeşleşiyor. Dolayısıyla, yaşadığını bile fark etmiyor. Başka değerler, sağlığın ve yaşamın önüne geçiyor. Sözgelimi, çalışma ortamının olumlu hale getirilip, risklerden arındırılması için uğraş vereceğine; bu konuya hiç değinmeyip, bunun yerine “yıpranma zammı”, “ağır iş ve risk tazminatı” konulmasını istiyor. Oysa olumsuz çalışma koşulları düzeltilirse, tazmin edilecek bir durum kalır mı? Kalmaz. Ama henüz bu akıl yürütme topluma egemen değil. Bugün, gelişmiş ülkeler ve uluslararası örgütler “yaşam kalitesi” diye bir kavramı ortaya atmış ve işlemeye başlamışlardır. “Yaşamak ve yaşamın her dakikasını hissetmek bir insan hakkı” diye düşünüyorlar. Biz bu değerlendirmeyi tartışmaya açmaktan bile uzağız.

İnsan davranışları üzerine eğilen psikologlar, bir çok araştırmalar yapmışlar ve yargılara ulaşmışlar. Bunlardan biri de Maslow’dur. Maslow, insanların gereksinmeleri doğrultusunda hareket ettiğini ve bu gereksinmelerin de basamaklı bir yapı gösterdiğini ortaya koymuş. “Gereksinme Sınıflandırması” adını verdiği bu görüşünde, insanların gereksinmelerini 5 basamakta toplamış:

  1. Basamak: Fizyolojik gereksinmeler (yeme, içme, barınma vb)
  2. Basamak: Güvence (kendisinin ve ailesinin durumunu koruma)
  3. Basamak: Sevgi
  4. Basamak: Saygınlık uyandırmak, toplumsal konumunu güçlendirmek
  5. Basamak: Kendi istemleri ve eğilimleri doğrultusunda yaşamını işini yönlendirmek, yeteneklerini değerlendirmek.

Maslow, kişinin bu basamakları ancak birer birer çıkabileceğini ve ait basamaklardan biri ortadan kalkarsa kişinin, üst basamakları bırakıp, tekrar o yitirilen basamağı kazanmaya yöneldiğini söylemektedir. Bugün ülkemizde ortalama insan kaçıncı basamakta yeralmaktadır? Kaçımız “kendi istem ve eğilimlerimiz doğrultusunda yaşamımızı ve işimizi yönlendirdiğimizi; yeteneklerimizi değerlendirdiğimizi” söyleyebilir? Bu yazımızda henüz ikinci basamağı oluşturan, güvencenin yokluğunun etkilerini incelediğimiz düşünülürse, bu basamağa bile ulaşamadığımız kolayca anlaşılır.O halde güvence sorununu çözmeliyiz.

Biz işçinin, bugünkü sağlık düzeyini korumak istiyoruz. Ama bunun hemen yanında onun sağlık düzeyinin gelişmesini de istiyoruz. Yani, Maslow’un basamaklarını birer birer tırmanarak “bedensel, ruhsal ve sosyal yönden tam iyilik hali’ne ulaşmasını istiyoruz.

Bu noktada, “fizyolojik gereksinmeleri en alt düzeyde sağlayabilecek” gelirin ve güvencenin sağlanmış olması ve gitgide geliştirilmesi önemli bir araçtır. Bu araçları kullanan, durmadan yaptıklarını irdeleyen ve geliştirme çabasındaki devlete biz SOSYAL DEVLET diyoruz.

1945’lerde temel insan hakları ortaya atılırken, bu en temel insan hakları arasında “GEREKSİNMEDEN KURTULMA HAKKI” ele alınmıştı. İnsanın davranışlarına, acil gereksinmelerinin değil, özgür iradesinin yön vermesi gerektiği düşünülmüştü.

Bugün, davranışlarımıza, beklentilerimize yön veren nedir? Çocuklarımızın yarını için duyduğumuz kaygılar, bizi ve davranışlarımızı derinden etkilemiyor mu? Bütün bu kaygılar, sağlık sorunlarımızı ertelememize ve ancak dayanılamayacak boyutlara geldiğinde hekime koşmamızı getirmiyor mu? Çalışma hakkı ile yaşama hakkı birbirinden ayrılamaz. Bunun gibi, çalışma hakkı güvenceden ve gereksinmeden kurtulma hakkından; yaşama hakkı da sağlıklı yaşama hakkından ayrılamaz. Bugün ülkemizde, yaşama ve çalışma koşulları, ne yazık ki, çağın getirdiği olanakların gerisinde. Çalışanların öncelikli sorunlarını, sırasıyla, iş güvencesi, gelir düzeyi ve işçi sağlığı iş güvenliği oluşturmaktadır. Üçü, en temel gereksinme ve en doğal insan hakkıdır. Bu üçünü birbirinden ayırmaya gerek yoktur.

