Alaaddin Kara Kimdir?
1958’de Zonguldak’ta doğdu. 1985 yılında Zonguldak’ta lağımcı yedeği olarak maden işçiliğine başladı. Lağım, taban tarama, nakliyat, emniyet, nezaretcilik gibi kömür madenciliğinin birçok kolunda çalıştı. Bir Mendil Kömür adlı öyküsü ile Ümit Kaftancıoğlu 2010 yılı öykü ödülünü, Büyük Madenci Grevi adlı incelemesi ile de 2011 TMMOB Maden Mühendisleri Odası madenci edebiyatı inceleme ödülünü kazandı. Bir Mendil Kömür adlı öykü kitabı 2011 yılında KKM Yayınları’ndan çıktı. Yaşadığı ve çalıştığı yerleri fotoğraflamayı seven Alaaddin Kara, birçok yerde maden işçilerini ve çalışma koşullarını yansıtan fotoğraf sergileri açtı.
***
Kendisini “geniş bir madenci ailesinin fotoğrafçısı” olarak tanımlayan Alaaddin Kara ile fotoğrafla tanışma süreci ve işçilerin çalışma ortamındaki gündelik yaşamlarını belgelediği fotoğrafları üzerine konuştuk.
Sizi çektiğiniz madenci fotoğraflarınızdan tanıyoruz. Bize kendisiniz tanıtır mısınız?
Mesudiye’den göç edip kömür işçisi olarak çalışan bir ailenin çocuğu olarak 1958 yılında Zonguldak’ta doğmuşum. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin sanayi kalkınmasında önemli rolü olan ilk vilayetinde, cumhuriyetin çocuklarına tanıdığı tüm olanaklardan yararlanmış bir neslin son tanığı olarak kendimi görüyorum. Sosyal devlet olgusunun bizlere tanıdığı parasız ve kaliteli eğitim, spor, sinema ve tiyatro, barınma( işçi lojmanları), ücretsiz ulaşım, parasız sağlık ve iş olanaklarının olduğu bir dönemin içinden geçerek 1980 yılına değin geldik. Askeri cunta demokrasiyi ortadan kaldırıp Yeni Dünya Düzeni adı altında 24 Ocak ekonomik kararlarını dayatınca, yaşam kalitemiz düşmeye ve cumhuriyetin tüm kazanımları elimizden teker teker kaymaya başladı. Tüm aydın ve demokrat insanlarının aşından ve işinden olduğu cunta döneminde birçok insan gibi ben de sakıncalı kimliğimle kendime düşen payımı almıştım.
Maden işçiliğine ne zaman, nasıl başladınız? Nerelerde çalıştınız?
Sakıncalı olduğum gerekçesiyle 2 yıl uzayan güvenlik soruşturması sonucunda 1984 yılında maden işçisi olarak EKİ Dilaver Bölümü’ne işbaşı yapabildim. O dönemde toplu sözleşme maddesine eklenen bir kararla madene giren tüm işçiler asgari ücretle işbaşı yapıyordu. Maden ocağının her iş kademesinde çalıştım. İlkin lağımcı (taş içerisinde sürülen galeri) yedeği olarak işbaşı yaptım. Daha sonra tabancı (kömür içinde sürülen galeri) tamir- tarama, nakliyatçı, nezaretçi (maden çavuşu) olarak devam edip, maden teknikeri olarak 35 yıl çalıştıktan sonra emekli oldum. Maden ocaklarında sağlığımdan çok şey kaybettim ama oradan da çok şey öğrendim. Şimdi de öğrendiklerimi toplum ile paylaşma evresinde olduğumu sanıyorum.
Fotoğrafla nasıl tanıştınız? Ne zaman fotoğraf çekmeye başladınız?
