Eğitim-Sen Genel Başkanı Feray Aytekin Aydoğan ile sendikal kriz, eğitimde çöküş ve OHAL sürecini konuştuk.
Çalışma Ortamı: Sendikaların krizi çok tartışılıyor. Siz sendikaların krizini nasıl görüyorsunuz? Krizin sebepleri neler?
Feray Aytekin Aydoğan: Elbette bu krizin çok nedeni var. Ancak sorunuzu daha çok kendi sendikal mücadele alanımız içinden cevaplamak isterim. Çünkü sarı sendikalar olarak nitelediğimiz sendikaları ve bu sendikaların pratiklerini gerçek bir sendikal mücadele hattı üzerinde görmüyorum.
Kendi alanımıza baktığımızda, kendimize dair de öz eleştiri olarak görülebilecek ve aynı zamanda genel sendikal harekete ilişkin de olduğunu düşündüğüm temel sorun şu: İş yerlerimizdeki her üyenin kendisini özne hissettiği, tüm söz ve karar süreçlerinde yer aldığı sürecin ciddi biçimde aşınmaya uğraması. Özellikle son 10-15 yıllık süreçte çok ciddi aşınmaya uğradı bu durum. Çok kısa sürede kararların yukarıdan alındığı, tabanda tartışmadan tabanın haberi olmadığı karar alma süreçlerine dönüştü.
Sendikalar işyerinden koptu
Aslında Eğitim Sen ve KESK özelinde buna ilişkin biz tüzüklerimizde de ciddi önlemler almıştık. Profesyonel sendikacılığı kabul etmedik ve genel merkez yürütmeleri dışında yer alan yürütme kurullarının iş yerlerinde çalışmaya devam edeceği sendikal mücadele hattını, yürütme kurullarına üst üste iki dönemden daha fazla yer almama düzenlemesini, iş yeri temsilciler kurullarını söz ve karar süreçlerinin belirleyici organı olmasını hayata geçirdik. Çok sayıda önlemler geliştirdik aslında ama yine de bu son 10-15 yıllık sürece baktığımızda, ciddi anlamda sendikal hareketin iş yerlerindeki etkisi giderek azaldı, iş yerlerinde ciddi bir kopuş oldu. Bu sorun, fiili meşru dediğimiz mücadele hattını örmenin zorluklarını ortaya çıkardı. Her üye özne olacak, söz ve karar süreçlerinde yer alacak ki en geniş ve en kitlesel bir şekilde fiili meşru bir hattı örelim.
Şu duyguyu, ilkemizi tekrar yaratmaya, hatırlatmaya ihtiyacımız var. Bir Eğitim Sen üyesinin, bu genel başkan olarak ben de olabilirim, bir MYK üyesi de olabilir, bir diğer üyemizden hiçbir farkının olmadığı… Bu ilkemizi tekrar ve tekrar hatırlatmak için de son bir buçuk yıldır illerde, ilçelerde çok sayıda işyeri gezileri, toplantıları düzenledik. Çünkü arkadaşlarımızla birlikte konuşarak, hatta üyemiz olan olmayan, kendi alanımıza ilişkin bütün meseleleri birlikte konuşarak tartışarak ele alma kültürümüzü hatırlatmaya ve yapacağımız tüm eylemleri olabildiğince en kitlesel biçimde tartışarak örgütlemeye çalıştık. Tüm eğitim ve bilim emekçilerinin kendisini özne hissettiği bir süreci örgütlemeye fazlasıyla ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Liberal saldırıdan Eğitim-Sen de etkilendi
İkinci olarak sendikal hareketin krize girme nedenini liberalizmin saldırılarından herkesin payını alması olarak görüyorum. Eğitim Sen özelinde de bunu yaşadık, işçi sendikalarında da, toplumsal muhalefetin her kesiminde de yaşadık. Mesela bireyciliği demokrasiyle özdeşleştiren ya da bireysel özgürlüklerle özdeşleştiren yaklaşımlar ya da piyasalaşmaya ilişkin güzellemeler yapan yaklaşımlarla karşılaştık. Örneğin kendi alanımızdaki muhafazakâr politikaları yine özgürlükler üzerinden ilişkilendiren yaklaşımların bir dönem güçlendiğine tanık olduk. Haliyle çok ciddi bir liberal saldırı yaşandı. Bundan eğitim bilim emekçileri de sendikalar da siyasetler de ciddi bir şekilde etkilendiler. Örgütlenmeyi değil bireyciliği esas alan, gerçekten özgürlük, eşitlik, laiklik, barış, kardeşlik meselelerinin aşağıdan doğru örgütlenmesini değil var olan iktidar ve onun yanına yedeklenen liberallerin dili üzerinden şekillendiği bir dayatma hepimize ilişkin çok ciddi parçalanmaları doğurdu.
