Çocuğa yönelik cinsel istismar, küresel bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Çocukların içerisinde bulundukları çeşitli sosyo-ekonomik, siyasal ve kültürel şartlar sonucunda cinsel istismara maruz kalma ihtimalleri yükselen yabancı düşmanlığı ve artan yoksullukla birlikte giderek yükselmekte. Cinsel istismarın önlenmesi ve faillerin cezalandırılması konusunda işletilen adli sistem, sağlık ve koruma sistemlerinde ise önemli sorunlar dikkatimizi çekmeye devam ediyor. Çocuk koruma alanında uzun yıllar çalışmış ve çocuğa yönelik cinsel istismarın açığa çıkmasından sonra çocukların dahil olduğu bu sistemlerde çocukla karşılaşan profesyonellerin çocuğun öncelikli yararını gözeterek ona bir “dosya” değil, bir “birey” ve “bir yaşam” olarak bakmaları gereğinin altını çizerek bu alanda önemli çalışmalara imza atan Kocaeli Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü Dr. Öğretim Üyesi Figen PASLI ile Ocak ayında Nika Yayınevi’nden çıkan kitabı “Söylemeye Korkmak: Çocuk Cinsel İstismar Vakaları” adlı kitabı üzerine konuştuk.
Bu çalışmayı yapma motivasyonunuzdan kısaca bahsedebilir misiniz?
Profesyonel meslek yaşamım boyunca çocuklarla çalıştım; yetiştirme yurtlarında, sokakta yaşayan ve çalışan çocuklarla, ihmal ve istismara maruz kalan çocuklarla. Güç koşullarda yaşayan ve olumsuz yaşam deneyimlerine sahip çocukların bir şekilde dahil oldukları sistemlerde süreci onlarla birlikte deneyimledim, yaşadım ve izledim. Çocukların çoğu zaman “birey” olarak algılanmadıklarına tanık oldum. Bir birey olarak yaklaşımın, değer görmenin yaşadıkları olumsuz süreci atlatmalarında onları nasıl etkilediğini ve de aynı zamanda bürokratik süreçlerde tamamlanması gereken “bir dosya” olarak görülmelerinin de nasıl olumsuz etkilediğini gözlemledim. Mesleki uygulamalarda çocuk odaklı yaklaşımın, öncelikle çocuğun yararını gözetmenin, umudu yeşertmede etkili olacağına ilişkin deneyimlerimi paylaşmak istedim.
Çocuğa yönelik cinsel istismarın küresel bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınması, sorunun önlenmesine yönelik yaklaşımın bütüncül ve çok boyutlu olması ihtiyacını da beraberinde getiriyor. Sizce adli sistem, sağlık, çocuk koruma ve sosyal hizmet sistemleri önleme ve müdahale alanlarında çalışan profesyonellerin çocuğa yönelik cinsel istismarı kategorik olarak bir “küresel halk sağlığı sorunu” olarak ele almasına ve soruna bu açıdan yaklaşmasına yönelik sistematik önlemler alabilmekte midir?
Sistemler kendi sorumlulukları ve sınırları içerisinde çalışmalar yürütüyor, ancak aralarında yeterli eşgüdüm yok. Çocukları gerçekten koruyacak bütüncül bir sistemin varlığından söz etmek pek olanaklı değil. Sistemlerde yer alan profesyonellerin çocuk odaklı bakış açısına ve çocuğun öncelikli yararını gözetecek yaklaşımlara sahip olduklarını söyleyemeyiz. Bireysel çabalar çok değerli, ama bu yaklaşımlar sistematik olmayınca yeterince etkili olamıyor. Dolayısıyla sistemlerin çocuğa yönelik cinsel istismarı küresel halk sağlığı sorunu olarak ele alarak, profesyonellerin yaklaşımını belirleyecek önlemleri yeterince almadığını söylemek yanlış olmaz. Çocuklar mağduriyet yaşadıktan sonra sistemlere dahil oluyor, dolayısıyla önlemeye yönelik çalışmaların varlığından söz etmek de olanaklı değil. Müdahale sürecinde de sistemlerin hem kendi sınırlarını tam olarak bilememelerinden, hem de aralarında eşgüdüm eksikliğinden, hem de profesyonellerin bu konudaki yetersiz eğitim ve denetim eksikliklerinden kaynaklanan nedenlerle bütüncül yaklaşımdan söz edemiyoruz.
Cinsel istismarın ortaya çıkmasının ardından işletilen süreçlerde bazı durumlarda çocukların adeta bir “ikincil örselenme” yaşadığını ifade ediyorsunuz. Bu kavramı biraz açabilir misiniz? Alandaki profesyonellerin yanı sıra ailelerin de bu örselenmede etkisi olduğunu söyleyebilir miyiz?