1991 Büyük Madenci Yürüyüşü’nde işçi komitelerinde görev almış biri olarak fotoğrafçılara konu olan bir madenci konumundaydım. Grev sonrası işyerimizin hemen kapanmasına engel olmuştuk ama erken emeklilik ve liyakatsiz atamalar ve işyerlerimizin küçültülerek itibarsızlaştırılması gibi uygulamalara engel olamamıştık. Bunun sonucunda Çaydamar, Dilaver, Kilimli, Armutcuk gibi bazı kömür sahaları kapatıldı. İşçi sayısı 45 binden aşağıya hızlı bir şekilde geriledi. Çalıştığımız yerler birer birer kapanarak virane haline geldi. Sanayi mirası olarak kalması gereken yapılar yıkıldı. Yıkılan sadece yapılar değildi, onlarla birlikte bizim anılarımız da yok oluyordu. Her şey elimizden çok çabuk bir şekilde kayıp gitti. Bunun farkına varınca bu tür yerlerin yıkılmadan önce fotoğraflanıp arşivlenmesi gerektiğini düşündüm. O dönemde Zonguldak Kültür Eğitim Vakfı (ZOKEV) İFSAK kurucularından İbrahim Akyürek ve yakın zamanda kaybettiğimiz değerli hocamız Mustafa Eyriboyun’un öncülüğünde fotoğraf kursu açmıştı. Zenit marka bir fotoğraf makinası alarak kursa katılmıştım. Ondan sonra fotoğraf makinamı yanımdan hiç ayırmadım. Önce yaşadığım yer üstünü belgeledim. Sonra kendimi fotoğraf konusunda yetkin hissedince yer altını, yani birlikte çalıştığımız madencilerin fotoğraflarını çekmeye başladım. Yer altında karanlık yerde fotoğraf çekmek, yer üstünde aydınlık yerde fotoğraf çekmek kadar kolay değildi. Filmli makaralar pahalıydı ve tab edilirken özen gösterilmesi gerekiyordu. Fotoğraf çektiğimi sanıp makaraları banyo ettirdiğimde hiçbir görüntü alamadığım günler oldu. O zamanlar bu işin karanlık yerlerde, özellikle madenlerde yapılamayacağını düşünmüştüm. Bir evin beyaz eşyasının taksitini öder gibi fotoğrafçı dükkanına makara ve kart taksiti ödüyor, aldığım fotoğrafları ücretsiz sahiplerine veriyordum. Bu iş bana pahalıya mal oluyordu. Sonra banyo malzemelerini alıp çektiğim film rulolarının evimde tab etmeye başladım. Bir zaman sonra fotoğrafta dijital furyası başlamıştı. Fotoğrafta dijitale en son geçenlerden birisiyim. Şimdi geriye doğru dönüp bakınca, iyi bir madenci fotoğrafları arşivi biriktirdiğimi görüyorum. Fotoğraf tutkum hala devam ediyor. Özel maden ocaklarında ve kaçak ocaklarda fotoğraf çekmeye devam ediyorum. Fotoğraflarını çektiğim madencilerden bazıları babalarının da fotoğraflarını çekmiş olduğumu söylüyor. Madenci arkadaşlarımın benim çektiğim fotoğrafları evlerinin duvarına asmaları senelerdir verdiğim uğraşımın ödülü oluyor.
Fotoğraflarınız maden işçilerinin yer altındaki günlük yaşamlarını belgeliyor. Bu fotoğrafları çekmeye nasıl karar verdiniz? En çok hangi madenlerde çekim yaptınız?
Yer altında en kolay madenci portreleri çekiliyor. Yer altında ışık kaynağı olmadığı için fotoğraf çekerken, kendi lambamın ışığına yanımdaki arkadaşımın baret lambasının ışığını takviye ederek çekim yapabiliyorum. Bu işi yaparken fotoğraf makinasına giren görüntünün hızını, diyafram değerini ve ışığa duyarlılığını gösteren asa değerini iyi hesaplamak gerekir. Tüm bunları yaparken makinanın hareket etmemesi için tripot kullanılmalıdır. Ama madende böyle bir lüksümüz olmadığı için tripot yerine kazma sapı veya kama diye adlandırdığımız tahkimat malzemesi kullanarak çekim yaptım. Deklanşöre basarken nefesimi bir süre tutmam gerekiyordu. Ama yine de her zaman istediğim sonucu alamıyordum. Ya ben titremiş ya da fotoğrafı çektiren arkadaşım kımıldamış oluyordu. Flaş kullanmadan iyi kareler çekmeye başlayınca kurum yöneticilerine de hatıra fotoğrafları çekmeye başladım.
Yeraltında kullanılan maden makinalarının bazıları çok eski olduğundan, aynı zamanda yer üstündeki maden müzelerinde de sergileniyordu. Madenlerde kullanılan eski maden makinalarını da fotoğraflamaya başladım. Teknoloji gelişip ışığa duyarlı dijital fotoğraf makinaları çıkınca işçilerle birlikte çalıştıkları ortamları da karenin içine almaya çalıştım. Çok güzel derinlikli fotoğraflar çıkıyordu. Ahşap tahkimatla çalışan üretim panolarını, çelik sarmalar, yarı mekanize ayak fotoğrafları çekip paylaşımlarda bulundum. Arşivimi Maden Mühendisleri Odası başta olmak üzere maden mühendisliği öğrencileri ve işçi sendikalarının kullanımına açtım. Maden işçilerinin zor şartlardaki çalışma koşullarını gösterebilmek ve işçi sağlığı konusunda farkındalık yaratmak için gazeteciler de dahil her isteyene istediği fotoğrafımı veriyorum.
