Bir zamanlar, granitten kayaların, iri taşların yan yana, üst üste konmasıyla oluşan iskeleler, insanların denize uzatılmış koluydu sanki. Bazen de o kayaları, deli dalgaların gazabından korunmak için dostça uzatılmış elimiz miydi diye düşünürüm. Binlerce yıldır insanın denize açılan kapısıdır iskeleler.
Çocukluğumun geçtiği köyde böyle bir benzeri vardı. Kırk-elli adım boyunda kesme kara taştan.
Güneş yeni doğuyordu ve hava pusluydu. Bu saatlerde balığa giden, balıktan dönen; bazen dönemeyen insanları bekleyenlerin ayak izlerini görür gibi olurum bu kara taşlarda.
Bir zamanlar Ege’nin neredeyse her koyunda olan bu küçük iskeleler birer birer yok edildi yazlık sitelerce. Çocukluğumun o güzel iskelesinin üzerine kocaman kayalar döküp balıkçı barınağı yaptılar. Çirkin, çirkin, çirkin!
Olta takımını, yem çantasını yere bırakırken gördüm o mığrıyı. Hep yaptığı gibi kayaların kovuklarına girip-çıkarak, yosunlara sürtünerek raks ediyordu.
Bir an göz göze gelir gibi olduk. Sonra taşların arasında kayboldu. Çıkar birazdan meraklı Melahat diye düşündüm. Çünkü, alışkın insana…
Bana göre iki balığın gözleri çok güzeldir. Biri orkinos, diğeri mığrı. Orkinos, denizlerin en yakışıklı balığıdır ayrıca. Yüzgeçleri, çelik mavisidir. Gözlerine uzun süre bakarsanız, bir karadelik gibi içine çeker. Mığrı ise, fettan bir kadın gibidir; derisi kaygan ve küçük pullarla örtülüdür.
Sıcak, nemli bir gün olacak. Denizin o tarifsiz kokusunu tekrar içime çekerken, oltayı yemleyip fırlattım… Şimdi balıkların kahvaltı saatidir.
Misinaya basmışım farkında olmadan ki, olta bumerang gibi gelip göğsüme çarptı ve suya düştü. Yem suya düşer düşmez bunu bekliyor gibi fırlayıp kaptı. Çok aç herhalde. Yemi yuttu, öyle duruyor… Bir mığrıdan beklenmeyecek biçimde, çek beni der gibi bakıyor… Şöyle hafifçe bir yokladım.. Direnir diye bekledim, direnmeyince çektim. Kim bilir kaç kuşaktır bu kayalarda yaşıyorlar. Oltayı ağzından çıkarıp salarım artık. Sabah sabah şu işe bak. Boyu neredeyse belime yaklaşıyordu ama öyle hafifti ki, şaşırdım. Oltayı ağzından çıkarmanın riskli olduğunu bildiğimden öylece yere bıraktım. Kara, ıslak taşların üzerinde parlıyordu. Kaygan gövdesini tutmak için çantadan küçük el havlusunu çıkarırken bir yandan da söyleniyorum. Geri dönüp yanaştım. Bana bakıyor. Defalarca yakalamış ama gözlerine böyle bakmamışım demek ki… Hareketsiz duruyor. Önünde çömeldiğim için aramızda yaklaşık yarım metre var. Yine göz göze geldik. Ağır ağır soluyor. Elâ gözlü bir kadın gibi. Bir tek göz kapakları ve kirpikleri eksik. “Seni tanıyorum, seni biliyorum..” der gibi bakıyor. Yemi kapışı, çekerken hiç direnmeyişi, iskelenin üstünde boylu boyunca yatışı aklımı karıştırdı. Bir şey anlatıyor bana ama ne? Derisindeki parlaklığı giderek soluyor. Kaçıp kurtulma çabası yok. Düşünmeden başını okşadım işaret parmağımla, biraz da korkarak. Kımıldamadı. Sanki celladına teslim olmuş kurban gibi. Ürperdim. Gözleri bir denize, bir bana bakıyor. Ağzının kenarında duran oltayı usulca çıkardım. O zaman hafifçe kıvrandı. Haydi, git! dedim. Git! Bunu bekliyormuş gibi… Zarif bir hareketle kara taşların üzerinde kayarak suya bıraktı kendini. Bir süre bekledim. Yavaşça eğildim kara taşın kıyından… Yosunların arasından yukarı bakıyordu.
Yüreğimi garip bir sızı kapladı. Bir daha o kayalıklardan olta atmayacağım.