“En mükemmel adalet vicdandır.”
Victor Hugo
İçinde yaşadığımız bu çağı birileri bir süredir ilginç adlarla tanımlamaya çalışmaktadır. Tanımlama çabalarının izi sürülürse, çabaların kökeninin sosyalist bloğun çözülüşüne kadar gittiği görülecektir. Anımsarsanız, adına önce “yenidünya düzeni” dendi; daha sonra “küreselleşme” kavramı icat edildi. Yetmedi, “post modern” yakıştırması yapıldı; bir ara “bilgi çağı” ya da “bilgi toplumu” dendi vs. Tüm bu tanımlama çabalarının başlangıç noktası tek kutuplu dünyanın yaşanmaya başlandığı döneme denk gelmektedir. Dünya sosyalizmden kurtulmuştu! Peki, o zaman, neden yeni bir ad arayışına gidildi? Adı kapitalist dünya olarak kalamaz mıydı? Bu yoğun tanımlama çabalarının arkasında kuşkusuz önemli bir amaç yatmaktaydı: Toplumsal belleğin silinmesi ve yeniden oluşturulması. Egemenler, sosyalizm kavramını çağrıştıracağı korkusuyla, kendilerinin beslendiği malum sisteme yeni bir ad arama yarışına hemen giriştiler. Çünkü kapitalizm yarattığı yüzlerce toplumsal sorunla birkaç yüz yıldır o kadar kirlenmişti ki yeni bir ya da birkaç ad bulmak şart olmuştu. Keşfedilen yeni adların (örneğin küreselleşme) sömürmede ve aldatmada işlevsel olabildiği fark edildikçe, egemen akıl, kavramlara sarılmaya ve eski-yeni tüm kavramları kendi çıkarları ve gereksinmeleri doğrultusunda içeriklendirmeye başladı. Bu nedenle, artık, toplumsal olana ilişkin herhangi bir kavramın masum olduğu iddia edilemez. Örneğin, ebedi bir “adalet” ilkesi olabilir mi? Pozitif hukuka ait bir kavram olarak “adalet”, her zaman tarihseldir ve her şeyden önce hüküm süren üretim biçimiyle belirlenir. Bu nedenle, adalet kavramını sadece kendi iç mantığına dayandırarak açıklamak olası değildir. Adalet kavramı, toplumsal ilişkilerden türetilmiş ve belirli bir öznelliği ifade eden çok az sayıdaki kavramdan biridir. Adalet, bir bakıma, toplumsal eylemlerin mantığının kendisini en üst düzeyde dışa vurumudur. Dolayısıyla, “adalet” düşüncesi sadece zamana ve yere bağlı olarak değil; ama aynı zamanda kişiden kişiye de değişmektedir. “Adalet” bir bakıma herkesin başka bir şey anladığı konular arasına girmektedir. Adalet gibi öznel bir kavramı bilimsel ve nesnel bir tartışmanın konusu yapmak istiyorsak, sınıf ilişkileri alanına, diğer bir değişle üretim alanına bakmak gerekmektedir. Kısacası, üretim ilişkilerinden kaynaklanan bir sorunu yine üretim ilişkileri alanına bakarak anlamaya çalışmak bir nesnellik ölçütüdür. Oysa sosyal bilimler alanında kavramsal saptamalar ve çözümlemeler, bilinçli bir şekilde, ağırlıklı olarak toplumsal alandan uzak başka bir yerlerde keşfedilir ve tarif edilir.
Kapitalist bir toplumda bireyler arasındaki ilişkiyi toplumsal ilişkiye dönüştüren şey, aralarındaki ilişkidir. Örneğin çalışma çalıştırma ilişkisi gibi. Çalışma, kapitalizmle birlikte toplumsal ilişkilerin merkezine yerleşmiş ve toplumsal adaletin temeli ve herkesin görevi olmuştur. Söz konusu bu adaletin başyargıcı ise ekonomidir. Bahsedilen ilişkiler alanına bakarak “12 Haziran Dünya Çocuk İşçiliği İle Mücadele Günü”ne anlam katmak üzere çalışan çocuklar üzerinden kısa bir adalet sorgulaması yapmak istiyorum.
Adaletin Göreliliği
Sokak, bir çocuk için neyi ifade eder ki? Çocukluğunu yaşamış ve bugün için yetişkin olan biri, bu soruyu büyük bir olasılıkla kendi çocukluğuna bakarak “oyun ve eğlence yeri” diye cevaplar. Oysa sokak kavramı bir süredir bazı çocuklar için çalıştıkları, horlandıkları, istismara ve sömürüye uğradıkları alan anlamına geliyor. Bu çocuklara, ilgili yazında, “sokakta çalışan çocuklar” deniyor. Peki, tarımda, sanayide çalışan çocuklar için sonuç farklı mı? Onlar da düşlerini, geleceklerini, çatlak nasırlı ellerinden kayıp giden çocukluklarını ileride nasıl anımsayacaklar ? Çalışan çocuklar, bir gün yetişkin olduklarında, sokakları, tarım alanlarını, sanayi bölgelerini vb. çocukluklarını yitirdikleri yerler olarak anacaklardır. Çünkü bu çocuklar aile büyüklerinin işsiz güçsüz bırakılması, nakit gelire bağımlı kılınmaları, yoksulluk ve sefalet içerisinde bırakılmaları nedeniyle ailelerinin geçimine katkı sağlamak için günlerini ağır ve tehlikeli koşullarda, bu saydığımız alanlarda çalışarak geçirmektedir. Ekonominin çarkı, o başyargıcın kararları her gün biraz daha onların çocukluklarını yok etmektedir. Sokağın-tarımın-sanayinin emekçileri, yoksullukla mücadele ederlerken, yalnızca çocukluklarını yitirmiyorlar; aynı zamanda geleceklerini de yitiriyorlar.
Yoksulluğa ve sefalete bağlı olarak çalışmak zorunda bırakılan bu çocukları, hiçbir ulusal veya uluslararası kurum ve kural çocuk olarak tanımlayamaz. Eğer bu çocuklar tanımlanacaksa, gündelik yaşamlarına bakılmalıdır. Yasaların veya uluslararası kuralların tanımladığı çocuk, 18 yaşından küçük ve ailesinin bakımına ve gözetimine gereksinme duyan kimselerdir. Çalışan, geçinme ve geçindirme kaygısı taşıyan bir kişi, 18 yaşından küçük olsa da çocuk kalabilir mi?
Çocukluğu elinden alınmış bir “çocuk” ile çocukluktan çıkmak için liseyi, belki de üniversiteyi bitirmeyi bekleyen bir diğeri için adalet kavramı aynı anlama gelebilir mi? Başyargıcın kararları, adaletin göreli olduğunu ortaya koymuyor mu? Nasıl her on yaşındaki kişi çocuk olamıyor ve de kalamıyorsa, herkesi kucaklayan bir adalet de olamıyor işte. En azından günümüz dünyasında bu böyle!
“12 Haziran Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü” diye bir günün olmadığı bir dünyada yaşamak dileğiyle …
* Yrd.Doç.Dr., Tunceli Üniversitesi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkiler
(Tablo ve görsellere PDF üzerinden ulaşabilirsiniz.)