DAMA

Düz bir beton zemin bulduğumuzda, birimiz kırık kiremit parçası ya da tebeşirle hemen sekize sekiz altmış dört kareyi çiziverirdik. On altı taş, on altı kiremit parçası toplayınca da damaya başlardık. Satrancı Hintliler bulmuştu da damayı kim icat etmişti? Damanın icadını hep Necip’e yakıştırdığım halde, yine de punduna getirip, arkadaşım olan kızı Cemile’ye “Baban mı icat etti yoksa?” diye soramamıştım.
Necip’in esas geçim kaynağı ayakkabı boyacılığı ve Ramazan davulculuğuydu ama en keyifli kazancı, Fırıncı Yasin’le oynadığı dama oyunlarından kaptığı onluklardı. Boyacı sandığı omuzunda, günün her hangi bir saatinde çarşıya düşer, (pabuçlarından bile tanıyabileceği için) gözlerini yerden ayırmadan ezeli ve ebedi rakibi Yasin’i arardı. Yasin mi? Selanikli muhacir bir ailenin yirmili yaşlardaki oğluydu. Askerden gelir gelmez babası, kurduğu fırının tüm sorumluluğunu üzerine yıkmıştı. Yakışıklı, kendini beğenmiş, lafını esirgemeyen, inatçı, hatta biraz da ukalâydı. Gerçi boşuna değildi bu halleri. İzmir’deki amcasının yanında ortaokulu okurken, kopuk takımına uyup haytalık etmiş, orta sondan atılmıştı ama yine de kasabada “okumuş çocuk” sayılırdı. Üstelik ailesi kasabada evine gazete giren sayılı ailelerden biriydi. Kahve sohbetlerinde söylediklerine itiraz etmeye kalkanları, “Gaste yazıyo bilâder!” diyerek püskürtürdü. Kasıntının önde gideniydi kimilerine göre.
Necip’in ustalığı çevre kasaba ve köylerde de kabul görmüştü. İddiası olanlar sırf kendini denemek için kasabaya dama oynamaya gelirlerdi. Galip oyuncu, rakibini kızdıracak her tür lafı söyleme hakkı kazanırdı. Bu yüzden, sıradan rakiplerinin laf atmalarına aldırmaz; çok sinirlenirse on saniye kadar gözlerini kırpmadan boş boş bakar ama tek kelime etmezdi. Peş peşe iki cümle kurduğu duyulmuş şey değildi. İlla ki cevap vermek zorundaysa o zaman iş değişir, başını öne arkaya sallardı. Hafif kırlaşmış, her zaman dağınık saçlarını taradığı da görülmüş şey değildi. Nasılsa rüzgâr bozacaktı. Yer çekimine yenik düşmüş alt dudağı, çehresine garip bir görüntü verirdi. Yasin’i uzaktan gördüyse olduğu yere çakılır, avını görmüş kedi gibi mırıldanırken bıyıkları titrer, tahta boyacı sandığı yavaş yavaş omuzundan kayıp yere düşecekken son anda yakalardı biricik sermayesini. Yok, aniden karşısına çıkmışsa sarkık dudağını tek bir hareketle toplayıp konuşacakmış gibi yapardı. Bu anı bekleyen Terzi Kenan , “Neciip! Geliyo seninki!” diyerek duymayanları uyandırır; Kahveci Rıza da öte yana dönüp, Necip’i görmemiş numarasıyla “Yasiin! Necip seni arıyomuş …” diyerek dama seyrine gelecek müşteriyi sağlama alırdı.
Boşa oynamazdı Necip! Yasin’in fırından çıkamadığı günlerde, “belki bugün şansım tutar” diyen bir ”keklik” in, “Bir- üç, on kâât!” teklifi Necip için yeterliydi. “Bir- üç” te, iki eli alan onluğu götürür. Herkesin kendince bir oyun taktiği vardı ama Necip’in taktikleri hep merak edilirdi. Basit gibi görünen bu oyun, ustaların elinde satranca benzeyebilirdi. Bazı oyunların yarım saat sürdüğü olurdu ki “damada süren / tavlada vuran kazanır” atasözü(!) açığa düşerdi.