Çalışma Ortamı: Bunun ayak sesleri geliyordu Bunun tedbirlerinin alınması gerekmez miydi? Neler yapmamız gerekir konusunda çalışmalar yapılmadı mı?
Feray Aytekin Aydoğan: Bunun tartışmalarını çok yaptık. 2010 referandumunu liberaller ve AKP iktidarı “özgürlük süreci” olarak, 12 Eylül darbesi ile hesaplaşma süreci olarak sundu mesela. Sendikalar da dahil olmak üzere farklı kesimlerde aynı kafa karışıklığı yaşandı. Şu anki yeni rejim inşasının en temel dönemidir 12 Eylül 2010 referandumu. Var olan iktidarın, o dönem ki ortaklarıyla birlikte bütün kurumları çok daha güçlü bir şekilde ele geçirdiğine tanık olduk. Referanduma net olarak hayır diyemeyen sendikalar oldu bu süreçte. Bütün alanlarda sadece kendi alanımızda değil, kadın mücadelesi alanında da bunun yaşandığını, işçi sendikaları düzleminde de kamu emekçileri düzleminde de toplamda tüm toplumsal muhalefet düzleminde de yaşandığını gördük. Biraz önce söylediğim gibi fiili meşru mücadele hattımızı ciddi anlamda sekteye uğratan, aşağıdan değil yukarıdan alınan kararların dayatıldığı, genel merkezlerin kendilerinde söz ve karar süreçlerini gördüğü bir hat çıktı karşımıza. İkincisi de bu liberal saldırılardan etkilenme süreci oldu. Sendikal kriz saatlerce tartışılabilir. Krize ilişkin bir çok neden sayılabilir. Ama bu iki temel başlığın, bu krize neden olduğunu düşünüyorum.
Çalışma Ortamı: Çok temel iki şey söylediniz. Biri iş yerinden kopma diğeri liberalizmden etkilenme. Sendikalar kendi kendilerini hançerlemişler. Sendikalar kendi kendilerini hançerlemişler. Peki işçi ve emekçilerin sendikalara güveni yeniden nasıl inşa edilebilir?
Feray Aytekin Aydoğan: Ben burada sadece bir karar verme ve irade gösterme sorunu olduğunu düşünüyorum. Bu sorunu aşmanın, hiç de zor olmadığını düşünüyorum aslında. Biz bugün sendikalar özelinde tekrar en kitlesel mücadele hattını yaratacaksak bu iş yerlerinden geçiyor. Biz dönemsel olarak en doğru eylem kararlarını alalım, en doğru sözleri söyleyelim, o sözleri iş yerlerinde konuşmadığımız, tartışmadığımız birlikte karar vermediğimiz sürece bir karşılığı yok.
