Taner AKPINAR
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecindeki temel düsturlarından biri bu ülkenin “şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi”[i] olmayacağıydı. Günümüz Türkiyesinin, sözü edilen çevrelerin etkin olduğu bir ülke haline gelip gelmediği tartışmaya açık olsa da müteahhitler memleketi olduğu ayan beyan ortadadır. Mevcut siyasal iktidar, Cumhuriyetin yüzüncü yılı olan 2023 yılında ülkenin siyasal, toplumsal, ekonomik, teknolojik vb. birçok bakımdan çok iyi bir duruma geleceği ve küresel ölçekte sayılı ülkelerden biri olacağı yönünde söylemler dolaşıma sokup sayısız taahhütlerde bulundu. 6 Şubat 2023 günü meydana gelen depremler gösterdi ki, müteahhitler memleketinin yüzüncü yılda geldiği nokta ya da ulaştığı gelişme düzeyi, yaşadığımız evlerin aslında diri diri gömüldüğümüz mezarlarımız olduğu ve görünen o ki, olamaya da devam edeceği gerçeğidir. Siyasal iktidar, depremlerin şiddetine ve etkilediği alanın büyüklüğüne vurgu yaparak “yüzyılın afeti” sloganına sarılıp hem depremlerin yarattığı tahribattaki sorumluluğunu, hem de ortaya çıkan yıkımla baş etme noktasındaki yetersizliğini ve politikasızlığını gizleme telaşına düşmüş durumdadır. Buna karşın, ortaya çıkan yıkımın, insana dışsal bir doğa olayının ve onun şiddetinin/ölçeğinin değil, doğa koşullarını, nesnel bilimsel bilgiyi ve teknik kuralları hiçe sayan kapitalist politik ekonomik yaklaşımdan kaynaklı bir suç ortaklığının sonucu olduğu tartışmasızdır.
Ortaya çıkan yıkım birçok boyutuyla konuşulup tartışılıyor. Hararetli tartışmalara yol açan gelişmelerden biri de siyasal iktidarın üniversite yurtlarını depremzedelere tahsis ederek üniversiteleri uzaktan eğitime/öğretime geçmeye zorlaması oldu. Buna karşı yükselen tepkiler iki noktaya dikkat çekiyor. Birincisi, yüzyüze eğitime/öğretime kıyasla uzaktan eğitimde/öğretimde öğrencilere aktarılacak bilginin, kazandırılacak becerinin ve yaşatılacak deneyimin sınırlı düzeyde kalacağı, dolayısıyla üniversite mezunlarının niteliğinin düşük düzeyde kalacağıdır. İkincisi ise, üniversite eğitiminin/öğretiminin yalnızca sınıflarda yürütülen derslerden ibaret olmadığı, ders dışı zamanlarda ve sınıfların dışındaki mekanlarda geçirilen zamanın da üniversite mezunlarının hem bilimsel/mesleki hem de bireysel gelişimleri açısından vazgeçilemez olduğudur.
Üniversitelerin kapatılmasına yönelik tepkiler haklı olmasına haklı ama bir yandan da depremlerin, doğrudan yol açmasa bile, dolaylı olarak görünür kıldığı üniversitelerin enkaz haline dikkat çekmek gerekiyor. Üniversitelere ilişkin, bu kurumları nesnel bilimsel gerçekliğin peşinde olan bilim mekanları olarak idealize eden bir yaklaşım var. Ancak, zamane üniversiteleri bu ideal durumun epey uzağındadır.
Depremlerin üzerinden on gün bile geçmemişken kimi akademik çevreler deprem konulu birtakım bilimsel etkinlikler düzenlemeye başladı. Bu etkinliklerden biri olan “Kahramanmaraş Depremi Sonrası ‘Neler Yapılabilir’ Sempozyumu”[ii] üniversitelerin ne halde olduğunu gösteriyor.
Akademik çevrelerin bu tür çabalara girişmesi esasında ilkesel olarak karşı çıkılacak bir konu değildir. Akademik araştırmaların yürütülmesi, bu araştırmalardan elde edilen bilgi ve bulguların bilimsel etkinliklerde tartışılması bütün toplumsal sorunlarda olduğu gibi depremlere bağlı olarak ortaya çıkan sorunların çözümü açısından da temel önemdedir. Bu bağlamda sempozyumun amacı, “deprem sonrası süreç yönetiminin iyileştirilebilmesi için teorik ve pratik önerilerin tartışılması, pekiştirilmesi ve derlenmesi” olarak belirtiliyor. Ancak, sözü edilen bilimsel etkinliğe yakından bakılırsa, işin aslının başka olduğu görülüyor.
