El Salla

                                                                        

                                                                  

Artık kasabadan ve dolayısıyla tarla-tapan işlerinden tümden kurtuldum. Şaka maka, üniversitede üçüncü yılım. Ankara’da okuyorum; Hukukta! Bizim kasaba artık sayfiye yeri oldu ve son zamanlarda pek gözde. İlk bir- iki ev yapıldığında ne olduğunu anlamamıştık. “Güzelim şehirleri bırakıp ne demeye bizim gariban kasabaya geldiler ki ?” demişti büyüklerimiz. Evlerde, kahvehanelerde, tarlalarda, bu konu konuşulur olmuştu. Bizim evin de baş konusuydu yeni gelenler. Babam, “Yok, manzara şöyle güzelmiş, yok güneş acayip güzel batıyormuş… “ deyip dururlar. Peh! Laf ola beri gele. Güneş bu kardeşim, bildiğin güneş işte! Oldum olası, hep aynı doğar, aynı batar. Güneşe mi bakacaz, iş mi yapacaz? Ninem hınzır bir gülümsemeyle, “ Bunlar aylak bakkal yavrum…” diyerek, güya babamı desteklerdi. Zenginin parası züğürdün çenesini yorarmış derler ya, bizimkisi de o hesap. Sonuç ortada işte…

Herkes denizimize, havamıza bayılıyor. Kumlarda yatıp ağnıyorlar bizim beygirler gibi. Bir bildikleri var canım besbelli. Belki ilerde biz de onlar gibi gireriz denize; ama annemler kessen girmez öyle cıbıl cıbıl. Benim de şort almam gerek. Annemin diktiği Amerikan bezinden uzun don, yüzerken balon yapıyor. Ha, bir de büyük havlun olacak.

Bizim evlere hiç benzemeyen güzel mi güzel evler kondurdular yalı boyuna. Kısa zamanda evler neredeyse bütün yalı boyunu kapladı. Sahipleri, İzmir’in, Manisa’nın zenginleriymiş. Hepsinin yüzü ışıl ışıl; güleç insanlar. Annem “Bu zenginler, nedense hep güzel oluyor. Rabbim parayı da güzelliği de bunlara vermiş” deyip ardından , “tövbe, tövbee!” yi yapıştırıyor her defasında.

Evlerin hepsi bahçeli, ama sahipleri, sulamak ve sevip seyretmek dışında diktiklerinin dilini bilemiyor. Gelip geçerken birkaç ağacı öylesine aşılayıp, dikilen bitkilerle ilgilenince babamı sevmişler. Otun, börtü-böceğin, ağacın dilini bildiği için, şimdi bahçelerin çoğuna babam bakıyor. Tabii ki parasıyla. Hane başı, aylık elli lira. Şekip Bey, Eyüp Bey, Erol Bey, baharda gelince paranın tümünü veriyorlar… Babam, bir nevi memur bahçıvan sayılır. Bu duruma en çok annem ile ablam sevindi. Onlar da hem evde, hem tarlada çalışmaktan kurtuldular. Ellerimde hiç nasır kalmadı. Güneş yanıklarım geçti; çillerim kayboldu. Annem, “Kalem efendisi oldun valla!” diyor gülerek. Sevindiğine göre iyi bir şey olmalı.

Üç yıldır, Ankara’ya üniversiteye, gide gele, otobüs yolculuklarında deneyim kazandım. En az yarım saat önceden yerime oturup, biletimde yazan yerimi garantiliyorum. Koltuğum cam kenarında olmalı. Bir keresinde en sevdiğim yer olan 12 numarayı başka bir yolcuya daha satmışlardı. Tabii adam önce oturduğu için kalkmadı haklı olarak. Ben de olsam kalkmazdım.

