Biliyorum. “Çevre Üzerine” sayısız haber, makale, araştırma okudunuz, belgesel, kısa, uzun metraj filmler izlediniz. İstedim ki, çevre denen hassas değere ben de müzikle bezenmiş bir öyküyle destek vereyim. Hem de gerçek bir yaşanmışlık öyküsüyle.
Duyduğumda beni bir hayli sarsan öykümüz biraz uzaklardan, Almanya’dan. Anadolu topraklarında başlayıp, Almanya’da süren çarpıcı, bir o kadar da etkileyici yaşam öyküsüdür bu. Kahramanımız bu toprakların insanı. Adı İbrahim. Urfalı İbrahim. Denizden hayli uzak bir yerlerde doğup büyümesine rağmen İbrahim, ilkokul sıralarında Jules Verne’nin “Denizler Altında 20.000 Fersah”ı ile tanışır. Olay nasıl olmuştur. Dünyasını değiştirecek bu kitabı eline kim tutuşturmuştur bilinmez. Deniz tutkusu öylesine önüne geçilmez bir hal alır ki İbrahim’de sormayın. Eline geçen ilk şansı değerlendirir, kendisini Almanya’nın Hamburg kentinde bulur. Bulmasına bulur ama kader onun denizci olmasını istemez. Urfalı İbrahim, deniz diye diye yanıp tutuşmasına rağmen, sert bir rüzgar onu kıyıdan içerlere doğru sürükler. Bir de bakar ki Pineberg kasabasında fırın işçisi olmuştur. Un, hamur kokularının birbirine karıştığı sıcak fırın alazı yetmiyormuş gibi ustası Schwalke’nin sürekli dinlediği ve hiç hoşlanmadığı, kulaklarını tırmalayan müziğe de katlanmak zorundadır. Bir gün ustasına dinlediği müziğin ne olduğunu sorduğunda “klasik müzik” yanıtını alır. Yıllarca memleketinde dinlediklerine hiç mi hiç benzemeyen bu müziği zamanla, daha bir kulak vererek dinlemeye başlar. Hele bir gün dinlediği bir parça onu öylesine etkiler ki, yüreğinin dağlandığını, farkında olmadan gözyaşlarını tutamadığını hisseder. Müzik bitince ne olduğunu anlamaya çalışsa da ne Smetana kalmıştır aklında, ne de Moldau.
Aylar sonra vatan özleminin katlanılmaz ağırlığı altındayken radyoda yine aynı müziğin yayınlandığı kulağına çalınır. Çok heyecanlanmış, yüreği ağzına geleyazmıştır. Hemen kağıda kaleme sarılır, besteciyle parçanın adını yazmak için beklemeye koyulur. Müziğin notalarının peşinde sürüklenirken fırında unuttuğu sekiz tepsi sandviç, işinin sonu olur. Ama umurunda bile değildir. O dinlediği müziğin büyüsüne kapılmıştır bir kere. Günlerce aramasına rağmen bildiği yarım yamalak Almancası, bu müziğin kasetine ulaşmasına yetmemiştir.
Olayın üzerinden günler, aylar geçer. Bir gün, damarlarında kan yerine Moldau Irmağı’nın akmasına neden olan eski ustası Schwalke’nin telefonuyla irkilir. Hoş beşin ardından ustası, kendisinin de işten ayrıldığını, bir yakınıyla birlikte fırın açacaklarını, onu da aralarında görmeyi çok istediğini iletir. Ortaklık teklifine çok şaşıran İbrahim, teşekkürün ardından, “Yalnız benim bir arzum var. Smetana’yı bulmadan hiçbir yere gelemem.” Diye kestirip atar. Şaşırma sırası bu kez ustasındadır. Kendisini biraz toparlar toparlamaz ağzından şu sözcükler dökülür. “Sen onu biraz zor bulursun. Çünkü Smetana yüz sene önce öldü. Mezarını ziyaret etmen için de çok uzak. Sen hemen gel. Ben sana “Moldau Irmağı’nın” kasetini bulurum. Bir de kasetçalar alırım. Bol bol dinlersin.”
Şimdilerde, Almanya’nın küçücük bir kasabasındaki Moldau Fırını (Beckerei Maldou) nın bacasından kurabiye kokularının yanı sıra, Smetana’nın “Vatanım Senfonik Şiiri”nin notaları birbirine dolanıp, masmavi gökyüzüne yükselerek bulutlara karışmakta, tüm dünyayı barış, dostluk, kardeşlik duygularıyla kucaklamaktadır.
Düşünüyorum da, dünyanın bütün ırmakları, dereleri, çayları birbirine benziyor sanki, aynı dilden, aynı renkten akıyor, aynı dilden şarkılar besteliyor. Tıpkı bizimkiler gibi, Kızılırmak gibi, Fırat gibi, Sakarya gibi, Meriç gibi, Asi gibi… Aksi halde, Bohemya ormanlarından doğan Moldau Irmağı (Moldava), Smetana’nın gizemli notaları eşliğinde bizim Urfalı İbrahim’i böylesine etkiler, kendinden geçirir, yaşamakta olduğu Almanya’lardan kucaklayıverdiği gibi, doğduğu Anadolu topraklarındaki ırmaklardan herhangi birinin kıyıcığına bırakıverir miydi hiç!
(*) Bir gazete haberinden esinlenerek.
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)