Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği 20 Yaşında

 

***

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği bu yıl kuruluşunun 20. Yılını kutluyor. Derneğin Türkiye genelinde Şube sayısı 100’e yaklaştı. Genel Merkezi İstanbul’da olan Derneğin ilk Şubesi olan Ankara Şubesi’de 20.yılını 2009 yılında yitirdiğimiz Prof. Dr. Türkel Minibaş anısına bir dizi etkinlikle kutluyor.14 Şubat 2010’da gerçekleştirilen Çalıştay da bir de panel düzenlendi.

2009 yılında Ülkemiz ve ÇYDD için çok önemli iki bilim insanı ve önderi yitirdik. Türkel Minibaş ve Türkan Saylan onurlu yaşamları ve çabalarıyla öncü oldular, umut oldular.

Panelde, “İçinde bulunulan dönemde Türkiye ve Dünyadaki gelişmelerin STK’lara yansımaları ve gelecek için öngörüler” ana başlıkları ile izleyici katkılarına yer verildi. Paneldeki konuşmanın kısa bir özetini Çalışma Ortamı’nın sevgili okurları ile de paylaşmak istedim.

***

2010 yılında Dünya’da da, Türkiye ‘de de temel sorunlardan birisinin kavramların içinin boşaltılması ya da çarpıtılması olduğunu düşünüyorum. Bir iki örneği anımsamak bile yeterli olacaktır. Irak’ı işgal eden sömürgecilerin temel sloganı Irak’ı özgürleştirmekti. Bugün Irak,yakılıp, yıkılmış, yağmalanmış ve neredeyse hepsi birbirine düşman edilmiş insanların Ülkesi . Görünen o ki güçleri yeterse sırada İran’ın “özgürleştirilmesi” var. Uzatmadan bir başka örnek, bir yandan barış, insanlık çığlıkları atılırken Avrupa’nın göbeğinde lime lime edilen ve daha da yeni Devletcikler çıkartılabilir mi diye uğraşılan Yugoslavya. İnsanlık adına “katliamlara seyirci kalan”, seyirci kalmak ne kelime görünür,görünmez hamlelerle destekleyen “yeni sömürgeciler”.

Şimdi bunlar hiç yaşanmamış gibi panelin bir iki gün öncesinde Kıbrıs’la ilgili buyruklar sıralayan “özgürlükçü Avrupa Parlamentosu”. Unutan akıllar için “Muratağa, Sandallar, Kanlı Noel” bir şey ifade eder mi dersiniz?. Ya da sadece “Yes de annem “mi denmeli.

Küreselleşmenin bu yüzünden biraz da Türkiye’ye dönük kavramların, kurumların içinin boşaltılmasına bakabiliriz. Kırşehir ziyaretinde karşılama töreni sonrasında odasında konuk ettiği Gazi Mustafa Kemal’i konuk koltuğuna buyur edip, kendisi de Makamına oturup bilgi veren ve sonrasında, gazetecilere “ o Makam benim değil Devletin, Milletin bana emaneten verdiği” Makam diyebilen ve Gazi’den de övgü alan Vali ile, kamuoyunun ve yargının gündemini “sınırsız övgüler ve muhtelif eşyalarla” meşgul eden Vali’leri yan yana düşünür müsünüz?

Danıştay’ın Yargıtay’ın, Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarına karşı en ağır biçimde karşı çıkıp, ideolojik bulup, başka davalarda “konuyu bağımsız yargıya” bırakalım yaklaşımını ne kadar inandırıcı bulacağız.

Kadının özgürlüğü adına “sadece türbanın” konuşulup, özgür kadınların toplantılarda, sofralarda, kimi kez düğünlerde bile ayrı yerlerde oturtulmasına ne demeli.

Bu bölümü başka iki örnekle bitirmeli. Aydınlığın yüzü olması gereken Üniversitelerimizde öğretim görevlilerine seçim yaptırıyoruz. Öğrenciler ve çalışanlar olmasa da bu seçimlerin sonucunda öğretim görevlileri kendi içlerinde 6 aday belirliyorlar. Bildiğiniz süreçle bu YÖK’te üçe indiriliyor ve sonuçta Cumhurbaşkanı “dün olduğu gibi” istediğini “yargı yolu kapalı olarak” atıyor. Anayasa tartışmalarında hiç bunun en azından öğretim üyelerinin iradesini çok da ciddiye almamak olduğunu duyuyor muyuz? Katsayı için çırpınan YÖK’ün , kalacak yer bulamayan öğrencilerin yurt sorunu veya çok büyük başka sorunları ile ilgili “merak etmememizi sağlayacak” bir tek önerisini anımsıyor musunuz?