Cinsel istismarın açığa çıkmasından sonra çocuklar dahil oldukları sistemlerde çeşitli güçlükler yaşıyor. Çocuklara bürokratik işlemin bir parçası gibi davranılıyor; çocuklara ve ebeveynlere sürecin nasıl işleyeceği hakkında yeterli bilgi verilmiyor, tekrar tekrar öykü almalar, yinelenen beden muayeneleri, sorgulayıcı, yargılayıcı, suçlayıcı tutumlar çocukları bu süreçte örseliyor. Yaşanan travmanın etkisi adeta katlanıyor. Yani çocuğun psikiyatrik tedavi alması tek başına yeterli değil, eğer gittiği kurumlarda, yani kollukta, savcılıkta, eğitim kurumunda, sosyal hizmet kurumunda, adliyede, mahkemede çocuğu koruyucu yaklaşım, tutum ve davranışlar olmayınca çocuğun örselenmesi devam ediyor; yaşadığı istismarın etkileri artarak devam ediyor. Çocuğu koruyacak mekanizma olmayınca incinmeye devam ediyor. Böylece ikincil örselenme yaşamış oluyor. Ailelerin de koruyucu tutum ve davranışlar içerisinde olmaması, yeterince destek olmaması çocuğu yalnızlaştırıyor, güçsüzleştiriyor ve aile de ikincil örselenmeye yol açıyor.
Kitabınızda yasal süreci açıklamanın yanı sıra çalışma kapsamındaki kişilerin bireysel ifadelerine de yer veriyorsunuz. Bunlar arasında öne çıkan hususlardan biri, özellikle kolluk kuvvetlerinin bazı durumlarda istismara uğrayan çocuklara yönelik tavrı. Kitabınızın atıf kısmına da yansıyan bir ifade olarak bir kolluk görevlisinin çocuğa yönelik “evin tuvaleti” adlandırması bir utanç vesikası olarak duruyor. Özellikle soruşturma evresinde kolluk kuvvetlerinin çocuk koruma hassasiyeti ve alana dair yaklaşımı hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Bir komiserin söylediği o ifadeye maruz kaldığında çocuk 15 yaşındaydı, 10 yıl sonra kendisiyle görüştüğümde bunu unutamadığını ve hala “evin odası” olduğunu kanıtlamaya çalıştığını belirtti. Düşünün ki, ben deneyimli bir profesyonel olarak bu cümleyi ilk duyduğumda, yıllar sonra ikinci kez duyduğumda, konuşmaları analiz ederken, yazarken, yani o tanımı her duyduğumda kötü oluyorum, kendimi her seferinde onun yerine koyuyorum. Çocuk zaten ağır bir olay yaşamış, cesur davranarak annesiyle paylaşmış, anne şikayetçi olmuş. Kendini kötü hissetmesi için çok neden var, bir de aşağılamak ne kazandırıyor o çocuğa ya da anneye? Ve daha önemlisi aşağılamaya kimin ne hakkı var? Özellikle çocuk şube polislerine yönelik son yıllarda düzenli eğitimler söz konusu ve bu eğitimler çocuklara yönelik davranış ve tutumları olumlu etkiliyor elbette ama bu eğitimlerin sürekliliği ve içselleştirilmesi önemli. Eğitimin tavır ve tutumlara yansıması, kişilerin çocuğa bakış açısı ve çocuk algısını olumlu etkilemesiyle olanaklı. Araştırmada çocuğu koruma hassasiyetiyle davrananlar olduğu da görülüyor; ama empatik yaklaşımdan yoksun davranışlar daha fazla gözlemleniyor. Daha çok bürokratik işlem olarak yürütülen bu süreçte çocuğa hak sahibi birey olarak yaklaşmak önemli. Böyle olmadığı sürece sistemin çocuğu yeterince korumadığını söylemek yanlış olmaz.
Kitapta son derece anlaşılır ve açık dil kullanıyorsunuz. Alanı da gözettiğimizde bu bilinçli bir tercih mi?
Kavramlar sorunların doğru saptanmasında ve çözüm üretilmesinde önemli; o nedenle açık ve anlaşılır olmalı. Çocuklarla ya da yetişkinlerle çalışırken onları anlayabilmek kadar bizim onlar tarafından anlaşılabilmemiz de önemli. Eğitim ve öğretim sürecinde bireylere, gruplara ya da topluluklara bilgiyi doğru aktarabilmek ve anlaşılabilmek için de dil önemli. Deneyimlerimi, gözlemlerimi, kuramsal bilgiyi aktarmaya çalışırken net ve anlaşılır olmayı önemsiyorum. Ne söyleyeceksem açık ve net olmaya özen gösteriyorum. Dolayısıyla bir profesyonel ve akademisyen olarak benimsediğim dili kullanma yöntemini çalışmaya da yansıttığımı söyleyebilirim, yani bilinçli tercih de diyebiliriz.
