Babam da on kardeşten biriymiş; ben de … Babam da çok küçük yaşta çalışmaya başlamış; ben de … Babam da küçücük yaşında çok ezilmiş; ben de …
İlkokulu bitirdiğimde, gözüm okumakta değildi. Nasıl olsun? Ekonomik durumumuz ortadaydı. “Eve ekmek kazanan” erkeğe gerek vardı. Üstelik de yaşayan 7 kardeştik; ne yazık ki üç kardeşimiz yaşamını yitirmişti -ikisi doğumda, biri iki yaşında-. Büyük ağabeyim Metin bir fabrikada çalışıyordu; sonra orada açılan bir kursta yetiştirilip, Almanya’ya gitti. Benden iki yaş büyük ağabeyim Ali İhsan’ı da babam kendi atölyesine almıştı. Babam beni yanına almadı; komşuya “eti senin, kemiği benim” diyerek teslim etti. 1970’lerde sistem böyleydi; anne babamız hiç karışmazdı.
İşe başladığımın 6.ayıydı, torna beni yakaladığı gibi üç kez çevirdi. Gömleğimin ucundan yakalamıştı; iyi ki gömleğim zayıfmış da yırtıldı; yere düştüm. Adı “azdırmaz”dı; borular da diş açıyordum onunla. Ölümden dönmüştüm. 3 gün evde yattım; boynum ve sağ yanımda sıyrıklar dolayısıyla derim soyulmuştu. Babam, akşam bana “Ustalık siniyor sana. Bir daha hata yapmazsın.” dedi.
Ustamız sertti; disiplinliydi. Kızdıkça bize “Türk gibi çalışmayın” derdi. Çok içerlerdim bu söze; “Ne yani sen Türk değil misin, derdim içimden”. Faik ustam, Bulgaristan göçmeniydi; mesleği orada öğrenmiş. Bu söz ustasına aitmiş. Ustası bir Bulgarmış ve bütün diğer çalışanlar da Bulgarmış. İşini bozan, iyi yapmayan kimi görse, hemen “Türk gibi çalışma” dermiş. Faik ustam da bu söze o kadar içerlermiş ki, o lafı yememek için, deliler gibi çalışırmış. Gerçekten de bir gün olsun ustası ona bu sözü yakıştırmamış. Ama bu deliler gibi çalışma, ondan yer etmiş; bizden de aynı şeyi bekliyor.
İşyerinde 5 usta 10 çırak vardı (babamın atölyesinde ise, 4 usta 2 çırak). Çıraklardan beşi benden büyüktü; sonraları kalfa oldular. Hem kalfalar hem ustalar denk geldikçe bizi döverdi. Sabahın yedisinde işe başlardık; gece dokuz, on, hatta on buçukta ancak işyerinden çıkardık. Bir kural vardı; “Duvarda asılı tahtada bir tek takım bile eksik olmayacaktı”. Eksik aleti bulana kadar çıkamazdık işyerinden. Sabah erkenden gelir, temizliği yapardık. Öğlen aramız da yoktu (o usta ve kalfaların ayrıcalığıydı). Babamın atölyesiyle komşuyduk; onlar da aşağı yukarı bu kadar çalışırlardı; ama bir gün babam benimle birlikte eve dönmedi. Ben sanki başka bir dünyadaydım. Onun neden “Bu iş ezilmeden öğrenilmez” dediğini yavaş yavaş öğreniyordum.
İşe başladığımın beşinci ayı, matkabın başına geçirdiler beni. 6,5 milimlik bir matkap ucunu anında kırdım. Yenisini taktılar; on dakikaya kalmadı; onu da kırdım. Üçüncü matkap ucunu verdiler. Ben onu da kırınca, kolumdan tuttukları gibi hırdavatçıya götürdüler; bir matkap ucu satın aldırdılar. Öğle yemeği param gitmişti; aç kaldım. Ben bütün paramı anneme verirdim -ayda 150 TL alırdım-; o da bana her öğlen beş lira verirdi. Gitti benim beş liram… Ama bir daha da matkap ucu filan kırmadım; yoksa yine öğle yemeğimden olacaktım.
Atölye buz gibiydi. Çok üşürdük. Ayrıca karnımız zil çalıyordu. Yediğimiz azdı; soğukta karnımız daha çabuk acıkırdı.
Öğle paydoslarında temizlik yapardık. Sanki çalışınca açlık unutuluyordu. Zaten unutmayıp ne yapacaksın?! Ustanın yanında konuşamazdın, gülemezdin. Onlar izin vermezse hiçbir yere gidemezdin.
