İlk görüşte vurulmuştu! O gün bu gündür, aklından çıkmıyordu güzelliği. Tepeden tırnağa kömür karası bedeninde, alnındaki beyaz akıtma gerçekten göz alıcıydı. Yağızın bu kadar güzelini, bu kadar güçlüsünü görmemişti daha önce. Tüyleri o kadar siyah ve parlaktı ki, göz kapaklarını oynatmasa gözleri kapalı sanılırdı.
“Arap” dedi içinden. “ Arap koyacağım adını! “ Usulca yaklaştı. Göz göze geldiler. Kendisi gibi genç ve güzel bu adamın yeni sahibi olacağını hissetmişçesine, burnuyla koltuk altına dokunup, kokusundan ne menem biri olduğunu anlamaya çalışır gibi birkaç kez kokladı. Önlenemez bir dokunma duygusuyla alnındaki akıtmayı avucuyla okşadıktan sonra, parmaklarını gür yeleleri arasında dolaştırarak, boynunu, sırtını, usul usul sevdi. Parmaklarının dokunduğu her noktada Arap’ın tüyleri, Recep’in parmakları ve içi ürperdi. Başını hafifçe yana döndürüp, adamın hareketlerini endişeyle izledi. Nereye kadar gideceğini kestirmeye çalışıyordu. Karnına ve apış arasına dokunulmasından huylanır, hatta teperdi. Adamın elleri sağrısına kadar geldi ve tam orada küçük bir şaplakla, dokunma bitti. Rahatladı ve başını öne çevirdi usulca.
– Musa Dayı, bak bu ikinci gelişim… Ne dersen verecem!
– Recebim, senden iyisini mi bulacam? Olur inşallah.
– Olur be Dayı..
– Üç yaşını yeni bitirdi. Tay sayılır daha. .Anasına benziyor ama akıtmasını ve güzelliğini babadan almış.
En gözde ve sevdiği atıydı. Nasılsa bir gün elden çıkaracağına göre, hiç olmazsa değerbilir birine gitsin istiyordu içinden. Recep’in delikanlı hallerini bilir, rahmetli babasını da iyi tanırdı. Kısa bir sohbetten sonra, uzlaştıkları parayı ödedi, helallaştılar. Güneş iki mızrak boyu yükselmiş, Ağustos böcekleri korosu sahne almıştı.. Öğle sıcağına kalmamak için yavaş yavaş yola koyuldular.
Binmeye kıyamadı. Binse incinecek, aralarındaki büyü bozulacak gibi geldi. Keyifli bir ıslık tutturdu. Şunun şurası, bir saatlik yoldu hepi-topu. Arap, arada bir geniş burun deliklerinden tıksırık benzeri homurtular çıkararak, musallat olan sinekleri kovuyor, kaşıntısını, yeni sahibinin koluna sürtünerek gideriyordu. Beraber yürüyen iki dostun şakalaşmalarını andırıyordu görünüşleri.
Kasabaya, yürüyerek girdiler. Atının güzelliğinden emin ama farkında değilmişçesine, ”Oooo! Hayırlı olsun! ! ” ları, kısa bir “Sağ ol ! Daha iyisi senin olsun! ” diyerek geçiştiriyordu. Tez elden bir nazar boncuğu almalıydı. ”Bu iş şakaya gelmez.. Allah korusun, nazar-mazar değdirir bunlar oğluma!”, dedi içinden. Ahıra, besmeleyle girdi sağ ayağının önde olmasına dikkat ederek. Ahırdaki iki at, yeni geleni ilgiyle süzdüler. Yakışıklı yabancının ahıra getirdiği kokuyu, başlarını aşağı -yukarı sallayıp, hassas burunlarıyla hafızalarına kazıyarak anlamaya, tanımaya çalıştılar.
– Eeee…? Beğendiniz mi ?
-…
– Bak! Kılına halel getirirseniz başınıza gelecekleri düşünün, dedi yalandan.
– ….
– Arabım çok güzel değil mi? Çocukların ayak sesleri ve gülüşmelerine ayıldı.
– Baba kimle konuşuyorsun?
– Hiç ! Hiç kimseyle!… Nerdeydiniz bakayım?
– Yeni geldik okuldan. Yolda Hasan amca söyledi… – Hasan amca ha? Kıskanmıştııır, dedi içinden.
– Nasıl beğendiniz mi?
– Bu bizim mi şimdi?
– Tabi bizim!…Ne sandınız ya ?
