Epey zamandır tecavüze uğrayan çocuklar gündemdeyken şimdi de hamile çocuklara ilişkin, durumu skandal olarak nitelendiren haberler bir bir medyada yer alıyor. ‘İstanbul’daki 115 hamile çocuktan sonra Edirne’de de 186 çocuğun hamile olduğu tespit edildi’(1) gibi ifadelerle medya bu hoyratlığı haber yapıyor. Çocuklara yönelik ücralardaki hoyratlıklar artık ücralara sığmaz oldu ve taşıp her yere saçılıyor. Bununla birlikte, medyada bu şekilde yer almasa bile bu tür hoyratlıkların yaygın bir şekilde var olduğunu tahmin etmek pek de zeki ve ön görülü olmayı gerektirmiyor. Çünkü çocuklar bu tür haberlere konu edilenden başka ve hiç de bundan daha hafif olmayan bin bir hoyratlığa hergün gözler önünde uğruyor zaten. İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde yürürseniz, restoranların ve tatlıcıların camekanlarına yapışıp camekanın öte tarafındaki bin bir çeşit yemeği ve tatlıyı seyre dalmış halde, üst üste dizilmiş tatlı yığınının tepesinden aşağıya doğru süzülen şerbet damlaları niyetine camekanları yalayan çocukları görebilirsiniz. Hemen az ötede, Taksim Meydanı’nın altındaki alt geçide inerseniz de, gelip geçen arabalardan birkaç lira para koparmak için arabaların önüne, üstüne atlayan çocuk kafilelerini görebilirsiniz. Antalya’da, günün ya da gecenin herhangi bir saatinde, yaşadığınız evin balkonuna çıkıp sokağa bakarsanız, topladığı çöpleri (kimisi ‘katı atık’ diyor) tıkabasa doldurduğu ve kendinin bilmem kaç katı büyüklüğündeki tekerlekli çuvalı sürükleyen çocukları görebilirsiniz. Mendil satan çocukları yılın herhangi bir mevsimininde ve yurdun herhangi bir yerinde görmemek herhalde olası değildir. Gündelik rutin hayatınızdaki güzergahınızda gördüğünüz bu çocuklardan başka, güzergahı biraz saptırıp herhangi bir sanayi sitesine yolunuzu düşürürseniz, orada da, çırak adı altında, ağır işçilik yapan çocukları görürsünüz. Çocukların bu perişan hallerini kendine dert edinen bazı gazeteleri takip ediyorsanız, saya tezgahlarında, kah iş başında kah uyuklar haldeki çocuklara ilişkin fotoğrafların da yer aldığı haberleri sıklıkla okursunuz.(2)
Bunların herhangi biri diğerine göre daha kabul edilebilir bir vaka mıdır? Çocukların ülkenin tartışma gündeminde yer alış biçimine bakarsak, bir kısım hoyratlığın görece makul görüldüğü ortadadır. Makul görülmeyene dair tartışmalar ise bunun üstünü örtme gayretkeşliğinde olan siyasi iktidar cephesi ile buna karşı çıkanlar arasındaki zıtlaşmalardan ibarettir. Siyasi iktidar, ilk elde, bilindik tavrı ve tutumuyla, ortada iddia edildiği gibi bir sorun olmadığı ve yaşananların tekil olaylar olduğu türünden ontolojik reddiyeci bir söylem dolaşıma sokup, sorunun varlığını inkar etmektedir. Muhalif çevreler buna karşı kıyamet koparınca da, ulema sahneye çıkıp, kıyamet gününün henüz gelmediği, hakkında kıyamet kopartılanın bir sorun oluşturmadığı, bilakis dini açıdan meşru olduğu yönünde fetvalar vererek yüreklere su serpiştirmektedir!
Ulemanın toplumsal olaylarda devreye girip meseleyi meşrulaştırma girişiminin toplumsal tabandaki gerçek karşılığı nedir bilinmez ama bilinen o ki, bu yöndeki girişimler toplumun dikkatini meydana gelen olaylardan, din alimi olarak ortaya çıkan erkeklere (bu sıfatla ortaya çıkan kadın neredeyse yok) ve dinin kendisine yönelik tartışmalara çekerek, aslında varmak istediği noktaya varıyor. Bu arada ulemanın dahil olduğu toplumsal olayların çoğunlukla kadın ve çocukların uğradığı taciz, şiddet vb olaylar olduğunu, yoksa, örneğin, gelir dağılımı, işsizlik ve yoksulluk gibi konularda çok ortalarda gözükmediğine dikkat çekmek gerekir. Bu ince noktadan, yani ulemanın tartışmalara katıldığı andan itibaren çocuklar ve kadınlar geri plana düşüyor ve kavgaya tutuşan tarafların birbirlerine üstünlük kurması yönünde sürüp giden çekişmelerin malzemesi haline getiriliyor.
