“Merhaba” dedim, “Kolay gelsin”.
Duymadı, dönüp yüzüme bakmadı. Eskiden hemen duyarlardı semini, hemen dönerlerdi. İlk baştaki tutukluğumuz geçince başlardık su gibi konuşmaya. Dereden, tepeden, dağdan, nehirden, köyden, kentten, sokaktan, oyundan, okuldan, çalışmaktan, gelecekten, kaygıdan, umuttan konuşur dururduk.
Yok. Olmadı bu kez.
Epeydir kendimle ilişkiyi kestiğimden olsa gerek, içindeki çocuğu susturduğumdan olsa gerek, çocukları görmemeyi, duymamayı istediğimden olsa gerek, onlar da beni görmüyorlar, duymuyorlar, tanımıyorlar.
Böyle olacağını benden çok kim bilebilir ki?
Gittim karşıdaki bir banka oturdum.
Anladım, daha hazır değilim yeniden “Merhaba” diye seslenmeye, yeniden konuşmaya, heyecanlanmaya, birdenbire çocuklarla yeniden bir arada olmaya. Susturduğum her şeyle bir “merhaba” sözcüğüyle yüzleşmeye.
Bir sigara yakıyorum. İlgilenmiyormuş gibi yapıp, dalgınmış gibi görünüp onu seyrediyorum. Kendimi de onu da ürkütmemeye çalışıyorum.
Beni yok sayan çocuk, dalda öten kuşu izliyor; ayağının altındaki çakıl taşıyla oynuyor; boya sandığıyla konuşuyor; fırçalarla ritim tutuyor; Halk Ekmek büfesinin önündeki kuyruğun mırıltılarını dinliyor; el ele geçen gençleri seyrediyor; annesinin kucağından kendini yere atmayı oyun haline getiren bebeğe bakıyor; kimin cep telefonunun çaldığını biliyor; beni bilmiyor.
Ellerindeki boya sandıkları, iki çocuk geliyor; yanına çömeliyorlar. Diğerleri bir şey söylüyor; o omuzlarını kaldırıyor. “Hayır” dediği şeyi çok merak ediyorum. Biri cebinden sigara çıkarıp yakıyor. Sigarasından derin nefesler çekiyor. Üçü öylece elektrik tellerine konmuş serçeler gibi yan yana, suskun çevreyi seyrediyorlar. Birazdan diğer ikisi kalkıyor, o yine omuz silkiyor. Giderken arkalarından bakmıyor.
Tam öğle vakti. Karnının aç olup olmadığını düşünüyorum. Hiç açmış gibi davranmıyor; çevredeki banklarda simitlerini, sandviçlerini, ekmek arası dönerlerini yiyenlerle ilgilenmiyor.
Kalkıp gideyim artık diye düşünüyorum.
Ani bir fren sesiyle hepimiz fırlıyoruz. Parktakilerin çoğu caddeye yöneliyor. O sandığını kapıp herkesten önce koşmuş bile. Ayaktayım ve onları izliyorum. Önemli bir şey yok. Yavaş yavaş yerlerine dönüyorlar. O daha dönmemiş. Gazete büfesinin önünde, raftaki gazetelere bakıyor. Cebindeki bozuk paraları eline alıp, bazılarını ayırıyor ve büfeciye uzatıp bir gofret alıyor. Dikkatini çekmemek için hemen oturuyorum. Dalgın, aldırmaz hem yürüyüp, hem gofretini yiyor. Başka bir köşe bulup oraya oturuyor. Bu köşe sanki kısmetli, oturur oturmaz biri ayağını sandığa uzatıyor. Boyayı hevesle sürüyor, cilalıyor, fırçalıyor, parlatıyor. Adam iyi para vermiş olmalı ki gülümseyerek, alıyor.
“Çaylar geldi” bağırışıyla sıçrıyorum. O anda beni fark ediyor. Gülüyor. Ben de gülüyorum. Çay satan delikanlı uzaktan ona “N’aber lan Fahri” diyor. O başını sallıyor. İşler bildiğin gibi.
Artık kalkmalıyım. İzlendiğini anlamamalı. Anlarsa huzursuz olur. Öyle farklı amaçlarla izlendiğini biliyor ki. Daha sokağa çıktıkları ilk günden öğreniyorlar bunu.
Önünden geçerken, “Kolay gelsin” diyorum.
“Sağol” diyor.
Parkı arkamda bırakıp yürürken,
“Merhaba çocuk” diyorum içimden.
“Ey hayat sana da merhaba”.
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)