Otobüsün hareket saati yaklaştı. Muavin , “Ankara yolcusu kalmasın!” diye bağırıp, çırpınıyor. Ama halâ birkaç boş koltuk var. Belki benim yanım boş kalır da, yata yata giderim diye heveslendim. Otobüs, tam kalkacakken biri koşarak geldi, telaşla ön kapıdan bindi. Lacivert takım elbiseli, kravatlı, kolalı beyaz gömleği tiril tiril bir adam. Biletinde 12 yazıyorsa hiç şansı yok, kalkmam. Bana doğru yaklaşıyor. Benim sıramda durdu. Çantasını rafa koydu. Yanımda oturacak kişiyi tepeden tırnağa süzerim. İt midir, uğursuz mudur bilmeliyim. Şakaya gelmez bu iş. Onca saat yan yana oturacak, ama ek yerini belli etmeyeceksin arkadaş. Büyük bir özenle ceketini çıkardı. Astarı dışa gelecek şekilde boylamasına ikiye katlayıp çantasının üstüne koydu. Kibar bir hareketle koltuğuna otururken, buruşmasın diye, pantolonunu dizlerden az yukarı çekip öyle oturdu. Kırklı yaşlarda olmalı ki, saçları hafif kırlaşmalar var. Benim gibi köylü değil. Elleri bembeyaz, parmaklar kalem. İzmirli olsa gülümser ya da “merhaba” falan gibi bir şeyler söylerdi. İzmir’e sık gelen iş adamı ya da devlet memuru olmalı. Devlet memuruysa sivil polis bile olabilir, dikkat etmeli. Artık yolda anlarız. Yok, canım paranoyak falan değilim! Küçük takıntılarım var herkes gibi ama haklı nedenlerim de var. Lisede Galip diye bir arkadaşımız vardı. O da Siyasalı kazanmıştı aynı yıl. Taa o zaman bile lâkabı, “Teşkilatçı Galip” ti. Her kavramın gerçek hayatta bir karşılığını bulma konusunda çok yaratıcıydı. Çevre köylerin pamuklarını alıp çırçır fabrikasında çiğit’ini ayıran Zahireci Süleyman, bize göre kasabamızın burjuvasıydı. Devrimden sonra ilk el koyacağımız “Üretim Araçları” sahibi ve somut olarak görebildiğimiz “işbirlikçi burjuvazi” örneğiydi. Adamın ilkokula giden iki oğlu vardı. İşte bizim Galip, saflara kazanılacak yeni bir devrimciye burjuvaziyi, küçük burjuvaziyi anlatırken, Süleyman’ın oğullarını gösterip “Bak aga, aha bunlar gücük burcuva işte. Büyüyünce burcuvazi olacaklar annadın mı?” derdi. Bir taşla, iki kuş! Arada bir hata yaptığı da olmuyor değildi. Geçen yıl İstanbul’dan gelirken, yanındaki adamı “teşkilata” kazanmak için yol boyunca hayli uğraşmış. “Bu iş tamam aga.” diyormuş içinden. Ama garajda iner inmez adam devriye polislere bir işaret çakmış, almışlar bu şaşkalozu karakola, atmışlar nezarete. Meğerse adam polismiş. İki üç saat sonra komiser bunu getirtmiş karşısına. Bakmış ki tıfıl, temiz yüzlü bir köylü çocuğu… Adam Türk filmlerindeki, Hulusi Kentmen gibi babacan bir komisermiş anlaşılan. Biraz öğüt verip, birkaç tokat attıktan sonra komünistlikten vazgeçirdiğini düşünerek salıvermiş. Bu şapşallığını yediremedi bir türlü kendine Galip. “Hocam yol biraz daha uzasaydı, herifi kesin kafalardım. İçerden bir adamımız olurdu be aga, fena mı?” diye işi şakaya vurdu bir zaman.

Basmane garajından çıktık ağır ağır. Kaptanımız, saçları ağarmış ufak tefek, ama deneyimli olduğu belli. Bir iki kez bu otobüse binmişliğim var, oradan biliyorum. Beyaz gömleğinin omuzlarında, sırmalı pilot apoletleri ışıl ışıl yanıyor. Bir pilot şapkası olsa, eminim uçak bile uçurur. Gömleğin cebinde, kırmızı Marlboro paketiyle de hava bin beş yüz. Aklını kaptırsan, sigaraya başlarsın.

Muavin, bıçkın, fırlama biri. Kesin Tepecikli’dir. Neyse. Bornova’yı geçtik. Belkahve’nin oralarda Cumhuriyet gazetesini açtım, yan gözle de yanımdaki koltukta oturan adamın tepkisini anlamaya çalışıyorum. Birkaç sayfa geçtim, tepki yok. Sanki otobüsü o kullanıyormuş gibi gözü sürekli yolda. Başka bir şey denerim daha sonra.

Nif’i geçtik, Turgutlu’ya yaklaşıyoruz. Buradan sonrası bana komik gelir hep. Turgutlu, Ahmetli, Salihli, derken yoldaki kasabaları, Recepli, Ayşeli, Fatmalı diye adlandırsalarmış bari elleri değmişken diye içimden geçirir, gülmemi zor tutardım.

Ankara’ya doğru ilerledikçe hem iklim, hem toprak, hem de bitki örtüsü yumuşacık geçişlerle değişir. Sonbaharda, ovadaki tarlalar, fukara yorganı gibi yama yama görünür uzaktan. Bu mevsimde ise toprak görünmez. Yeşilin, sarının bin bir tonu yarışırken, üzerindeki ince sabah sisi, güzel bir kadının yüzündeki tül gibidir. Nasıl olur da şu kara toprak, bunca rengi, kokuyu, lezzeti yaratabiliyor diye hâlâ şaşarım. Elbette bilimsel açıklaması vardır ama en doğrusu, yerden bir avuç toprağa yakından bakmaktır. Büyüteç olsa içindeki minik canlıları bile görürsün. Şöyle hafifçe koklayıp, parmaklarının arasında ufaladıktan sonra yavaşça aldığın yere bırak. Sanki az önce eline aldığın o değildir. Orada, öylece, milyonlarca yıldır durduğu gibi, yani sen yokmuşsun gibi durur. “Senin burada olup-olmamanın bir anlamı yok benim için.” demez, ama ben o duruşu bilirim.