Gece, ara ara uyandı. Karısından çekinmese ve üşenmese, her defasında kalkıp ahıra gitmek geliyordu içinden. Arap napıyordu acaba.? Yerini sevdi mi? Ahırın kapısını iki kez kontrol etmişti gerçi çıkarken ama şeytanın işi yok… Yok canııım, niye kaçsın ki? Daha binmemiş, üstelik ahırın en havadar, en güzel yerine bağlamıştı.
Tan ağarırken uyandı. Kuyu tulumbasında elini yüzünü yıkadı, içeri girip aceleyle giyindi. Ahıra bir an önce varıp görmek için sabırsızlanıyordu. Hızlı adımlarla yaklaştı; kapıyı açınca yerinde bulamayacakmış gibi içi ürperdi. Yerindeydi işte. Oh!.. diyerek nefesini bıraktı.
– Nasılsın bakayım oğlum? Beğendin mi yerini?
Arap, başını aşağı yukarı sallayarak hafifçe kişnedi. Keyfi yerindeydi anlaşılan. Besbelli yerini yadırgamıştı ama olurdu o kadar. Ne de olsa, yaban yerde gecelemişti. Arpa çuvallarına seğirtti, bir teneke doldurdu. Önce diğerlerine verdi. Emektardı onlar. Ne yükler taşımış, ne tarlalar sürmüşlerdi birlikte. Allah için o da yemlerini, sularını eksik etmemiş, çocukları gibi bakmıştı onlara. Haaa!, bir de tımar tabi. Özellikle kış mevsiminde kaşağılamazsan sırtlarında yara bere olabilirdi. Arpayı, Arap’a biraz daha fazla verdi. Hem yeniydi burda, hem de gençti. Sırtını sıvazlayıp ahırdan çıktı.
Neredeyse bir ay olmuştu fakat daha bir kez bile binmemişti. Her gün çıkarıp, yedeğinde avluda gezdirip tımar ediyor, şakalaşıyor ama binmek gelmiyordu içinden. “Bugün bineceğim!…”, dedi kendi kendine, ahıra doğru ilerlerken. “Alışmıştır artık! “ İpini çözüp, sırtını okşayarak ahırdan çıkardı. Karşısına geçip, şöyle bir baktı; göz gözgeldiler. Keçeyi sırtına attıp düzeltti. Bir hamlede üstüne atladı. Arap hafifçe yaylandı. Bu davranışı beklemiyormuşçasına arkaya dönüp baktı ve hafif bir yekinmeyle toparlandı. Dizginleri topladı, topuklarıyla karnına dokunarak ileri komutu verdi. Avludan çıkıp yola koyuldular. Rahvan gittiler bir süre. Yürüyüşü çok güzeldi. Artık tırısa kaldırma vaktidir dedi içinden. Hiç sarsmadan tırısa kalktı. Sabah serinliğinde, kocaman burun deliklerinden, ejderha alevi gibi buhar döküyordu koştukça. Dizginlerin gerilmesi ve baş hareketinden, dörtnala koşma isteğini hissedince dizginleri gevşetti. Arap’ın öne fırlamasıyla bir an geriye doğru yaslandı ki, boş bulunsa sırtüstü düşerdi. Toparlandı ve telaşla yelelerine geçirdi parmaklarını.
– Vay anam vay! Ulan, az daha tepetaklak olacaktık yav!
Arap kontrolü ele geçirmişti. Dağlara vurdular. Gövdesinin yükünü dizlerinde toplamış, yay gibi esneyip kasılan bacaklarını Arap’ın ritmine uydurarak, adeta onu kışkırtıyordu. Toprak altlarından kayıyordu sanki. Rüzgarın etkisiyle gözleri yaşardı. Yeleleri bırakıp gözlerini silemediği için etrafı puslu görmeye başladı. Hiç bu kadar hızlısına binmemişti bu yaşa kadar. Dağın eteklerine bir solukta varmışlardı sanki. Koca ahlata varınca, bir çırpıda yere atladı. Arabın sırtı beyaz köpük kesmişti. Köpükleri keçeyle silip keçeyi de güneşe yaydı. Kolunu yastık yapıp, ağacın altına uzandı sırtüstü . Bedeni ve en çok da bacakları titriyordu. Tatlı bir yorgunluk hissiyle gözlerini yumdu…
Öğleye doğru, rahvan yürüyüşle döndüler eve. Arap, herkesin dilindeydi. İyi ki şu nazarlığı takmıştı. Yoksa, Arabını kem közlerin hasedinden nasıl koruyabilirdi, bilinmez.