O zamanlar bizim kasabadaki iki-üç çingene aileden biriydi Necipgiller. Diğerleri gibi kasabanın kıyısında derme çatma evlerde otururlardı. Çok yoksuldular. Gün kazanır, gün yerlerdi. Hayatı geldiği gibi karşılar, “sabahın sahibi var” anlayışıyla yaşarlardı. Kim ne derse desin, çingeneliği asla kabul etmez, “Biz aslen Hint’ten gelmişiz. Çingene değiliz!” diyerek diğer beyazlar gibi göçebe çingenelere yüz vermezlerdi. O zamana kadar hiç Hintli görmemiştim ama gür kaşlı, kara gözlü, esmer tenli insanlar bal gibi Hintli olabilirdi.
Yasin ile Necip’in damaya tutuştuğu hemen duyulur ve on-on beş kişilik bir seyirci kitlesi oluşurdu. Her durumda biri diğerini çarşıyı terk etmecesine kızdıracağı için, bu şamata kaçırılmaz, kaçıranlar da hayıflanırdı.
Yasingillerle mübadillikten gelen yakınlığımız olmasına rağmen içimden hep Necip’i tutardım nedense. Oyunda sıkıştığında esmer teni daha da kararıp terlemeye başlayınca, “Şu oyunu bir iyice öğrensem de Yasin’in açığını Necip’e fısıldasam” diye aklımdan geçerdi. Aniden yan gözle etrafı kolaçan eder, “anladılar mı acaba?” diye de ürperirdim bir yandan. Arada bir de olsa Yasin kazanınca, sandalyesine iyice yaslanır, “Atla bakalım onluğu!” diyerek baş ve işaret parmağını birbirine sürterdi. Necip’in yüzü ekşir, ensesini kaşıyıp saçlarını karıştırırken son hamlesini yapardı:
– Bir-üç daha!
– Yemeez! Ayvan terli!* Paran yoksa oynama Oolum!
Üstelik bu galibiyetin tadını birkaç gün sürdürmek için onunla oynamazdı. Oysa kendisi yenilince pancar gibi kızarır, onluğu dama tahtasına fırlatıp kalkar giderdi gıcık herif. Ah, bir onluğum olsa da Necip’e versem de bozum olsa şu Yasin…
Necip’i tutmamın nedeni, kızı Cemile’nin iki yıldır İlkokulda sıra arkadaşım olmasıydı galiba. Belki okul numaralarımız peş peşe olduğundan, belki öteki çocuklar Cemile’yle oturmak istemediğinden, belki de öğretmenimiz öyle uygun gördüğünden bizi yan yana oturtmuşlardı. Birinci sınıfta İlk gün hiç konuşmamıştık. Sonraları bir birimize ısındık çocuk sıcaklığıyla.
Cemile’nin saçlarıyla aynı renkte kapkara gözleri ve yusyuvarlak sevimli bir yüzü vardı. Teninin esmerliğinden mi bilinmez dişleri hepimizden beyazdı sanki ya da bana öyle gelirdi. Yazısı inci gibiydi. Çoğunlukla ya kalemi ya da silgisi olmazdı. Silgiyi ortasından ısırıp pay ederdik ama kalemi paylaşmak zor oluyordu. Bir gün kulağıma eğilip, “ Biz aslında Çingen değiliz.” demişti durup dururken. Sadece gülümsediğimi hatırlıyorum. O, bunu neye yormuştu acaba? Yalnız, Ramazan ayı süresince ilişkimiz biraz soğurdu. Necip, kasabanın tek davulcusu olduğundan, sahura onun davulu ve Cemile’nin manileri ile uyanırdık. Bahşiş alabilmek için davulcunun maniyi güzel okuma geleneği vardı. Hatta manide ev sahibinin ismini geçirirse, bahşişi garantilerdi: Bahçelerde kişnişim/ Böreği pişirmişim/ Ver bahşişim Recep Ağa / Uzak yoldan gelmişim. Necip’in sesi betti ve maniyi makamıyla söyleyemezdi. İşte bu yüzden daha çok bahşiş alabilmek için artık büyüdüğünü düşündüğü Cemile’yi gecenin o saatinde yanında gezdiriyordu. Tamam, babası yanındaydı ama o karanlıkta, o soğukta… Hem Cemile bu kadar çok maniyi ne zaman, kimden öğrenmişti? Üstelik manileri de güzeldi. Hep merak eder ama üzerim diye sormazdım. Manisi bitince bahçeye çıkıp parayı Cemile’ye verirken, karanlıkta parlayan dişlerinden gülümsediğini anlar, sevinerek içeri kaçardım. Bu kaçışta utanmayla, yoksul arkadaşıma az da olsa yardım etmenin sevinç duygusu çarpışırdı. Sabah okula gelince, gece böyle bir şey olmamış gibi davranırdık. Bazen babam Necip’i kızdırmak için bahşiş vermeyi geciktirip Cemile’yi bir mani daha söylemeye zorlardı. İşte o zaman Necip davula daha sert vurarak tepki verirdi. Ben ise ayıp ettiğimizi düşündüğümden, utanır, kızardığım belli olmasın diye de lambadan uzak dururdum. Bir de verdiği demir parayı az bulur kâğıt para vermeye zorlardım babamı her defasında… Vermezdi! Parayı yoldan mı topluyorduk?
