Emek tarihçisi Erol Çatma ile yazma deneyimi ve son çıkan kitabı “Zonguldak Taşkömürü Havzası Tarihi Ereğli Maden-i Hümayun. İkinci Kitap (1865-1908)” üzerine konuştuk.
Çalışma Ortamı: Türkiye emek tarihi ile ilgilenenler sizi Asker İşçiler, Kömür Tutuşunca, Zonguldak Madenlerinde Hükümlü İşçiler gibi eserlerinizden tanıyorlar. Ömrünüzün önemli bir bölümünde Zonguldak’ta ve bir süre de başka bölgelerde maden işçisi olarak yer altında çalıştınız. Ne zaman maden işçilerinin tarihini yazmaya başladınız? Sizi yazmaya iten şey neydi?
Erol Çatma: 12 Mart öncesinde ve sonrasında hep devrimcilerden yana tavır aldık. Öldürülenler ve asılanlar bizde derin yaralar bıraktı. Günahıyla sevabıyla çok iyi ya da yanlış işler de yaptık. Ben bu dönemden asla pişmanlık duymam, sahip de çıkarım. Biz asıl hatayı 12 Eylül’de yaptık, faşizme teslim olduk. Topluca tutuklandık ve hapis yattık. Hapisten çıkınca bir dönem şaşkınlıkla geçtikten sonra “faşizme teslimiyet” konusunda nerede yanlış yaptığımız sorusuna takıldım.
Her şeyi açığa vurmayı onurumuza yediremediğimiz bazı şeyleri beynimize hapsederek çıkış yolu aradık. Bu yaklaşım, bizi ruhsal çöküntüye sürüklemekle kalmadı, gelecek kuşaklara karşı da ağır bir sorumluluk ve töhmet altına soktu. Bu durum, bizim gelişmemizi ve değişmemizi engelliyordu. O bakımdan önüme koyduğum ilk hedefi gelişme ve yenilenme olarak belirledim. Tüm bunları başarabilmek için de yaşadığın zamanı ve sosyal koşulları iyi anlamak gerekiyordu. Meseleye buradan baktığın zaman ister istemez “geçmiş-bugün-gelecek” kavramının birbirinden soyut olmadığını düşünüyorsun. Bunun için de tarih bilgisi gerekiyor.
Genel tarih kitapları da fazlaca yeterli olmuyor bazı sorular karşısında. Sorun kişilik oluşumunda yatıyor. Hem de kendi kişiliğin kadar babanı, babasını, onun da babasını, anneni, annenin annesini, onun da annesini sorgulaman gerekiyor. Onların feodal üretim ilişkilerinde nasıl yaşadıklarını anlamaya çalışıyorsun. Kapitalizme geçişte nasıl yaşadıkları, nasıl değiştikleri önemli oluyor. Kapitalist üretim ilişkilerinin onlar için kurtuluş mu, yoksa sefaletin başlangıcı mı olduğu önem kazanıyor. Bu süreç Zonguldak’ta farklı geliştiği için insanlar da farklı farklı etkileniyor. Özellikle de sistemin, yörenin insanlarını eğitim yönünden kasıtlı olarak geri bıraktığını, kaderciliğin pohpohlandığını fark ediyorsun. Bütün bunlar insanı genel tarihten çok yerel tarih üzerine yönlendiriyor.
Zaten, şimdiye kadar Taşkömürü Havzası’nın ve maden işçilerinin tarihini yazanlar emeği dikkate alarak yazmamışlar. Bir Afrika atasözü; “Avcılık hikâyeleri aslanlar tarafından yazılmadığı müddetçe, avcıyı yüceltecektir” der. Yani bakış açım sınıfsal bir bakış açısı, sınıfsal bir sorgulamadır.
Bütün bunların yanında; Havzada vahşice uygulanan çocuk işgücü çalıştırılması konusunda, özel bir kitap veya araştırma yayınlanmamıştır(1). Daha önce yayınlanan araştırmalarda 13–18 yaş grubunun çocuk sayıldığı görmezden gelinmiştir. 0- 6, 6-12, 12-18 yaş gurubunun madende ve madene bağlı bir yaşam süreci olarak geçmesiyle hayatın geri kalanından çok fazla bir şey beklenmeyeceği de bir gerçektir. Çalışmalarımda, bu konuda da belirli bir açıklık getirme çabasına girilmiştir.
Ayrıca Zonguldak maden işçilerinin tarihi doğru olarak yazılmadan Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi’nin ve kapitalizmin gelişiminin de doğru olarak yazılamayacağını düşünüyorum.