Ayrıca bir gerçeği de görmemiz gerekiyor. AKP iktidarıyla birlikte ciddi bir politikleşme süreci de var. Sadece örgütlülük düzeyimiz yeterince güçlü değil ama toplumda çok ciddi bir politik itiraz var. Gezi’de de bunu gördük, 7 Haziran seçimleri sürecinde gördük. 16 Nisan referandumundan önce de çok ciddi bir umutsuzluk meselesi varken de ‘hayır’ örgütleme meselesinde gördük bunu. Sendikalar da sokağa çıkmaktan vazgeçmeden tekrar güç biriktirmeli. Bunun için de örneğin Eğit-Der sürecini hatırlamaya ihtiyacımız var. Tekrar TÖBDER sürecini hatırlamaya, hatırlatmaya ihtiyacımız var. Evet yeni döneme ilişkin yeni meseleler üzerinden tartışmalar yürütebiliriz ama daha güçlü bir örgütlülük için ne yapacağımızın cevabı aslında bizim geçmişimizde var. Geçmişteki faşizm koşullarından o dönemin sendikal yapılarının nasıl çıkış yolu bulduğunu hatırlayarak başlamak gerekiyor. Haliyle şu an, bunu yapma noktasında bir iradeyi göstermeye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Kamusal eğitim tamamen ortadan kalktı
Çalışma Ortamı: Gazetelerde eğitim sisteminin iflasına ilişkin çok sayıda haber görüyoruz. Eğitimde genel bir çöküş var diyebiliriz. Bu çöküşün temel sebepleri sizce neler?
Feray Aytekin Aydoğan: Şöyle söyleyeyim. Genel olarak tüm kamuya dair 70’li yıllardan itibaren başlayan, haliyle eğitimde de karşımıza çıkan liberalleşme ve muhafazakârlaşma arzusu hep karşımızda duruyordu. AKP 2002’de bunu “en iyi ben yaparım” diyerek geldi iktidara. Bu piyasalaşmayı da en iyi ben yaparım dedi sermayeye. Kendi sağcı, gerici niteliği gereği olarak bu muhafazakârlaşmayı da en iyi ben yaparım dedi. Bu muhafazakârlaşma tek başına sadece dinsel bir muhafazakârlaşma olarak da değil, cinsiyetçi bir dil de kuran, kimlikleri, inançları da gözetmeyen bir yerden, faşizmin tüm unsurlarını içinde barındırdı. Örneğin, şimdiki Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un Talim Terbiye’de olduğu dönemde yapılandırmacılık üzerinden öğretim programları düzenlemişti ve bu programlar iki temel hattı da içinde barındırıyordu.
Haliyle liberal saldırılardan kaynaklı bir kamusal eğitim tamamen ortadan kalkmış durumda. AKP ilk iktidara geldiği zaman da tam bizim hayal ettiğimiz kamusal eğitim var mıydı? Hayır, o zaman da ciddi tahribata uğramıştı, yoktu. Ama şu an kamusal eğitime dair söyleyebileceğimiz hiçbir şey kalmamış durumda. Aynı şekilde bilimsel eğitime ilişkin de bir şey kalmamış durumda. Aladağ davası bu kamusal, bilimsel eğitimin çöküşünün çok net özeti aslında. Çöküşün fotoğrafı Aladağ davası. Son davada bir baba çıktı şunu söyledi. Bu köy okulları biliyorsunuz ciddi bir sayıda kapatıldı. En son sayı 17.000’di. Kamusal eğitimin en temel ilkelerinden biri erişilebilir ve ulaşılabilir olmasıdır. Köy okullarının kapatılmasından dolayı ilkokulda bile çocukların gidebileceği okul yok. Dolayısıyla o baba, ya çocuklarını okutmak için cemaat yurtlarına gönderecek ya da okutmayacak çocuklarını. Ama bir taraftan da çocuklarının geleceği olsun istiyor. Çünkü son derece yoksul köyler, Aladağ davasında çocuklarını kaybeden ailelerin olduğu köyler. İşte o köylerden birinde yaşayan o baba şu cümleyi kurdu: “Benim üç çocuğum daha var. Onları okutmayacağım. Cemaat yurduna teslim etmeyeceğim ama yaşayacaklar” dedi. Bu cümle kamusal, bilimsel eğitimin iflası dediğim noktanın en net fotoğrafı.
