Kendimizi, deli ırmaklarda rafting yapanlara benzetirim çoğu zaman. Değişik zamanlarda, değişik ırmaklarda, değişik ekiplerle akıyor, yarışıyoruz. Aynalara bakıp; aynalar tutuyoruz yıllardır birbirimize. Yatağı değişse de rotasını değiştirmeyen azimli ve inatçı yolcularıyız bu ırmakların. Kayalara tosluyor, dalgalara kapılıyor, hatta devrilip suya batıyoruz ama yaşama güdüsüyle yüzeye çıkıp, kayığa ve ellerimize tutunuyoruz. Bazen küreği düşürsek de ellerimizi kürek yapıp, ekipten kopmamaya çalışırken kaç dostumuzu, kaç sevdiğimizi kaptırdık ırmaklara? Her defasında tutunamayanların ardından hayatı sorguluyor, anıları yâd ederek hüzünleniyor ve ürperiyoruz gizlice. Yine de pes etmeden birbirimizi yenileyip tazeliyor, özen ve sevgiyle yaralarımızı sarıyoruz usul usul.
Haberleşmenin mektuplarla yapıldığı yılların tanıklarıyız. Ya yazmış, ya da birilerinden en az bir mektup almışlığımız vardır. O zamanlar bazı mektupları saklamıştım nedenini çok da düşünmeden. Babamdan, yeğenlerimden aldığım mektupları arada bir okurum ve her defasında o yıllara, o anlara döner, hâlden hâle geçerim. Telvin. Yazanın ellerini, yüreğini, ruh hallerini görürüm harflerde, kelimelerde. Ölümünden iki yıl önce, sakladığı mektuplarımı verdiğinde, Babamı biraz daha sevmiştim beni okuduğu için. Ben hâlen okuyorum.
En son ne zaman, kime mektup yazdınız diye sorsam? Çok yıl oldu ben de yazmadım ama geçen gün bir dostumdan aldığım mektup beni çok etkiledi ve düşündürdü. Yok, el yazısıyla değil ama yine de çok güzeldi gelmesi.
Konuşarak ne kadarını aktarabiliyoruz meramımızın? Duygularımızın ne kadarını hissettirebiliyoruz birbirimize? El yazımızın sıcaklığını, klavyelerin soğuk tuşlarına teslim ettiğimizden beri içimde bir anlaşılmaz bir üşüme var. Oysa mektup yazmak insanın hem kendisiyle ve hem de yazdığı kişi ile baş başa sohbetidir. Gerçekten “baş başa”sınızdır o anda. Herkese kapalı bir yüzleşme, dertleşme, itiraf anlarıdır mektuplar. Belki yüz yüze söyleyemeyeceklerinizi, belki kıyıda köşede kalmış minik ama değerli ayrıntıları dillendirebildiğiniz yegâne ve kalıcı yoldur. Yıllar sonra, yıllar önceki kendinizle karşılaşır, yüzleşirsiniz.
Hafızalarımız, konuştuklarımızın, anılarımızın ne kadarını, ne doğrulukta saklayabiliyor? Eski resimlere bakarken sezdirmeden hüzünlenir, geçmişin izlerine bakarken gözlerimiz dalıp gider, o karedeki o anı ararız hafıza kayıtlarımızda. Hep sürecekmiş, bitmeyecekmiş gibi bir yanılsamayla ırmaklarda akıp geçiyor hayat. “Ne kalır yarına / bizden sonraya / her şey binip gitmiş uçurtmalara“ diye şarkılar söylediğimiz zamanlar çok mu gerilerde kaldı? Kalanları kim anlatacak, kim aktaracak olanları yarına. Bir şeyleri ıskalıyoruz sanki akıp giderken. Geri dönüp şöyle bir baksak, bize dair yazacak ne çok yaşamışlığımız vardır. Geçmişimizi en iyi kendimiz biliyoruz ve belki yüzleşmekten korktuğumuz anlarımız da vardır. Olabilir, olmalı. Hatta bir kısmını bilerek / bilmeyerek sildik. Bu kadar kaydı saklamak yorucu geliyor belki de kim bilir?
Hani antikacı dükkânlarının bir köşesinde, bir hasır sepette veya kenarları aşınmış bir albümde sararmış fotoğraflar görürüz kimileyin. Merak etmez miyiz o fotoğraflardaki insanların öykülerini? O fotoğraf çekilirken düşündükleri, hayata ve geleceğe dair düşlerini? Bir kaçına bakar, göz göze gelir, tuhaf bir duyguyla tanıyacak gibi oluruz. Bir umut çevirip arkalarına bakarız bir tarih, bir yazı, bir tanışlık bulabilmek için. Çoğunda yoktur ama bazen. “Muhterem… Sevgili… Aziz… Canım…. ” diye başlayan küçücük bir not bulsak sevinir, silik, kırık yerlerini okumaya çalışırken yüreğimiz farklı atmaya başlar ve tekrar yüzüne bakıp, adeta demek istediklerinin devamını söylemesini bekleriz. Susarlar! Hiç yaşamamış, hiç konuşmamış gibi susarlar. Yine de antikacı dükkânlarının bir köşesinde kendilerine bakacak, öykülerini merak edecek birilerini beklerler sabırla; tıpkı okuyucusunu bekleyen yazarlar gibi. İşte bu yüzden, sırf bu yüzden konuşan fotoğraflarım olmalı benim. Bir gün antikacı dükkânlarına düşersem diye. Kendimi anlatmalıyım hiç olmazsa. Ya da Babamı anlatmalıyım çocuğuma. Sevdiklerimi anlatmalıyım sevdiklerime. Yoksa ardımdan söyleneceklerin, kalanları hüzünlendirmekten öte bir yararı olmayacak; çünkü ben duymayacağım. Sırf bu yüzden, sevdiklerime, onları sevdiğimi söylemek ya da beni sevdiklerini onlardan duymak istiyorum. Çok zor değil mi? Elbette… Biliyorum.
Benim güzel şairim Gülten Akın , ‘Ah, kimselerin vakti yok / durup ince şeyleri anlamaya.’ (*) dese de öyle ince söyler ki dayanamaz dururum; durursunuz. Çünkü herkesin anlatacak bir öyküsü ve onu gönülden dinleyecek bir dostu vardır. Belki bir gün yüreğiniz kabarıp taştığında, belki birileri kışkırttığında başlayacaksınız yazmaya, anlatmaya, iç seslerinizi dillendirmeye. Kim bilir?
(*) Gülten Akın / İlk yaz
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)