İş yerlerinde, iş kazaları ile artan sağlık yakınmaları işçilere, çalışma koşullarının sağlıksızlığını zorla öğretiyor. Hiç kuşkusuz, yasaları okumasalar da, daha önceden öğrenmemiş olsalar da, gözlemleriyle ve el yordamıyla, bazı önlemlerin alınması gerektiğini düşünüyorlar. Peki buna karşın neden işçiler, ya iş yeri hekimlerini ya da kendilerine yakın gördükleri mühendisleri bu işin savunucusu olmaya zorluyorlar. Ya da neden, sendika yöneticilerini, yerel yöneticileri seçtikten sonra, bütün işlerin altıdan tek başlarına kalkmalarını bekliyor ve yalnız bırakıyorlar?

Çalışanlar, kendilerinin adına birisinin savaşım vermesini istiyor. Neden kendisi hakkını aramıyor? Neden ille de bir aracı koymayı ve artık olmazlığı anlaşılmış olan, bu yolu deniyor? Çünkü istemlerini yüksek sesle dile getirdiğinde, işinden olma korkusunu içinde taşıyor. Onun için kalabalıkların arasında kaybolmak, göze batmamak istiyor, ama istemlerinin de gerçekleşmesini bekliyor. O halde hak arama özgürlüğünün, hayata geçirilebilmesi için, güvence sorununu çözmeliyiz. Bugün iş yerlerinde işçilerimizin ve temsilcilerinin davranışlarına ne yazık ki, özgür iradeleri yön vermemektedir.

Olağanüstü boyutlardaki ekonomik zor ve güvencesizlik, onları, haklarını arama konusunda da ürkek ve temkinli olmaya itmektedir. Bunun en önemli kanıtlarından biri, ülkemizde, iş mahkemelerine, işçilerce açılan davalarının önemli bir bölümünün, işçi işten ayrıldıktan sonra gerçekleşmesidir. İş hukuku mevzuatı bir bütündür, İş Yasası’nın hizmet akdi ile ilgili hükümlerinin işçi sağlığı iş güvenliğiyle çok yakın bir ilgisi vardır.

Söz gelimi, “bildirimsiz fesih hakkını düzenleyen” 17/I. madde, iş kazası veya meslek hastalığı nedeniyle kısmi iş-göremez konuma düşen bir işçinin, işine son verilebilmesini olanaklı kılmaktadır. Bu iş kazasının veya meslek hastalığının işverenin kusur ve savsamasından (ihmalinden) meydana gelip gelmemiş olmasıyla, “işi kaybettirme” arasında hiçbir bağlantı kurulmamıştır. İş kazalarıyla meslek hastalıkları önlenebilir karakterde olduğundan, işverenin önlem almadığı koşullarda sakat kalan işçi de, işinden olabilmektedir. Önlem almayan işveren ama işini yitiren işçi.

Yine aynı yasanın 17-ll/h. maddesi, işverenin “işçinin kastı veya savsaması”ndan ileri geldiğini düşündüğü durumlarda, hasarın “10 günlük ücreti ile ödeyemeyeceği bir değerde olmasını” da, “işçinin işini kaybettirme” için yeterli bir neden olarak kabul etmiştir, işverenin bu varsayımının doğruluğu ya da yanlışlığı, ancak işçi tarafından mahkemeye başvurulursa ve uzunca süren dava süresince “işsiz” kalan işçi dava harcamalarını karşılayabilirse, anlaşılacaktır.

Toplumda, işsizlerin büyük kalabalıkları oluşturduğu dönemlerde, çalışanların sağlığını koruma girişimlerinin önündeki en önemli engel, iş yerinin kapısına yığılan işsizlerdir. Çünkü, sağlıksız da olsa, güvensiz de olsa, yaşamsal gereksinmelerini karşılamak için çalışmak isteyen insanlar iş beklemektedir; iş için baskı yapmaktadırlar.