Örgün Eğitimden Uzaklaşanlar En Yoksulların Çocukları
Köy okulunu kapatmışsın, oradaki öğretmenleri oralardan çekmişsin. Çocuğun en temel hakkı olan kamusal eğitim hakkını tamamen elinden almışsın. Köy okulunu kapattığın yerde var olan tüm kamu kaynaklarını da vakıf ya da dernekler adı altında protokollerle cemaatlere devretmişsin. Haliyle bilimsel eğitim hakkı da kamusal eğitim hakkı da tamamen elinden alınmış durumda.
Bizim krizimizin geldiği noktada burası. Bu protokolle şu an Türkiye’nin her yerinde okul öncesinden itibaren yetişkin eğitimine kadar, üniversitelere kadar, eğitim hizmeti aslında cemaat yapılarına parsel parsel dağıtılmış durumda. Hem kamu kaynakları hem okullarda eğitim kurumlarında her türlü çalışmayı yapıyorlar şu anda. TÜRGEV’inden tutun İHH’sından ENSAR’ına kadar. Her yerde yapıyorlar. Evet eğitimin krizinin en derin meselesi bu iki hattın hayata geçirilmesidir. O çocuğun yaşaması ile okuması arasında bir tercih sunma meselesi ile karşı karşıyayız. Eğitim hattı mücadelesi artık yaşamsal bir mücadeledir. Aynı zamanda da sınıfsal bir mücadeledir. İlkokuldan itibaren çocukların örgün eğitimden uzaklaşmalarına baktığımızda bu çocukların en yoksulların çocukları olduğunu görüyoruz. Evet hep sınıfsal bir meseleydi eğitim meselesi. Ama şu an geldiği noktada çok daha derin bir sınıfsal mesele haline gelmiş durumda.
Çalışma Ortamı: Önümüzdeki yıl için, eğitim yılı da başladı, ne tür bir programınız var? Yani yaygınlaştıracağınız, toplantılarınızda söyleyebileceğiz bir yol haritasınız var mı?
Feray Aytekin Aydoğan: Biz tüm programlarımızı şube başkanlarımızın da katıldığı, üç ayda bir gerçekleştirdiğimiz genel mecliste alırız. Bu toplantılar üzerinden, o arkadaşların kendi işyerlerinden temsilcilerle yaptıkları toplantılardan buraya getirdikleri meseleler üzerinden bir yol haritası oluştururuz. Yine en son yaptığımız genel meclis üzerinden bir yol haritamız var.
Birincisi biz tüm eğitim ve bilim emekçilerine seslenen, bu hukuksuz ihraçlarla başlayan mülakat, güvenlik soruşturmaları ile birlikte devam eden, performans taslak yönetmeliği gibi yönetmeliklerle oluşturulan tüm baskı aygıtlarına ilişkin mesleğime dokunma kampanyası yürüttük. 15 Temmuz’dan hemen 12 gün sonra fiilen ve hukuken iş güvencesi kaldırıldı. Buna ilişkin bir kampanya yürüttük. Bu kampanyada ne yaptık? İş yerlerinde imza kampanyaları yaptık. Okul önlerinde il ilçe milli eğitim müdürlükleri önünde eylemler yaptık. Bu hatta 100 günlük faaliyet raporlarında da yer verdiler, devam ettireceklerini söylüyorlar. Önümüzdeki üç ayda yine bu baskı aygıtlarına ilişkin itirazın kampanyasını sürdürüyor olacağız. Örneğin pazartesi günü tüm iş yerlerinde bütün eğitim ve bilim emekçilerine çağrı yapacağız. Kadrolu, sözleşmeli, ücretli hukuksuz ihraç edilen, ataması yapılmayan yani hepimiz, milyonlar, büyük bir gücüz ve birlikte başarabiliriz diyeceğiz. Okullara gidip iş yerleri üzerinden mektup şeklinde bir çağrı yapacağız. Hepimiz aynı zamanda iş yerlerine, illere dağılacağız. İş yerleri gezilerini oradaki arkadaşlarımızla birlikte yapacağız. Birlikte mücadele etme üzerine bir çağrı yapacağız. Önümüzdeki süreçte eğitim ve bilim emekçisi kimliğine dönük ciddi saldırılar olacak. Öğretmen strateji belgesi diye bir belge hayata geçirilecek ulusal kalkınma planı üzerinden. İktidarın eğitim ve bilim emekçisi olma dayatmasına karşı birlikte mücadele ettiğimiz bir hattı kuracağız.