Sonbaharın kışa döndüğü; ovalarda, meralarda, insanın azaldığı Aralık ayı, biraz hüzün ve yalnızlık duygusu uyandırır insanda. Mart’ta ağır ağır başlayan hazırlıklar Mayıs’ta hızlanır, yakıcı Ağustos sıcağında zirveye ulaşınca, yorgunluk ve sıcak, Sonbaharların serinliğini özletir. Yıpranmış yorgun bedenlerin tek beklentisi, şafakta değil, güneş bir mızrak boyu yükseldiğinde telaşsız, kaygısız uyanmaktır sıcak yataklardan. İlk yağmurlar, ne hikmetse sabaha karşı gelir Ege’de. Yağmur damlalarının sesi, benzersiz bir huzur ve keyif verir tan ağaramazken. Göklerden yağan hayatın yarattığı armoniye kapılınca, tekrar dalıp uyuma isteği uyanır insanda. Sulanmış toprağın tarifsiz kokusu, .siler götürür yorgun bedenlerin dermansızlığını.
Keyifle döndü yatakta. “İş-güç yok zaten, hele yağmur da biraz dinsin kalkarım.” , diye düşündü. Saçak altlarına yıllar önce diktiği zıpçıktılar geldi aklına. “ Suyu görünce, haftaya kalmaz sarı sarı açar bunlar ! “
Pazardı, bayramdı derken, dört gündür Arap’ı ahırdan çıkarmadığını hatırladı . “Kalk ! “ ,dedi kendi kendine, “Kalk da biraz gezdir hayvanı, sıkılmıştır fakir…”
Ahıra yaklaşırken, homurtu ve yeri kazıyanan ayak sesinin Arap’tan geldiğini tahmin etmişti. Sahibini görünce, başını aşağı yukarı sallayıp kah sevinç, kah huzursuzluğa yorulacak hareketlerini sıklaştırdı. Rahatlatmak için ipini hızla çözdü ve ahırdan çıktılar. Avluda başını yukarı kaldırıp, ıslak toprak kokusunu uzun uzun içine çekti Arap. Eski, bildik bir kokuyu arar gibiydi. Kaşağıyı almak için geri döndüğü ahırdan çıkarken, yarı açık avlu kapısından dışarı çıktığını görünce, seğirtip yakalamak istedi. Peşinden koşmaya başladı. O koştukça geri dönüp bakıyor, havaya çifteler atıp, oyunlar yapıyordu. Kovalamaca sürdü… Recep, sinirlenmeye başladı. Bunu anlamışçasına, önce şaha kalktı ve ardında havada uçuşan çamur parçaları bırakarak dörtnala koşmaya başladı.
– Demek öyle!… Benden kaçıyorsun… Kaç bakalım, nereye kaçacaksın? Ulan! Dört aydır verdiğim emeklerin karşılığı bu mu ?
Hırsla dudaklarını ısırdı, yumruklarını sıktı, peşinden koşmaya başladı. Islak toprak potinlerini ağırlaştırıyor, koşmasını yavaşlatıyordu. Arap biraz uzakta durdu ve geriye baktı. Çok neşeliydi. Havalara sıçrayıp keyifle çifteler atmaya devam ediyor, sanki oyun oynuyordu. Kovalamaca ve oyun köye kadar, bağlar bahçeler arasında saatlerce sürdü. Yorgunluktan dizleri titriyor, tabanları yanıyordu ama vazgeçmiyordu. Arap, eski evine çoktan varmıştı. Uzaktan, annesi ve diğer atlarla koklaşıp oynaşmalarını görüyor, öfkeden kuduruyordu. Musa dayı, kişnemesinden Arabın kaçıp geldiğini anladı. Ayrı yönlerden, aynı noktaya yaklaşırlarken, Recep’in öfkesini sezmişti. Kendi dilinde tuhaf sesler çıkararak yaklaştı, kulaklarını ve çenesinin altını kaşıyarak sakinleştirmeye çalışırken, yularını eline aldı. Hiç acelesi yoktu. Sürekli bir şeyler söylüyor, bir yandan da boynunu ve yelelerini okşuyordu.
– Recebim, sana demiştim, unuttun mu… bu daha tay sayılır, çocuk yani bir bakıma… Biraz da oyunbazdır bunun cinsi. Pek sever oyunu, pek! Öfkene yenilme sakın ha, küstürürsün !.
– ….!
– Al, hayrını gör ! Hadi yolun açık olsun ! Dediklerimi sakın unutmayasın ha !… Duydun muuu..?
