Muzaffer Oruçoğlu bu kez Grizu adlı roman çalışmasının 4.kitabıyla karşımıza çıkıyor. Oruçoğlu çok yönlü bir sanatçı. Yalnızca bir romancı değil, aynı zamanda ressam ve heykeltraş… Onun 13,5 yılını siyasal nedenlerle hapishanelerde geçirmiş olduğunu düşünmek insanın içini sızlatıyor ve Türkiye’nin insanına karşı ne kadar hoyrat ve hoşgörüsüz olduğunu anımsatıyor.
Türkiye, yalnızca insanına etmiyor, kendine ediyor…
Zonguldak dendiği zaman, insanın aklına hep “kara” gelir. Bu hem madencilerin kömüre bulanmış tenlerinden, hem de yazgılarındandır. Muzaffer Oruçoğlu, bize, maden işletmecilerinin “kara kara” yüreklerini de anlatıyor.
Oysa Zonguldak yeşilliklerin ortasında, maviyle yeşilin buluştuğu, insanın yaşama gülümseyerek bakacağı tam bir mesire yeri. Ama 1820’den bu yana, Zonguldak insanında gülecek hal bırakmamışlar. O ne kara kömürmüş ?! Ne vazgeçebiliyorsun, ne sana gün yüzü gösteriyor.
Muzaffer Oruçoğlu, 1.cildinde, kömürün ilk bulunduğu yıllardaki Zonguldak’tan başlamıştı anlatmaya. 4.cildine gelindiğinde takvimler 1940 yıllarını gösteriyor (4.Cilt ağırlıklı olarak İkinci Dünya Savaşı yıllarını kapsıyor – 2.mükellefiyet bu yıllarda uygulanan savaş ekonomisine özgüdür). Yazar cilde “ikinci mükellefiyet” adını vermiştir. Bu dönemde Fransız işletmeciler ülkeyi terk etmiş ve artık yerli işletmeciler eliyle düzen sürdürülmektedir. Değişen ne olmuştur diye soruyor insan kendi kendine. Yazar bu sorunun yanıtını kitabının bir köşesinde, Ereğli İşletmeleri Genel Müdürü’ne yönelik konuşan Ümran Nafiz beyin ağzından şöyle aktarıyor:
“Amele için yapılan yatakhaneler, hamamlar, yemekhaneler, dinlenme tesisleri her türlü takdirin üzerindedir efendim. Bununla beraber, kömür havzasında amele hukukuna dair yaptığım incelemeler neticesinde, bazı can alıcı hakikatlerin şuuruna da ne yazık ki varmış bulunmaktayım. Şöyle ki efendim, yerüstünde kurulan medeniyletle, yeraltındaki iptidai çalışma şartları arasında çok bariz bir tenakuz ‘(çelişki) var. Tabi buna bağlı olarak, memur maaşlarıyla, fellah sadakasını andıran amele yevmiyesi arasında da bariz bir tenakuz, daha doğrusu bir uçurum var. Sizin gibi genç ve inançlı bir cumhuriyet mensubunun, istihsalin hızı ve selameti açısından bu tenakuzları ortadan kaldıracağına inanıyorum. ” (s.135)
Maden koşullarını, roman kahramanlarından birinin gözünden de şöyle aktarıyor:
“Galeri duvarı boyunca uzayan gazlı su arkını, hiç kimse sorun yapmıyordu. Ark, kömür tozu, toprak ve taş parçacıklarıyla dolmuş, derinliğini yitirmiş, sular ocağın zeminine yayılmıştır. Cin sürüsü geçmiş gibi ayak izleriyle nakışlanan bu çamurlu zemin, vardiya değişimi anlarında, yürüyen lamba katarlarının yaydığı titrek ışığı süt gibi emiyor, derinliklere doğru kıvrılıp akan benekli yılan derisine dönüşüyordu. Kuyulara, lağımlara, bacalara, su altı ve su üstü makaslara nemle karışık, pis kokulu, bunaltıcı bir karanlık çökmüştü. Yarın dibinden lağım patlamaları, kömür yüklü vagonları çıkarma istasyonuna götüren otodirezin uğultuları geliyordu. Nemle ağırlaşan, sakin, dilvermez bir karanlığın dibinde çalışıyorlardı tahkimatçılar. Hurşit, hayalini lamba ışığına katarak, karanlığı yerin dibine doğru katetti. Kömür tozlarının kararttığı …” (s.40)