Yıldırım Koç’un yaklaşımına göre; “İşçi sınıfı tarihi öncelikle işçi sınıfına tarihsel bir görev yükleyenleri yakından ilgilendirmektedir. Bu konuyu içlerinde duymayanların teknisyen gözüyle yaptıkları gözlemler de önemlidir; ancak sınıf mücadelesini yaşamayanların, önemli ile önemsiz konuları ayırmada hatalar yapacağı ve birçok önemli noktayı kaçıracağı muhakkaktır. İşçi sınıfı mücadelesi içinde yer almadan tarih yazanlar da genellikle bu eksiklik görülür.” Bence de bu eksikliğin giderilmesi önemlidir.
Çalışma Ortamı: Zonguldak madencilerinin tarihini kaleme alan bir işçi olarak, işçilerin ve bölgenin tarihini ağırlıklı olarak Osmanlıca belgelerden, orijinal kaynaklardan yararlanarak anlatıyorsunuz. Bu konuda iki şey sormak istiyoruz. Birincisi, Osmanlıcayı nerede ve nasıl öğrendiniz? İkincisi, çalışmalarınıza temel oluşturan belgelere ilişkin. Bu belgeleri ne zaman toplamaya başladınız? Nasıl eriştiniz? Belgeleri toplarken ne tür sorunlarla karşılaştınız?
Erol Çatma: Ben bu sorulara kolay anlatabilme açısından kendi yaşam akışım içinde cevap vermeyi daha uygun buluyorum. Osmanlıcayı öğrenmemle başlayayım.
Benim 12 Eylül’den önce de bir kütüphane oluşturabilecek kadar kitabım vardı. Maden işçisi olarak çalışmanın (veya başka bir işte çalışmanın), hatta sınıf mücadelesi için bir örgüte üye olup hapis yatmanın bir insanı işçi yapmadığını anladım. İşçi olabilmek için önce işçinin veya işçi sınıfının ne olduğunu anlamak gerekiyordu. Yıllarca sınıf sınıf diye yırtınmanın, ölümü bile göze almanın sınıf mücadelesi olmadığını anladım. Belki de bazı şeyleri erken anlamama geçmişteki mücadelemizin bir faydası olmuştur ama asıl mesele işçi sınıfının devrimci rolünü iyi kavramaktan geçiyordu.
Kader beni 1988-1991 yılları arasında Mehmet Tezer’in özel gayretiyle GMİS’te teşkilatlandırma uzmanlığına kadar sürükledi. Bendeki asıl değişim bu dönemde başladı.
1990 Madenci Grevi’nden sonra Nisan 1991’de Şemsi Denizer yönetimi işime son verdi. Hükümlü işçi statüsüyle tekrar maden işçiliğine dönmek için TTK İnsan Gücü Eğitim Daire Başkanlığında Haziran 1991 sonu başlayan 15 gün eğitim aldım. Eğitim aldığım dersliğin yanındaki odada eski defterler gördüm. Defterler 1000 adede yakındı. 300 kadarı Arap harfleriyle, 1.1.1929’dan 1950 yılına kadar olanlar da Latin harfleriyle yazılıydı. Defterlerin Maden Dairesi’nden geldiğini söylüyorlardı.
Ben emekli olduktan sonra yazmaya başladım. Türkçe belgelerden ve başkasına çevirttiğim çok az bir belgeden istifade ederek üç tane kitap çalıştım. Asker İşçiler kitabımın bir kısmı Osmanlıca belgelerden oluşuyordu. Yeni bilgiler içermesi nedeniyle akademisyenlerden daha çok ilgi gördü.
Tabi ki sadece belgeleri bir kenara koyup kitap yazmanın mümkünü yok. Muazzam bir alt yapı gerekiyor. Bunun için de durup dinlenmeden okumak ve çalışmak gerekiyor. Tabii ki yazdığın coğrafyanın geçirdiği ekonomik ve sosyal süreci iyi anlamanız gerekiyor. Bütün bunları da dünya süreci ile en azından sanayi devrimiyle ve buna bağlı gelişen emperyalist ülkelerle eklemlemeniz gerekiyor. Bunun için çalışırken kitaplar kitapları, belgeler belgeleri kovaladı. Oldukça iyi sayılabilecek bir kütüphane sahibi oldum. Tabii ki bu gelişme Osmanlıca baskılar ve diğer kitapların da katılmasıyla devam etti.
Sonuç olarak Osmanlıca belgelerin bir tek çözümü vardı o da kendim öğrenerek bu belgeleri kullanmaktı.
Hüseyin Şeker Ağabey tarafından Arap alfabesini öğrenmek için sürekli teşvik gördüm. 1-2 Ağustos 1997 tarihlerinde yapılan Çaycuma Festivali’ne karikatürist Rıza Necmi Ayça da katılmıştı. O beni festival boyunca Arap alfabesini öğrenmem için teşvik etti. Olayın basitliğini anlattı, disiplinli ve ara vermeden çalışmanın da şart olduğunu söyleyerek benzer harf gruplarını bir kâğıda yazarak bana verdi. Kesin kararımı o gün verdim.