İşçi sağlığı iş güvenliğinde önemli bir ilke çalışılan ve çalışılmayan dönemlerin birbirinden ayrılmazlığıdır. Kişi yaşamı bir bütündür. “İşsiz” bir kişinin çalışmadığı dönemde, edindiği sağlıksız alışkanlıklar ve özellikle ruhsal zedelenme, bir “iş”e sahip olduğu zaman, onun sağlığı ve güvenliği ile ilgilenenleri uğraştıracaktır. Öte yandan, işçinin «işsiz» kaldığı dönemde, evin geçiminin sağlanabilmesi için evin «iş bulabilen» öteki üyelerinin çalışma yaşanana katılmaları gerekmektedir. Bu da o anda pazarlık gücü bile olmayan, kadın ve çocukların, sağlığı bozucu ve olumsuz koşullarda çalışma yaşamına atılmalarına neden olabilmektedir. Gerçekten de, çocuk işçilerle ilgili yaptığımız bir araştırmada, tam zamanlı olarak çalışma yaşamına atılan çocuklardan, «yaşayan ve sürekli ve düzenli bir geliri olan» babası olanların oranı %67,9 iken, öğrenciler arasında bu oran %89,7’ye yükselmektedir, istatistiksel yönden de önemli olan bir sonuç, bize, güvencesiz koşulların çocukları da çalışma yaşamına ittiğinin canlı bir kanıtını getiriyor. Buna karşın, işçilerin sağlıklı ve güvenli çalışma koşullarına kavuşmalarını ve bu ortamı korumalarını sağlayacak en önemli güç yine kendileridir. Yalnız, işçinin tek başına yeterince güçlü olmadığı, ancak örgütlü topluluklar halinde, istemlerini daha etkili ve yetkin biçimde dile getirebildiği de bilinmektedir. Çağımız, katılım ve paylaşım çağıdır. Güvencesizlik ise, işçilerden oluşumuna katılmadıkları karar süreçlerinin sonuçlarını paylaşmalarını istemektedir.

İş hukukuna ilişkin yasal çerçeve, işçilerin, bazı noktalarda karar ve denetim süreçlerine katılmalarını öngörmüştür. Uygulamadaki bu katılımlı kurullardan biri de iş yeri düzeyinde kurulmuş olan, İşçi Sağlığı İş Güvenliği Kurullarıdır. Bu kurullarda yer alan iş  yeri hekimlerinin, iş güvenliği mühendislerinin sosyal işler görevlisinin, ustabaşı ve işçi temsilcilerinin özgürce görevlerinin gereğini yerine getirebilecekleri düşünülmüştür. Ancak uygulamayı yakından izleyenler bilirler ki bu kurullar, amaçlanan ölçüde işlerlik kazanmamıştır. Çünkü güvencesizlik, hekiminden işçi temsilcisine kadar tümünün elini kolunu bağlayan nedenler arasında önemli bir yer tutmaktadır. Onun için de kurulları işlerliği sağlanamamaktadır. O halde güvence sorununu çözmeliyiz.

İş güvencesinin arttırılması, işvereni, kârını korumak ya da arttırmak için, işçi çıkarmanın yerine, verimliliği ve üretkenliği arttıran, yöntemler geliştirmeye yöneltecektir.

İş güvencesinin arttırılması, işçiişverenlerin birarada yaşama zorunluluklarını daha derinden kavrayarak, haklara saygılı ve karşılıklı anlayışa dayanan bir çalışma ortamı oluşturmalarına da olanak verecektir. Yine bu yolla, işçi giriş-çıkışının azalması; buna bağlı olarak, işçilere daha iyi hizmet ve eğitim olanakları ulaştırılması ve kaza olasılığının düşürülmesi sağlanabilecektir. Bütün bunlar, işçi sağlığı iş güvenliği mevzuatının öngördüğü genel yapıyla da uyumludur. Bu bakımdan, güvence sağlamaya yönelik girişimler, kuramın ve uygulamanın da bir adım öteye gidebilmesi için ivme verecek; katkı oluşturacaktır.

Öte yandan, güvencenin arttırılması, günübirlik değerlendirmelerle sınırlanan, düşündüğünü söyleyemeyen, kaygılarla dolu ve suskun insanlara can katacaktır. Onların bir çemberi kırmalarına yardımcı olacaktır. Tüm bunlar ülkemizde demokrasinin ve insan haklarının gelişmesi ve sahiplenilmesi açısından da büyük bir önem taşımaktadır.

O halde güvence sorununu çözerken, bunu çok etmenli bir sistemin, önemli bir köşe taşı olarak görmemiz gerekmektedir (Şekil 1). Bütün bunları da, insan yaşamına verilen değerin bileşik bir göstergesi olarak algılamalıyız.

(Çalışma Ortamı Dergisi , 1992 Mayıs / 2. sayıdan alınmıştır.)

(*) Doç. Dr., Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Öğretim Görevlisi (Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri)

 

(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)

Tags: , , ,

Arşivler