Koşulların kötülüğünü, havzada yaşanan çarpıklıkların en önemli göstergesi de, iş kazalarıdır. Yaşamını yitiren emekçiler ve geride kalanların çilesi o kadar büyük ki. Yazar şöyle anlatıyor:
“Abbas, işbaşı yapmalarına üç günü kala, Hurşitgile geldi. Kafası dumanlı, içi inilti ve çığlıklarla doluydu. Evin kapısını, dört yıl önce, Kasaptarla’da feci şekilde ölen 23 madencinin kanlı cesetlerini hayal ederek açtı. Cinayet işlemiş saralı bir adam gibi ev halkını şöyle bir süzdü. Ayaklarına sürünen kediyi eğilip kucağına aldı, sesini kısarak, ‘Kandilli’nin Çamlık ocağın da grizu patlaması olmuş,’ diye mırıldandı. ‘Çok sayıda amelenin öldüğü söylüyorlar’. ‘Ya gördün mü’ diye ayağa fırladı Cemal, ‘Dediğim çıktı. Dün Mükellefiyet Takip Müdürlüğünde çalışan İskender’e dedim, etmeyin eylemeyin bu ocaklar bu çalışma hızına dayanmaz. Güldü bana. Adamlar bu hız yetmezmiş gibi, hükumete sunmak için yeni bir seferberlik planı hazırlamışlar. Yirmişer binlik üç adet askerlik tecil neferlerini ocaklara sokacaklar. … Yapmayın bu hız bela getirir dedim; ama kim dinler beni’. ” (s.175).
Mükellefiyet zorla çalıştırma demektir. Zonguldak köylüsünün madende çalışmaktan başka seçeneği olmadığını gösterir. Zorla çalıştırma, kötü koşullarla ve baskıyla birleşince, bölgede derin izler bırakmış ve insanlara özgürlüğün kokusunu unutturmuştur.
Maden işçileri arasında bir dayanışma sandığı kurmaya çalıştıkları için, iş başındayken jandarmanın soruşturma için götürdüğü iki gencin isteklerini çavuş şöyle yanıtlıyor: “Doğru, ikiniz de haklısınız. Kaçmadınız, kaçmadınız amma, gelgelelim mükellefiyetteyiz. Ağnasanız da çağnasanız da kimseye derdinizi anlatamazsınız. Gene şükredin ki, Tahkimat Kumandanlığı emrinde, sizi diyar diyar sürmediler; yolda belde çalışa çalışa canınız çıkardı, mezarınız bulunmazdı. Şükredin, kendi yüreğinize dayanın. Yüreğiniz temizse, en mecalsiz anlarınızda bile size gücünü verir o yürek, rahmetinden mahrum bırakmaz sizi.” (s.111 )
Bu romanı mutlaka okumalı ve hem kömürün insanın acısıyla örülmüş tarihini ve hem de enerji gereksinmemizin “Zonguldak insanı”na yüklediği maliyete tanıklık etmelisiniz. Oruçoğlu’nu böyle zorlu bir uğraşa kalkıştığı için kutluyoruz. Ama o bununla da yetinmiyor, madenci resimleriyle, heykelleriyle de karşımıza çıkıyor. Kitaplarında bir kaçını gördüğümüz resimlerini, bu kez bir sergiyle karşımıza getiriyor:
Muzaffer Oruçoğlu Resim Sergisi: ANTAGONİZMA
Tarih: 28 EYLÜL – 2 KASIM
Yer: Çağdaş Sanatlar Merkezi A Salonu Çankaya Belediyesi
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)