Devlete ait maden ocaklarında yüzyılı aşkın madenci geleneğinin ve sendikaların varlığı ile daha güvenceli ve sağlıklı çalışma koşulları var. Kamu ocaklarının daraltılıp özel ocakların palazlandırılmaları ile birlikte buralarda iş güvenliği ve havalandırma konularında eksikler yaşandı. Buna paralel olarak iş kazalarında yaralanmalar ve ölümler arttı. Kömür havzamızın diğer bir yarası da bir türlü engellenmeyen kaçak maden ocakları konusuydu. Kaçak ocaklara da girerek çalışma şartlarını belgelemeye başladım. Bu tür özel ve kaçak ocaklarda çekim yapabilmek için orada çalışanlar açısından oldukça güvenilir ve tanıdık biri olunması gereklidir. Uzun süre aynı yörede kömürcülerle birlikte olduğum için bu güveni elde ettiğimi düşünüyorum. Bu güven duygusuyla onların arasına katılıp fotoğraf ve kamera görüntüleri alabiliyordum. Zonguldaklı yönetmen, belgeselci Metin Kaya ile birlikte 2017 yılında çektiğimiz, kaçak kömür ocaklarını anlatan “Soluk’ adlı belgesel filme katkıda bulundum.
Maden işçiliği yaptığınız dönem, aynı zamanda işçi eylemlerinin de yoğun olduğu bir dönem. İşçilerin eylemlerini de fotoğrafladınız mı? Bunlar içerisinde özel olarak önemsediğiniz, hatırladığınız bir eylem var mı?
1991 Büyük Madenci Grevi’nde fotoğraf çekmiyordum. Kamu ocaklarının hakim olduğu rödovanslı sahaların içine sokulan özel maden şirketlerinde çalışan işçilerin eylemlerinde fotoğraflar çektim. Kendilerini maden ocağına kilitleyen işçilerin aileleri ile birlikte olup onları fotoğrafladım. Göçükte kalan işçilerin cansız bedenlerinin göçükten çıkartılmalarını belgeledim. Bunları basın ile paylaşmadım. Çünkü onların da bu konularda habercilik anlamında çalışmaları vardı. Bazen onların da yetişemediği alanlarda yardımlaşma amacıyla haber ve fotoğraf aktarımım oldu.
Kendinizi geniş bir madenci ailesinin fotoğrafçısı olarak tanımlıyorsunuz bir konuşmanızda. Bunu biraz açar mısınız?
TMMOB Maden Mühendisleri Odası, Genel Maden İşçiler Sendikası (GMİS) ve Zonguldak genelinde etkinlikler çerçevesinde madenci fotoğrafları ile ilgili sergiler açtım. Fotoğraflarımı kimseden esirgemeyip her isteyenin kullanımına açtım. Kişisel sergilerden daha çok karma sergileri tercih ediyorum. Çünkü, Zonguldak Fotoğraf Derneği üyelerinin ve başka fotoğrafçı arkadaşlarımın madenlerde çektikleri çok güzel fotoğraflar var.
Gürhan Fişek Hocamızın anma etkinliğinde konuşmamda değindiğim gibi, geniş bir madenci ailesinin fotoğrafçısı olarak görüyorum kendimi. İlk fotoğraf çektiğim acemilik yıllarımda madenci arkadaşlarımı çekerken çekingenlik ve ürkeklik vardı. Son zamanlara doğru fotoğraflarını çekmediğim için gönül koyanlar oldu. Emekli olduklarında çektiğim fotoğrafları çerçeveletip evin salonuna asıyorlardı. Emekli olan arkadaşlarımın madenci çocuklarının dahi fotoğrafladığım oluyordu. Bu yüzden kendimi böyle geniş bir ailenin fotoğrafçısı olarak adlandırıyorum.
Türkiye’de genel olarak işçilerin çalışma koşullarını, yaşamlarını yazarak, çizerek, fotoğraflayarak anlatması çok karşılaştığımız bir şey değil. Sizin gibi az sayıda işçi, kitap yazarak, karikatür çizerek ya da fotoğrafla kendisini ya da işçi sınıfının dünyasını yansıtıyor. Neden işçiler bunu yapmıyor?