Din ve siyaset ortaklığı daha doğrusu dinin siyasi çıkarlara hizmet eden işlevi tarihsel bir olgudur ve bunda hayret edilecek bir yan yoktur. Avrupa’da Ortaçağ’daki egemen din anlayışı, katı sınıfsal ayrım ve eşitsizlikler üzerine inşa edilen feodal toplumsal düzenin tanrısal bir düzen olduğunu salık veriyordu. Kapitalizmin erken dönemlerinde, çok ağır koşullarda çalıştırılan işçilerin kızgınlığını yatıştırmak için işçilerin yaşam alanlarına kiliseler inşa edilirken, din adamları, işçileri sakinleştirmek yerine, çalışma koşullarını iyileştirmeleri için işverenleri ikna etmeye uğraşmıyordu. İşçiler örgütlenip sendika kurmaya başlarken, din adamları işçi sendikalarını dolaylı yoldan pasifleştirmek için kurulan ve adına Hristiyan İşçi Sendikaları denilen örgütlere yönelik herhangi bir itirazda bulunmuyordu. Osmanlı İmparatorluğu döneminde, 1860’dan itibaren Zonguldak yöresindeki madenlerde silah zoruyla ve karşılıksız çalıştırılan işçileri teskin ve teselli etmek için para verilerek getirilen din adamları, asıl, işçilerin bu durumda olmasının dine aykırı olduğunu söylemiyordu. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin ardından, darbecilerin, toplumu kültürel olarak da yeniden inşa etmek amacıyla yazıp uygulamaya koydukları Milli Kültür Raporu(3) ile devletin din konusunda dayatmaya varan uygulamalarına (örneğin anaokulundan başlayarak zorunlu din derslerinin verilmesi, camisi olmayan toplu konut projelerine imar izninin verilmemesi gibi) din adına herhangi bir karşı çıkış olmamıştır. Geçmişten ya da bugünden daha birçok örnek verilebilir ama bu ulaşılacak sonucu değiştirmez. Din, siyaset karşısında bağımlı değişkendir ve bağımlı değişkeni esas alıp, çözümü onun değişmesinde görmek eşyanın tabiatına aykırıdır.
Çocukların hoyratlıktan sakınılması için öncelikle hoyratlığın bütün biçimlerini aynı derecede hesaba katan bir yaklaşım geliştirmek gerekmektedir. Politik iktidarın ve ulemanın tavrına gösterilen tepki haklı olmakla birlikte, bunların birer neden değil, birer sonuç olduğunu görmek ve bu sonucu değiştirmek için bunu yaratan nedenlere gitmek zorunludur. Bu bağlamda, sorunların nesnel bilimsel bir tahlili için akademyaya iş düşmektedir ama bütün bu olanlar karşısında akademyanın sessizliğine, daha doğrusu sessizce işini yürütmesine ne demeli? Toplumsal olaylar karşısında olduğu gibi, belirli olaylara sesini yükselten az sayıdaki akademisyenin akademiden uzaklaştırılması karşısında da sessiz kalan hatta bu süreçte görev alan büyük çoğunluğun, toplumsal olgu ve olaylara yönelik ilgisi, kendi kariyerinin nesnesi olmaktan öte bir anlama ve içeriğe sahip değildir. Bireysel kariyer kaygısı ve önceliğini esas alan akademi, an itibariyle, iktidarın söylem ve eylemlerini meşrulaştıran konformist ve güvenli bir çizgide konumlanmış durumdadır.
Çocukları hedef alan hoyratlıklara karşı reel politik düzlemde iktidarın tavrında bir değişiklik yaratmak olanaklı gözükmemektedir. Bunun yolu, mevcut siyasi kutuplaşmanın dışına çıkılarak toplumsal tabanla temas kurmaktan ve her şeyden önce onun tavrını kavramaktan geçmektedir. Çocuklara yönelik hoyratlıkları, vuku bulduğu anda sanki bu bilinmiyormuş da, vuku bulduktan sonra haberdar olunmuş gibi, ‘skandal’ başlığı ile gündeme alma sahteciliğini artık bir yana bırakmak gerekiyor. Çocukların tecavüze uğraması, hamile bırakılması, çöp toplaması, ağır işçilik yapması, sokakta dilenmeye zorlanması ve daha binbir türlü hoyratlığa uğraması herkesin gözünün önünde olmaktadır. Bütün bunlar oluyorken sükut durup ikrar eden ve sorulduğunda da çoğunlukla inkar eden, dahası politik iktidarı var eden bu toplumsal ruh halinin, herhangi bir önyargıda bulunmaksızın, bilimsel olarak irdelenmesiyle işe başlanması gerekiyor.
Dipnotlar
(1) http://www.haberturk.com/edirne-de-186hamile-cocuk-tespit-edildi-1868892
(2) https://www.evrensel.net/haber/333693/ saya-tezgahlarinda-duse-yatan-cocuklar
(3) Bu Rapor 1983 yılında Devlet Planlama Teşkilatı tarafından basılmıştır.