4 Ağustos 1997’den itibaren disiplinli bir şekilde her gün 5-6 saat çalıştım. 15 gün sonra harfleri birbirine bağlamayı öğrendim. Bunun ardından da okuma başladı. Tabii ki ilerledikçe daha bir tutkuyla çalışmaya devam ettim. Sekiz ay sonra elimdeki kitabi yazıları çevirmiştim. Rika(2) yazı ilk başta daha zor gibi görünse de disiplinli çalışmak, o sorunu da çözdü. Çevirdiğim her yazışma bir yenisini çözmem konusunda beni tetikledi.
Belgeler “TTK İnsan Gücü Eğitim Müdürlüğü”nde bölüm müdürü olan Erol Şeref’in denetimindeydi. Erol Şeref Bey’den altışarlı guruplar halinde yapılan bir listeyle belgeleri tarama müsaadesi aldım. Önce binlerce belgeyi okuyorsun. Gerekli gördüklerini işaretliyorsun, bazı defterleri de olduğu gibi fotokopi yaptırıyorsun. Oldukça masraflı ve oldukça yorucu bir şeydir. O zamanlar ekonomik yönden oldukça kötü durumdaydım. Ama sağ olsunlar bazı bürokratlar ve dostlarım yardımcı oldu. Tarayıcılar çıkınca belgeleri kopyalamak daha da kolaylaştı.
Çalışma Ortamı: Çalışmanızda Zonguldaklı maden işçilerinin yaşam ve çalışma koşullarının yanı sıra işçi mücadelelerine de yer veriyorsunuz. Bu eylem ve grevlerin bir kısmı Türkiyeli emek tarihçileri tarafından da pek bilinmiyor. Bu grevler, neden yapılıyor? Nasıl örgütleniyor?
Erol Çatma: Kitabımda yazdığım direnişlerin şimdiye kadar emek tarihçileri tarafından bilinmemesinin iki temel nedeni vardır. Bunlardan birincisi; emek tarihinin 15 yıl öncesine kadar belirli aydınların tekelinde kalması ve onların birbirlerinden alıntıyla yazdıkları kitaplara dayanmasıdır. Bunların kimisi yazdıklarını daha da geliştirmek için çaba sarf etmemiş, kimisi de susturulmuş veya caydırılmıştır! İkincisi ise 12 Mart döneminden sonra yazılanların daha çok sendika danışmanlarının yazdığı yakın tarih kitapları olmasıdır.
12 Eylülden sonra sosyalistlerin hem arayış içine girmeleri hem de iletişim teknolojisinin gelişmesi olayı biraz daha derinleştirmiştir. Bu dönemde direk olarak sınıfa yönelenlerin sayısı gittikçe artmıştır. Eric J. Hobsbawm bu tip çalışmaları “alttakilerin tarihi” olarak nitelendirmektedir. Son çıkan kitabımın bu konuda önemli bir adım olduğu inancını taşımaktayım.
takilerin tarihi” olarak nitelendirmektedir. Son çıkan kitabımın bu konuda önemli bir adım olduğu inancını taşımaktayım.
1840 ile 1865 arasındaki direnişler dışarıdan gelen Hırvat veya başka uluslardan işçilerin direnişleridir. Bunlar genellikle 1848 Avrupa devrimlerinin veya daha önceki direnişlerin etkisinde kalan tecrübeli işçilerdir. Zaten çalışmaları ayrıcalıklı bir konumda devam etmiştir. Usta madenciler sayesinde taşkömürü üretiminde çalışacak yerli ustaların yetiştirilmesi hesaplanmıştır. Bu işçiler Avrupa’dan kaçak olarak geldiklerine göre oralardan neden kaçtıkları da ayrı bir sorudur. Bunların daha çok isyan veya çevre köylerin yiyeceklerini çalmak veya soygun yapmak gibi bazı girişimleri olmuştur. Bu konuda Birten Çelik’in(3), “Ereğli Kömür Havzası’nda Bir Baskın ve Etkileri” isimli makalesinde oldukça geniş bilgiler vardır. Ayrıca Yıldırım Koç(4) “İssawi, The Economic History of Turkey, Chicago, 1980”den alıntı yaparak 1863 yılında Havza’da bir grev olduğunu yazmaktadır.