İkincisi krizin eğitim alanına yansımalarına karşı sadece eğitim ve bilim emekçilerinin ekonomik talepleri ile sınırlı kalmayan, eğitim ve bilim emekçilerinin yanı sıra öğrencilerimizin taleplerini de içeren bir süreci öreceğiz. Özgürce eğitim yapma koşullarının ortadan kaldırılmasına koşullarda demokrasi mücadelesi ile de bu süreci öreceğiz. Ama en başta söylediğim gibi bunu yapabilmenin en temel noktasını zorlayarak yapacağız. Bulunduğumuz her yerde, tüm iş yerlerine gidip tüm arkadaşlarımızla birlikte aynı zamanda bu süreci konuşarak tartışacak yürütmeye devam edeceğiz. Kesinlikle eğitim ve bilim emekçilerinin ekonomik talepleri ile sınırlı kalan bir süreç olmayacak.
Çalışma Ortamı: OHAL’de bir çok çalışan işinden atıldı. Yüz binlerce kişi bu süreçten mağdur oldu, yüz bini aşkın kişi işinden atıldı. Ama sendikalar üyelerine sahip çıkmadılar. Hatta sendika genel merkezlerine bile giremedi işten atılan üyeler. Eğitim Sen ise başka bir yol izledi bu süreçte. Neler yaptı? OHAL süreci sendikayı fiilen nasıl etkiledi?
Feray Aytekin Aydoğan: İhraç edilen, sürgün edilen üyelerimiz oldu. Her darbe döneminde olduğu gibi ülkenin emekten, demokrasiden, laiklikten, barıştan yana olan eğitim ve bilim emekçileri Eğitim Sen üyeleri hedef haline getirildi. Açığa alma dalgasını bir kenara bırakırsak aslında sayısal olarak bu darbeyi en az biçimde alan sendikayız. Ama gerek kimi basın yayın organlarından üyelerimize ve sendikal faaliyetlerimize yapılan tehditler, gerekse üyelerimizin haklarını korumak için sadece bizim sesimizin çıkıyor oluşu bizim daha görünür olmamıza, sanki ihraç dalgasında sayısal olarak en ağır darbeyi alan sendikaymışız gibi bir algıya neden oldu. Halbuki eğitim alanındaki ihraçların yalnızca %3’ü sendikamız üyelerinden oluşuyor. Sözde sendikalar bu süreçte üç maymunu oynadı. Eğitim Sen olarak sendika olmanın gereğini yerine getirdik, arkadaşlarımıza sahip çıktık ve sahip çıkmaya devam edeceğiz.
Hukuksuz ihraçlar tüm kamu emekçilerine bir tehditti
Hukuksuzca ihraç edilen her arkadaşımız onurumuzdur. İlk günden itibaren bu hukuksuzluğa karşı çıkarken tüm kamu emekçileri için de hukuk, adalet talep etmeye devam ettik. Şunu çok net söyleyebilirim, bu dönemde üyelerini maddi ve hukuki olarak asla yalnız bırakmayan bir sendikayız. Gerek Eğitim Sen, gerekse KESK tarihin bu zor döneminde, türlü tehditlere rağmen bunu açıkça başarabilmiş bir sendikal deneyim sundu. Her şubemiz ihraç edilen, sürgün edilen üyelerimizin etrafında kenetlendi. Bir taraftan sendikal faaliyetlerimizi, mücadelemizi sürdürmeye diğer taraftan da üyelerimizle el ele vermeye çalıştık. Onları sivil ölüme mahkum etmek isteyenlere karşı dayanışmamızla en güçlü cevabı verdik. Bu süreç sendikamızı kimi açılardan zorlasa da en önemli kazanımı sendikal mücadelenin ne olduğunu, sendikanın ne olduğunu yeniden herkese göstermesidir.