Çocuk işçiliği Türkiye’nin önemli sorunlarından biri. Çalışan çocuklar ve cinsel istismar konusunda gerek çalışmanız gerekse alandaki mesleki deneyimleriniz ışığında neler söyleyebilirsiniz?
Çocukların çalışma ortamında olmaları her şeyden önce ekonomik olarak sömürülmeleri, yani emeklerinin sömürülmesi anlamına gelir. Çalışma ortamındaki çocukların yeterince korundukları söylenemez. Çalışma ortamında sağlık, eğitim haklarından yoksun olan çocukların cinsel istismara uğrama olasılıkları vardır. Aile içinde, eğitim ortamında, kurumlarda istemediği herhangi bir şeye hayır diyemeyen çocukların çalışma ortamındaki ilişki hiyerarşisi içerisinde yetişkinlerin taleplerine hayır diyebilmeleri çok zordur. Çocuğu birey olarak değil, kendine ait gibi gören anlayışın çalışma ortamında da çocuğu istismar edeceğini söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla birey olarak görülmeyen çocukların çalışma ortamında yeterince korunamama ve cinsel istismara maruz kalma riski yüksektir.
İç göç ve kentleşme olguları ile çocuklara yönelik cinsel istismar vakaları arasında nasıl bir ilişkiden söz edebiliriz?
Kırsal yerleşimden kentsel yerleşime göç sürecinde insanların barınma, sağlık, eğitim, beslenme, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanmasında yetersizlikler ve yoksunluklar görülür. Göçle birlikte, uyum sorunları, ekonomik yoksunluk, işsizlik sorunları gündeme gelir. Çocukların sokaklarda ve marjinal sektörlerde çalışmak durumunda kalması da bu sorunlardan kaynaklanmaktadır ve bu koşullarda yaşamak durumunda kalan çocuklar korunmasız, güvenliksiz olup, duygusal, fiziksel ve cinsel istismara uğrama riski yüksek olan çocuklardır.
2011’deki iç savaştan sonra çok sayıda Suriyeli Türkiye’ye göç etmek durumunda kaldı. Bunların önemli bir bölümü de çocuklar. Genel olarak yerinden edilmenin, özel olarak ise Türkiye’deki durumun çocukların kırılganlığına etkisi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Savaşlar, göç, yerinde edilme çocukların temel ihtiyaçlarının karşılanamaması durumunu yaratıyor. Türkiye’ye sığınmak durumunda olan çocukların büyük kısmının da eğitim, sağlık, güvenlik, barınma gibi ihtiyaçları yeterince karşılanamamakta, ucuz iş gücü olarak kullanma yoluyla emekleri sömürülmektedir. Verilere göre ülkemizde sığınmacı çocukların cinsel istismara uğrama oranı her yıl artmaktadır. Çocuklar göç süresince, ihmal ve yoksunluklar nedeniyle, çoğu zaman insan ticareti mağduru olmakta. Çocuklar, bu süreçte, kuma ve erken yaşta evlendirilmeye kadar varan cinsel istismar türlerine, uyuşturucu ticareti, dilencilikten diğer ağır işlere kadar farklı çalışma alanlarında işgücü olarak sömürüye maruz kalmaktadırlar.
Çocuklara yönelik cinsel istismar vakalarının yasal süreç dahilinde çeşitli aşamalarını çalışmanızda detaylandırıyorsunuz. Soruşturmadan kovuşturmaya, yargılamadan cezanın infazına değin geniş bir süreci göz önünde bulundurduğumuzda Türkiye’de konuya ilişkin mevzuatın çocuğun üstün yararı ilkesi ve çocuk koruma alanındaki evrensel ilkeler açısından yeterli ve etkili olduğunu söyleyebilir miyiz?
Mevzuata baktığımızda, çocukları yeterince koruyan, önleyici hükümleri göremiyoruz. Çocuklar bir suçun mağduru ya da faili olduğunda sisteme dahil oluyorlar. Bu durumlarda mevzuat açısından yeterli olmasa da olumlu gelişmeler olduğu söylenebilir. Ancak, uygulayıcıların bakış açısında, yaklaşımında çocuğun üstün yararı ilkesi öncelikli olmadıkça çocuklar için olumlu süreçler yaşanmamaktadır. Dolayısıyla çocukların korunmasına ilişkin iyi uygulama örnekleri bulunsa da, bunlar sistemli olmadığından, evrensel ilkeler açısından yeterli ve etkili mevzuat var diyemeyiz.