Ankara’da Tekel işçileri direniyor. Onlara verilen karşılığı biliyorsunuz. İşin özündeki “yeni çalışma koşulları” önerisi çalışanların başına gelen ve daha da çoğaltılarak getirilmeye çalışılan yeni tutsaklık önerisi. İşçilerle karşı karşıya getirilen güvenlik görevlilerinin bile bir dönem sonra artık adına 4 b’mi, c’mi denilir bilinmez statüde çalıştırılacağını tahmin etmek güç değil. Cumhuriyetin tüm mirasını “babalar gibi satarken” gözlerden kaçan “yetim hakkı” nitelemesi de aslında bir başka kavramsal çarpıtma değil mi? Bir işçi neden 10 ay çalıştırılıp, iki ay zorunlu izine ayrılır dersiniz? Aldığın maaşın üçte birine,” zaten buna çalışacak milyonlar” var gerekçesiyle razı olunmalı mı?

Kavramlar ve kurumları böylesi eğip, büktüğünüz zaman aslında bilerek veya bilmeyerek “bir arada yaşamayı sağlayan” ve önemlice bir bölümü toplumsal bellekte, genlerde gizli “toplumsal sözleşmeyi” de eğip, büküyorsunuz demektir.

Tam da bu noktada toplumsal umut sorunsalı gündeme gelir. Kendisi, ailesi, Ülkesi ve insanlık adına umutlarını, yaşama sevincini yitirenlerin hangi uçlara, bireysel veya toplumsal patolojilere savrulacağını tahmin etmek güç değildir.

Ölümü kutsamak adına değil ama 68 ve 78 kuşağının yitirdiği evlatlarını ardından “akın var güneşe akın, güneşi zapt edeceğiz, güneşin…” bağrışları en umarsız anda bile bir umuda tutunmak değil miydi?

Bugün umudu yeşertecek, yaşatacak olan demokrasidir. Bu kademe kademe soyutlanıp, gerektiğinde el kaldırıp, oy vereceklerin öne çıktığı “temsili bir demokrasi” değildir. Katılımlı, eylemli, örgütlü, çoğunlukçu değil, çoğulcu çok sesli bir demokrasidir. Kimlikleri yok saymayan, küçümsemeyen ama insanı ve insanlığı tek bir kimliğe ve bedene de hapsetmeyen demokrasi.

Siyasal partilerde Liderin her şey olduğu, neredeyse 2. bir ismin bile anımsanmadığı, bağıran, çağıran, kendisinden başka hiç kimseyi konuşturmayan bir sistem demokratik değildir, olamaz.

Demokrasi her şeyden önce “yurttaşı” temel alır. Haklarıyla, sorumluluklarıyla. Sivil toplum kuruluşları bunun en önemli araçlarından birisidir. Sorunları, gereksinimleri, çözüm önerilerini gündeme getirir, öncü uygulamalarını başlatır, toplumun farkında olmadığı konuları araştırır, baskı unsuru olur.

Bu çerçevede ÇYDD’nin etkin sorumluluklar üstlendiğini ve başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin kızlarımızın okutulması, yatılı bölge okullarının geliştirilmesi, üniversiteli gençlerin desteklenmesi çok ama çok önemlidir. Ancak burada kritik nokta STK’ların bu temel toplumsal sorunların çözümünü tek başına üstlenmeye kalkması veya bunu çözebileceğini sanmasıdır. Kurtarıcılık saplantısı denilebilecek bu yaklaşımın yerine, ÇYDD’nin “Kardelenlerde” yaptığı gibi bir yandan başarılı, öncü uygulamaları başlatıp, sürdürmek ama bunun yanında bu sorunu ve çözüm istemini Ülke gündeminde tutabilmektir.

STK’lar açısından bir başka önemli yaklaşım sorunu, “gereksinim, sorun sahibi kişi ve grupları” işin içine yeterince katmadan, onlar adına çözümler üretmeye çalışmaktır.

Örneğin mahallenin çöp sorunu veya yeşil alan için sürece orada yaşayanları katmadan üretilecek her model güçlükle karşılaşacak demektir. Kadınlara “şiddete direnin” demek yetmez. Nasıl’ı da birlikte üretmek gerekir. Yukarıdan aşağıya bakış ve örgütlenme gerçek, kalıcı çözümü de, demokrasinin gelişmesini de olumsuz etkileyecektir. “Beni, bizi, benim dışımda ve bana rağmen” değiştirmeye çalışmak bir müddet sonra bunu yapmaya çalışanları da yoracak ve bıktıracak ve hatta çalışmaktan vaz geçirebilecek bir süreçtir. Yeni kullanılan kavramla “öğrenilen çaresizliğin” alt yapısında bu yaklaşımların da payı vardır.

Çağdaş toplum, örgütlü, katılan, umutları diri toplumdur. Konuşabilen, soru sorabilen, demokratik tepkisini gösterebilen toplumdur.

Aydınlık ve çağdaş bir Ülkeye, Dünyaya olan inanç ve umutla.

* Sosyal Hizmet Uzmanı, Dr., Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Çankaya Şube Başkanı

 

(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)

 

Tags: , ,

Arşivler