Ayrıca sokakları zorlayan da biz olduk ki ilk süreçlerde çok kitlesel eylemler de yaptık. Öğretmenlerle birlikte öğrencilerimizi de velilerimizi de katarak, örneğin okulların önünde kitap okuma eylemleri yaptık, hep birlikte sokakta itirazı örgütledik, bunun hukuksuz bir süreç olduğunu ifade eden çok çok kitlesel eylem ve etkinliklerle de sokakta yer aldık. Bu süreci de devam etmeye sürdürmeye çalışıyoruz. Şu an İstanbul’da, İzmir’de devam ediyoruz. 84 haftadır arkadaşlarımız sokaklarda… Yine bu eylemlerimizde, zaman zaman saldırılar, gözaltılar oluyor. Ama buna rağmen ısrarla devam ettiriyoruz. Bu eylemlerimiz yaygınlaştırmak, büyütmek ısrarından vazgeçmeyeceğiz.
Hukuksuz ihraçlar süreci aslında tüm eğitim ve bilim emekçilerine ve kamu emekçilerine ilişkin iktidarın tehdidiydi. Tüm kamu emekçilerine hukuksuz ihraçlarla şunu deklare etti. Sizin işiniz, ekmeğiniz, geleceğiniz benim elimde. Hiçbir hukuksal süreç işletmeden, hiçbir soruşturma süreci olmadan, bana biat etmediğiniz sürece her an işinizden, ekmeğinizden, mesleğinizden olabilirsiniz. Dolayısıyla, kesinlikle ve kesinlikle ihraç süreci sadece ihraç edilen arkadaşlarımıza dair bir mesele değil aslında hepimize dair bir saldırı meselesidir. Bunu anlatmaya ve örgütlemeye ihtiyacımız var.
OHAL koşullarında geçen yıl 1702 yeni üye kazandık
Çalışma Ortamı: Sendikalarda, sadece sizde değil, bütün sendikalarda bir kan kaybı var. Bunu toparlamanın yolu ne olacak?
Feray Aytekin Aydoğan: Eğitim Sen’e geçtiğimiz yıl içerisinde 1702 üye yaptık biz, baskılar, sürgünler, ihraçlar ve OHAL koşullarında. Normal şartlarda bu çok büyük bir sayı mı? Hayır değil ama OHAL’in olduğu, hukuksuz ihraç süreçlerinin devam ettiği, her türlü baskının daha da derinleştiği bu dönemde, faşizm koşullarında üye yapılabileceğinin göstergesi anlamında çok değerli. İş yerlerine gittiğimizde, eğitim ve bilim emekçilerinin hayatlarına dokunduğumuzda bu kan kaybının etkileri azaltılabiliyor. Zaten şu an en önemli sorun, kırmamız gereken duygu hali, insanların en çok ihtiyacı olan, emekçilerin en çok ihtiyacı olan yalnız olmadığını hissetme meselesi. Bu koşullarda bile 1702 üye yapabiliyorsak biz, tüm bu kayıplara, saldırılara rağmen hala başarabilmenin, toparlanabilmenin koşulu var demektir. O da dediğim gibi iş yerlerine gidip arkadaşlarımızın, meslektaşlarımızın gündelik hayatlarına dokunmaktan geçiyor. Buradayız, yanınızdayız ve birlikteyiz diyebilmekten, bu süreci örgütleyerek aşacağız duygusunu hissettirebilmekten geçiyor.