Zaten nereye gideceksin, senin baban fabrikatör mü? Bir gün, Faik usta atelyeye bir çocuk getirdi. “Burada çalışacak, sizin gibi” dedi. Babası fabrikatörmüş; Faik ustanın Bahçelievler’den ev komşusu. Zaten o zaman Ankara’nın iki gözde semtinden biri Bahçelievler. Haylazlık edince, okumayınca, babası da Faik Usta’dan rica etmiş, bunu adam etti diye. Çocuk üç gün dayanabildi; babasına okula döneceğim diye yalvarmış. Bugün o fabrikaların bağlı olduğu Holding’in başında … Bütün bunlara bakınca babama hak veriyorum. Askerden sonra birkaç ay Faik ustanın yanında çalıştım; babam beni yanına aldı. O zaman “Neden bunca yıl el yanında beni helak ettin, ezdirdin?” dediğimde; babam, “Benim yanımda olsaydın, üç gün çalışır, üç gün kaçardın. Elimizdeki işyerini de kaybederdin.” dedi.
Belki de haklıydı. Ama ben babamın bana yaptığını, çocuklarıma yapmadım. Bugüne kadar “Armut dibine düşer”, “Böyle gelmiş böyle gider” derler ama; ben bunun tersini göstereceğim. Çocuklarım okuyacak.
Babam Konya’nın Hadim ilçesinin Bolat köyündendi. Bu bir dağ köyü. Yoksulluk diz boyu. Erkekler altı ay İstanbul’da çalışırlarmış; altı ay köyde kalırlarmış. Babam on kardeş … Yedi yaşına kadar çıplak ayakla gezmiş, ayakkabısı yokmuş. 7 yaşında babasından bir çarık istemiş; o da demiş ki “Ayağına çarık giyen çocuğunkinin boyu uzamaz”. Korkmuş, ya benimki de uzamazsa diye. Böylece üç yıl daha geçmiş. Bir gün köye jandarma gelmiş ve 1-2 kuruşluk vergi borcunu ödemediği için, babasını köy meydanında dövmüş. O zaman anlamış ki, babasının kendisine bir çarık bile alamamasının nedeni, elinde avucunda para olmaması… On kardeşler, hepsinin ayağı çıplak. Kendisine sıra gelene kadar ne olacak ?! Bakmış babam, bu işin sonu yok; düşmüş yollara. Önce ilçeye gitmiş; altı ay boğaz tokluğuna amelelik yapmış. Sonra Hadim ilçesinde meslek öğrenmeye başlamış; kalaycı olmuş. 5 yıl kadar orada kalmış. Sonra Konya Ereğlisi’nde 1936 yılında kurulmuş olan Sümerbank fabrikasına girmiş. Girmesinden bir yıl sonra da anamı kaçırmış. Bir yandan fabrikada çalışıyormuş; bir yandan da bizler doğmaya başlamışız.
Yıl 1939. Babam askere çağrılmış ve 36 ay askerlik yapmış. O süre içinde, annemi Sümerbank fabrikasına almışlar; kendi babası da yardımcı olmuş. Geçinip gitmişiz. Zaten babasının bahçesindeki “evlek”lerden birinde kalıyorduk.
Askerlik dönüşü babam yine Sümerbank fabrikasına girmiş. Türkiye’de az sayıda olan değerli mühendislerden Nimet bey, babamı ayrı tutarmış. Yıl 1955… Bir gün demiş ki, “Bu teneke havalandırmalar yurt dışından geliyor; memlekete hayrımız olsun, burada yapalım. Şu havalandırmaları parçala ve nasıl yapıldığını öğren. Üç tanesini bozarsın ama bir tane üretirsin” demiş. Babam da onun söylediği yoldan gitmiş ve fabrikada havalandırmayı kendileri üretmeye başlamışlar. Ama babamın çocuklarının sayısı 10’u bulunca, Nimet bey, düşünmüş burada geçinmesine olanak yok. Haydi sen Ankara’ya gitti, kendi işini kur demiş. Babam da, annemle bizleri Ereğli’de bırakıp Ankara’ya gelmiş ve işe girişmiş; 3 yıla kalmadan da bizleri yanına almış.
Babam Ankara’da çatılara oluk yapmakla işe başladı. O zamanlar çatılara oluk takmak için iskele kurulmazdı; emniyet kemeri filan da yoktu. Dama çıkarlardı; kalfası ayaklarından tutar babamı baş aşağı sarkıtırdı, babam da teneke borulara lehim yapardı. Veteriner Fakültesi’nde hayvanlar için teneke kafesler yapmayı da üstlenmişti. İşini geliştirmeye çalışıyordu; kaynakçılığa da başladı. O zamanlar kaynakçı zor bulunuyordu. Soğuk demir işlerine girişti. Sonraları biz üç kardeş işi daha da ileri götürdük. Ben, Ali İhsan ve Adnan elele verdik. Üçümüz de çıraklıkta yaptığımız fedakarlıkların ödülünü işimizde başarılı olarak aldık. Şimdi 40 işçi çalıştırdığımız bir fabrikamız var. Çırak sayımız ? Şu anda çıraklığınızı yanımızda yapmış ? Yetişkin işçilerimiz var.