Bir şey demeden, yedeğine alıp yola düştüler. Musa dayının görüş alanında çıkıp-çıkmadığını kontrol etti. Çıkmıştı ! Sever, sayar, hatta biraz da çekinirdi Musa Dayı’dan. Yanlış bir şey söylerim korkusuyla tek kelime etmedi bu yüzden. Hırsla geri dönüp sırtına atladı, dizginleri bileğine sarıp, diğer eliyle yelelerini kavradı. Ne olduğunu anlayamayan Arap, karnına inen iki topuk darbesiyle önce şaha kalktı ve ön ayakları yere değer değmez ok gibi fırladı. Topuk darbelerinden, öfkeyi ve kini anladı… Homurdanarak, tuhaf bir kişneme sesi çıkardı; cevap verircesine…
– Anladın demeeek!…Gör bakalım el mi yaman, bey mi yaman…?
Beline sardığı kırbacı çıkarıp, arkaya doğru savurduğunda çıkan ses ve daha önce hiç tanımadığı bu acı, Arabı önce şaşırttı, sonra, adeta çıldırttı. Recep de şaşırdı. Bu koşu diğerlerine hiç benzemiyordu. Sanki dört ayağı yerden kesilmiş, kanatlanmış uçuyorlardı. Kasabaya yaklaşırken, sert bir hareketle başını dağlara çevirdi. Arap, hız kesmeden dağlara vurdu . Burun deliklerinden çıkan buharı görüyor, altındaki keçeden, köpüren terini hissediyordu. Kara Tepe’ye bir saatte vardılar. Poyrazın en kıyıcı estiği yerdi burası. Dizginlere eklediği iple, Arap’ı ağaca bağladı ve göz göze gelmeden , arkasını dönüp kasabaya doğru yürüdü.
Kaçmak neymiş, görsündü bakalım..
Eve geldiğinde, bitmişti. Sabahtan beri yaşadıkları, hem bedenini, hem de ruhunu örselemişti. Yatmaya hazırlanan ev halkı tedirgindi. Bir kaç lokma atıştırıp, ne karısına ne de çocuklara bir şey sorma fırsatı vermeden yatağa yürüdü.
Kişneme sesiyle uyandı. Elini saçlarında gezdirince, sırılsıklam terlediğini anladı. Damağı kurumuştu ama bir yandan ağlar gibi sesler geliyordu boğazından. Kendi sesine uyanmıştı demek. Rüyasında, ağladığını hatırladı. Arabın çevresini sırtlanlar sarmış, göğsüne, karnına, dişlerini geçirip o tuhaf gülme sesleriyle, Arabı parçalıyorlardı. Yataktan fırladı, terli çamaşırları değiştirmeden aceleyle giyinmeye başladı.
– Ne oluyor, nereye gidiyorsun ?.. dedi karısı endişeyle.
Cevap vermedi. Duymamış, ya da duymazdan gelmişti.
Vardığında şafak söküyordu. Başı öne eğik, öylece bıraktığı gibi duruyordu.
Başını çevirip bakmadı Arap. Yavaşça ipi çözdü yüzüne bakmadan. Peş peşe yürümeye başladılar. Kasaba henüz uyanmamıştı. Arnavut kaldırımlı boş sokaklardaki sessizliği, Arap’ın ahenkli nal sesleri bozuyordu.
“Ahıra girmeden, şunu bir tımar edeyim de gönlünü alayım.”, diye düşündü.
Göz göze geldiler. Şaşırdı! Elleriyle sırtını sıvazladı, inanamadı. Ters yönde bir kez daha denedi. Olmuyor, olmuyordu… Arap’ın tüylerinin o güzelim parlaklığı kaybolmuştu. Dönüp gözlerine bir kez daha baktı. O parlak siyah gözlerde, canlılıktan eser yoktu. Musa Dayı’nın sözleri, kulaklarında yankılandı. “Küstürürsün!… “, demişti, Musa Dayı, “küstürürsün!…”
Her akşam sevgi ve özenle yaptığı tımarın birşeyleri değiştirebileceğini umarak, her sabah heyecanla ahıra koştu. Bilmediği, duymadığı çareler arandı . İki haftalık uğraşın sonunda, pes etti. Nafile!… Dönmeyecek bu… Nafile!
Gün doğarken, yola çıktılar köye doğru. Vardıklarında güneş iki adam boyu yükselmiş, sıkıntıdan boncuk boncuk terliyordu . Bahçe kapısında karşıladı Musa Dayı..
– Merhaba!… dedi, mahçup bir sesle.
– Merhaba Recep!…
İkisi de başlarını öne eğdiler.
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)