Asma yapraklarına değen hafif bir sabah yeli, Salihli ovasını yeşil bir deniz gibi dalgalandırıyor. İçindekiler yeli hisseder ama denizi göremez. Derler ki, insan eksen çıkar burada. Binlerce yıldır olduğu gibi, yine insanlar toprakla dövüşüyor, sevişiyor. Tıpkı dört yıl önceki bizim aile gibi. İşte, çocuklardan biri doğrulup, çapanın sapına dayandı, yola bakıyor. Çocukken ben de motorun sesini taa uzaktayken duyar, ama babam kızar diye işi bırakıp bakamazdım geçen otobüslere. Onlar, bambaşka bir yaşamın bize uzak, ulaşılmaz seyirlikleriydi. Ve içinde olmayı, sadece hayal edecek kadar yabancıydık. En çok ERTAŞ geçerdi bir de KAZAZ. Edremit-İzmir yazardı camlarında. Benim beğendiğim otobüs VARAN’dı. Hele o ok adan at kız amblemi yok mu? Biri sabah saatlerinde İstanbul’a, akşamüzeri ise İstanbul’dan gelip İzmir’e giderdi.

Neredeyse otobüsün camına yapıştım. Pamuk çapalıyor bu aile. Fideler bir karış olmuş; demek ki ikinci çapa. Birkaç yıl önce, ben de bu topraklarda çalışırdım gün boyu. Otobüs geçerken de çaktırmadan geri kalıp, el sallayan birini gözler, bir koltuğunda olmayı düşlerdim. Tarladaki o çocuk da bu otobüsün bir koltuğunda olmayı düşlüyor, kendimden biliyorum. El sallıyorum ağır çekim. Gözden kayboldu sarı saçlı çocuk, bir elim havada.

Hızla yol alıyoruz. Engebeli arazilerle birlikte tütün tarlaları başlar şimdi. En rezil tarım işidir. Tütün sulak arazide değil, yamaçta olur. Yapraklarının “kuzukulağı” makbuldür. İşte karşı yamaçta bir tütün tarlası. Altı kişi var içinde, dördü kız. Çok tütün yapar bu aile çünkü kızların eli işlektir. Güneş iki mızrak boyu yükselmiş. Artık tütün kırmayı bırakmaları gerek tütündekilerin. Narindir tütünün yaprağı sıcağı sevmez, sener, küser. O narin, o nazenin yapraktan bu zifir, bu katran nasıl çıkar şaşarsın. Eline sıvanan katran, ekmeğine suyuna bulaşır, acısını diline duyurur. Tütündekilerin hepsi de yorgun ve uykusuzdur biliyorum.

Otobüsün yaklaştığını hissedince, kızlardan biri doğruldu, bakıyor. Güneşi ve köylü olmayı sevmez bu kız milleti. Sadece gözleri açıkta kalacak şekilde yüzlerini sarmışlar. Ablam da böyle sarınırdı. Süt beyaz tenli olduğundan, korunmazsa hemen güneş çilleri oluşurdu yüzünde. Tarla dönüşü kremle yüzüne, ellerine uzun uzun bakım yapardı. Cam kavanozdaki, hoş kokulu “Süleyman Ferit Eczacıbaşı” kremi en ünlüsüydü. Bir de Tokalôn ve Havilland vardı, ama, onlar pahalıydı. Zenginler kullanırdı. Garanti olsun diye, iki elimi de sallıyorum bu kez ablamın hatırına. O zamana kadar konuşmayıp yola bakan adam birden, “Boşuna el sallıyorsun. O uzaklıktan seni göremezler.” Demez mi? Durakladım birden. “Ben sadece tarlada çalışanlara değil, ablama, artık gerilerde kalan çocukluğuma el sallıyorum” desem, anlar mı acaba? Yan gözle pantolonu, gömleği buruşmasın diye kıpırdamadan oturan yanımdaki adama baktım. Yok, anlayamazdı beni. Ama yine de camdan hızla uzaklaşıp, ona görüş alanı açtım, telaşla,

-Abi, sen de el sallasana! Tarlada çalışan çocuklara çok iyi gelir biliyor musun?

Herhalde anlamadı ki, bir tuhaf baktı yüzüme. Aman sen de… İster anlasın ister anlamasın. Hiç umurumda değil. Afyon’a kadar, tarlada çalışan her gördüğüm aileye ellerimi salladım.

 

Tags: ,

Arşivler