Deprem günlerinde temel ihtiyaç maddelerini fahiş fiyatlara satarak, enkaz kaldırma ve yıkılan binaların yerine yenilerini yapma işini kapma planları yaparak, kimsesiz kalan çocukları kaçırmaya çalışarak depremi fırsata çevirenlerin/çevirmeye çalışanların, enkazları yağmalayanların/yağmalama girişiminde bulunanların olduğuna tanıklık ettiğimiz gibi, hiçbir karşılık gözetmeksizin depremlerin yarattığı yıkımla baş etmeye çalışan bir toplumsal dayanışma pratiğine de tanıklık ettik. Köpeklerin enkaz altında kalan insanların çıkartılmasında kurtarma ekiplerine büyük katkı sunduğuna ve yolunu kaybeden yardım ekiplerinin yolunu bulmasını sağladığına da tanıklık ettik.
Bahsedilen sempozyuma geri dönüp, bu tür etkinlikler düzenleyen akademisyenlerin muradının fırsatçılık mı, yoksa toplumsal dayanışmaya katkı mı olduğunu anlamaya çalışalım. İlk bakışta, akademik çevrelerin de, bu tür bilimsel etkinlikler düzenleyerek, depremin yarattığı yıkıma karşı harekete geçmiş olan toplumsal dayanışmaya katılıp katkı verme niyetinde oldukları zannedilse de gerçeklik başkadır. Gerçeklik, akademik çevrelerin, aslında, deprem günlerini bile kendi kariyer gelişimleri açısından fırsata çevirme telaşında olduklarıdır. Sempozyumun, depremlerin yol açtığı yıkımla baş etmeye katkısı ne olur bilinmez ama sempozyuma katılacaklara akademik katkısı peşinen garanti altına alınmıştır. Sempozyuma katılımın teşvik edilebilmesi için sempozyuma katılan akademisyenlerin sunacakları bilimsel çalışmaların doçentlik ve akademik teşvik kriterlerini sağlayan mecralarda yayınlanacağı taahhüt edilmektedir. Böylesi bir zamanda bile, akademik getirisi hesaba katılmaksızın, tek taraflı karşılıksız bir bilimsel çabaya girişilmemektedir.
Zamane üniversiteleri, büyük oranda, akademisyenlerin (homo academicus) kariyer kurumlarına dönüşmüş durumdadır. Homo academicusların birincil önceliği verdiği derslerden kazanacağı ders ücreti ve yaptığı bilimsel çalışmaların getireceği puandır. Kazanç getirmeyen derslerden ve puan getirmeyen bilimsel araştırmalardan/etkinliklerden kaçınılmaktadır. Dolayısıyla dersler kazanç kapısı, bilimsel çalışmalar ise kariyer basamaklarını tırmanmanın formalitesi haline gelmiş durumdadır: Ne kadar yayın o kadar çok puan. Böyle olduğu ölçüde de, bilimsel bilgi üretim sürecinde nicelik niteliğin önüne geçerek fetişleştirilmekte ve homo academicuslar bu uğurda sahtekarlık/kalpazanlık yollarına başvurmaktan da geri durmamaktadır.[iii] Bu durum, homo academicusların etrafta görüp gözlemledikleri her şeye/olaya, “bilimsel” yayına dönüştürülebilir nesne olarak muamele etmesine ve her şeyi/olayı bu açıdan bir fırsata çevirmesine yol açmıştır. Homo academicus, deprem günlerini de bu açıdan bir fırsata çevirmek için çoktan işe koyulmuştur.
Deprem günlerinde, bir fizik profesörünün “Deprem veya binalar öldürmez, Allah öldürür. O da eceli geleni.. Depremde ölenler aynı anda Mars’ta bile olsalar yine öleceklerdi. Ölüm mekana değil zamana bağlıdır”[iv] dediğine ve bir ilahiyat profesörünün mimarlık fakültesine dekan olarak atandığına[v] da tanıklık ettik. Bunlar tekil olaylar değil, üniversitelerde bu tür olayların sayısız örneği var ve bu tür örnekler de üniversitelerin ne halde olduğunun bir başka göstergesi.
Toplumsal sorunların çözümüne temel oluşturacak bilimsel çalışmaları yapabilmeleri ve sorunları çözecek nitelikli insangücünü yetiştirebilmeleri için önce enkaz halde olan üniversitelerin yeniden inşa edilmesine gereksinim var.
[i] Mustafa Kemal Atatürk’ün Kastamonu’da yaptığı bir konuşmadan, https://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/kastamonuda-ikinci-konusma
[ii] Sempozyum hakkında ayrıntılı bilgiye şu bağlantıdan ulaşılabilir: https://depremsempozyumu.com/
[iii] Yağız Alp Tangün (2023), Sahtekarlıktan Kalpazanlığa: Suçun Üniversite Haliyle Yüzleşme, https://www.punctumdergi.com/post/sahtekarliktan-kalpazanliga
[iv] https://www.gazeteduvar.com.tr/prof-dr-ali-ihsan-goker-deprem-veya-binalar-oldurmez-allah-oldurur-haber-1602168
[v] https://www.evrensel.net/haber/482625/ilahiyatciyi-mimarlik-dekani-yaptilar-mimarlik-egitimi-almis-biri-degilim