O yaz Necip ile Yasin arasındaki dama maçları çok çekişmeli geçiyordu. Yasin, Necip’in oyun taktiklerini çözmüş gibiydi. Son bir aydır Necip’e bir onluk bile kaptırmamış hatta yüz lira borçlandırdığı söyleniyordu. Necip batıktı…
Bir gün ikindi vakti Annem “Koş bi paket tuz kap gel!” dedi. Çarşıya vardım ki, bir şenlik, bir şamata, gırla gidiyor.. Bakkal Ahmet abi dâhil bütün esnaf orada. Meğer iddia büyükmüş. Yasin, ”Bak Necip Ağa, tek el! Alırsan silerim, alırsam yüz elli olur.” demiş. Şakir’e sordum, yemin etti… “Kulaklarımla duydum Oolum! Gel şöyle kıyıdan bakalım kaçmaz bu tantana..” Onlar taşları dizerken kovulmayacak bir noktaya sotalandık. Açılışı Yasin yaptı. İkisi de çok gergindi ama Necip şimdiden terlemeye başlamıştı ne hikmetse…
Eve geldiğimde güneş batmak üzereydi. Annemi bahçe kapısında görünce çarşıya niye gittiğimi hatırladım ama aklım hâlâ oyundaydı. Tam “Necip’in borcu yüz elli oldu ..” diyecekken, “Anne ya! Bakkal kapalıydı sabah alsam olmaz mı?” yalanını uydurdum kendime şaşarak. “Ben Ayşe yengeden ödünç aldım zaten…” Tam gidecekken, “Sen nerdeydin bakayım bu saate kadar, hayta?” dedi aniden. Şimdi kaç çift ayakkabı boyarsa yüz elliyi çıkarır Necip? “Kapalı mı olurmuş bu saatte bakkal, ne biçim şey bu?” Cemile kaç mani söylemeli? Ramazana kaç ay var ki? Aniden “Yemin et!” dedi. Bakkal Ahmet de dama seyrediyordu mu desem? Yok, anlar o zaman. Ayağımı hafifçe yerden kaldırıp, “Valla kapalıydı ya!” diyerek bastım yemini. Yine kıyamayıp, “Hadi git tulumbada elini yüzünü yıka yemeğe oturacaz.”. Yalanımı anlamış, ama yüzlememişti güzel annem.
Yaz bitmişti. “Çalışkandır üçler”e başlayacaktık iki gün sonra. Başlayınca da tenekeyle su taşımaktan, inek gütmekten, ‘koş şunu getir/ tut bunu götür’ angaryalarından kurtulacaktık nihayet. Şenlikti, tembellikti, “dersim var yaa!” bahanesiyle işten kaytarmaktı okula başlamak.
Başladık. Mis gibi okul kokuyordu her yer. Herkes gelmişti ama Cemile yoktu. Ebelemece, kovalamaca oynadık… Öğrendiklerimizi, duyduklarımızı bir solukta anlattık bire bin katarak… Hopladık, kalgıdık, kurtlarımızı döktük bi güzel.
Sonraki günler de gelmedi Cemile. “Annesi, yömiye** pamuk toplamaya götürüyormuş” dedi bir arkadaş. Yömiye kaç para? Çocuk yömiyesi kaç para öğrenmeliyim. Ramazan’da yine mani okuyacak mı? Onu da öğrenmeliyim.
Artık sıra arkadaşım Hüseyin’di ve Ramazan’a daha çok vardı.
—————————
*Hayvan terli: “Atın terliyken yem yemediğini herkes bilir. Sen kimi kandırıyorsun?” anlamında bir Ege söylemi.
**Yevmiye: Bir günlük ücret.
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)

Tags: , ,

Arşivler