1865’ten sonra Havza’da askeri disiplin hâkimdir. Köylüler zorla madene sokulmaya başlanmıştır. Doğu Karadeniz’de ve Doğu Anadolu’da kapanan metal madenlerinden proleter olarak birçok işçi Havza’ya gelmiştir. Havzada tam proleterlerle birlikte daha fazla sayıda çalışan “yarı işçi-yarı köylü” bile diyemeyeceğimiz yerel bir işçi kitlesi oluşmuştur. Ama asıl dinamik gücü “deniz tahmil ve tahliye işçileri” oluşturmaktadırlar. Bunlar İstanbul’da kâhyalık veya başka bir isimle de olsa merkezi bir örgütlenmeye sahipler. Sağlam bir iletişim ağları var. Havzaya kömür için gelen her gemi İstanbul’la iletişimi sağlamaktadır. Direnişleri genellikle isteklerinin alınmasıyla sonuçlanmaktadır. Ayrıca Doğu Karadeniz’den veya Doğu Anadolu’dan gelenler birbirleriyle aynı mekânlarda veya derme çatma binalarda yaşamaktadır. Bunlar “geçimlerini sadece çalışarak” sağlayanlar yani proleterleri teşkil etmektedir. Hak konusundakendiliğinden ortaya çıkan hareketleri bunlar yapmaktadır. Makine kırıcılığı sayılabilecek eylemlerde bulundukları gibi silah kullanmaktan da çekinmeyen gruplardır. Bunlar Havza’nın Lazları (O zamanlar Lazistan sancağına itafen) olarak anılmaktadırlar. Kürtler ise daha farklı bir konumdadır. Daha çok liman ve inşaatlarda (çok azı da madenlerde) çalışmaktadır. Ayrıca Ermeni ve Rumlara varıncaya kadar Havza her türlü işbilir ustaya açıktır. Yerli halk küfecilik veya nakliyatçılık yapmaktadır. Nakliyatta çalışan katırcı tayfası da çok kolay iş bırakan ve kolay kaçan bir yapıdadır. Ama bunlar sınıfsal ve demokratik bir özden çok ekonomik pasif direnişlerdir.
Asıl direniş Havza’da bahriyeye bağlı askerler tarafından yapılmaktadır. Daha derli toplu ve daha etkili demokratik ve ekonomik taleplerde bulunabilmektedirler. Yazışmalarda en fazla bunların direnişlerinden korkulduğu görülmektedir. Bunların direnişleri “ihtilal” olarak veya ihtilal ihtimali olarak ifade edilmektedir. Özellikle 1908 devrimi öncesi devrimi destekleyen direnişler ve girişimlerde bulundukları yazışmalarda görülmüştür.
Topluca iş bırakmak, firar etmek veya köyünden hiç gelmemek gibi direnişlerde de yerli işçiler daha çok rol almakta, işyerlerinde de diğer işçilerin (yabancıların) denetiminde veya zorlamasıyla direndikleri görülmektedir. Ama bunları disiplin altına alan kanunların hepsi de askeri kanunlardır. Zaten büyük çoğunluğu mükellef ve asker statüsündedir.
Sonuç olarak ben kendine özgü, belki de türünde tek, bir emek tarihçisiyim. Bu benim kendi sınıfımın meşru bir savunmasıdır.
Zonguldak kömür havzası ve emekçilerinin tarihi konusundaki çalışmaları ile tanınan Erol Çatma’nın “Zonguldak Taşkömürü Havzası Tarihi Ereğli Maden-i Hümayum. İkinci Kitap (1865-1908)” isimli yeni kitabı çıktı. Kitaba ulaşmak için yazarla alayli.yazar@gmail.com mail adresi aracılığıyla iletişime geçilebilir.
(1)17 Aralık 2008 tarihinde Nusret H. Fişek Bilim ve Sanat (NHF) Ortamında, yapmış olduğum “Osmanlı İmparatorluğu’nda Taşkömürü Havzasında Çocuk İşçi İstihdamı” isimli sunumum bir ilktir.
(2) Arap harflerinin en çok kullanılan el yazısı biçimi
(3) Derleyen: Onur Yıldırım, Osmanlı’nın Peşinde Bir Yaşam. Ereğli Kömür Havzası’nda Bir Baskın ve Etkileri sayfa 271. İmge Yayınları. 1. Baskı 2008 Ankara. Koç, Yıldırım. İşçi Hakları ve Sendikacılık. Tez Kitapları Dizisi. No:11. İstanbul. 5 Şubat 1987. Koç, Yıldırım. İşçi Hakları ve Sendikacılık. Tez Kitapları Dizisi. No:11. İstanbul. 5 Şubat 1987.
(4) Koç, Yıldırım. İşçi Hakları ve Sendikacılık. Tez Kitapları Dizisi. No:11. İstanbul. 5 Şubat 1987.