Yukarıda da değindiğim gibi, yaşadığımız yerleri, mekanları elimizden çok çabuk aldılar. Oysa onlar birer sanayi ve kültürel miras olarak gelecek kuşaklara kalması gereken birikimlerimizdi. Onların yıkılıp yok edilmeleri aslında o kentin kimliğinin yok edilmesi anlamına geliyordu. Kentler, mahalleler, çalışma alanlarımız yıkılıp yerine beton bloklar dikilince bizim kimliğimizde deformasyona uğradı. Çok yakınlarını kaybetmiş bir insanın ruh halini yaşayıp mutsuz olduk. Toplumsal bir travmanın içine girdiğimizin farkında değildik. Bu yıkımı belgeleyip arşivlemenin dışında yıkımı durdurmanın da önüne geçmemiz gerekiyordu. Bunun için aydınlık yüzlü çalışkan insanlarla bir araya geldik. Demokratik ve sivil toplum gönüllülerinin yanında durduk. Bu anlamda emekli olduktan sonra Zonguldak Eğitim ve Kültür Vakfı (ZOKEV) çalışmalarında aktif olarak bulundum. Sanayi ve kültürel yapıların korunması için vakıf bünyesinde çalışmalarda bulunduk. Bazı yapıları kurtarabildik, bazılarını kurtaramadık.
1980 öncesi siyasi partilerin, sendikaların, sivil toplum örgütlerinin, basının toplum üzerinde aydınlatıcı güçlü bir yapısı vardı. Toplumsal muhalefet güçlüydü ve iktidar şimdi olduğu gibi her dayatmasını toplum kabul etmiyordu. Ekonomik anlamda işçilerin alım gücü yüksekti ve sinema, tiyatro gibi sosyal etkinliklere gidilebiliyordu. Kitap okuma seviyesi çok yüksekti. Klasik romanlar gençler arasında elden ele dolanıyor, toplum sanatla iç içe yaşıyordu. Gelir adaletsizliği sendikaların gücüyle kırılmış, işçi ve işverenler arasında yapılan toplu sözleşmeler işçiler lehine sonuçlanıyordu. Bu ülkede 15-16 Haziran gibi uzun işçi eylemleri yapılabiliyordu. Yazıp çizen, sanatını halkı için yapan, toplumdan aldığını geri verme çabası içinde olan işçi profilinin böyle bir gelenekten geldiğini düşünüyorum. Bu gelenek hala devam ediyor. Yazıp çizen, fotoğraf, tiyatro, karikatür, sinema, ve diğer güzel sanatlarla uğraşan genç kadrolar var.
Kendi sanatınızı nasıl tanımlarsınız?
Sanatta taraf olunmasından yanayım. Sesini çıkaramayan ezici bir çoğunluğun, işçinin, kadınların, çocukların sesine tercüman olan sanat ve edebiyatçıdan yanayım. Onlardan biri olup sürekli üreten sanatçılara imreniyorum. Kendimi öykücüden daha çok maden fotoğrafçısı olarak görüyorum. Samimi olmak gerekiyorsa; fotoğrafın öykünün önüne geçmesinden rahatsızım. Öyküde kendi çizgimi bulamadığım için uzun bir süredir bocalama dönemi geçiriyorum. Bu yüzden kendimi eksik hissediyorum. Oysa tecrübelerimden ve çıkardığım deneyimlerim hareketle sağlığım elverdiği ölçüde öyküler ve romanlar yazmalıyım.
Çağdaş Sanatlar Merkezi’ndeki serginizde çocuk maden işçilerinin de fotoğrafları vardı. Madende çocuklar ne tür işlerde, hangi koşullarda çalıştırılıyor? Bölgeyi ve madenleri bilen biri olarak şuanda da madende çalışan çocuklar var mı? Duyuyor musunuz? Ya da göçmen işçilerle karşılaşıyor musunuz? Hangi koşullarda çalışıyorlar?
Çocuklar genellikle kaçak ocaklarda aileleri ile birlikte çalışır. Bahçesinde kömür olduğunu düşünen aile büyüğü ilkin kendi başına bahçesinde oyuklar açmaya başlar. Kömür damarına denk gelince evin oğlu veya kardeş, amca işin içine girer. Daha sonra evin hanımı ve çocuğu işin ucundan tutar. Evin çocuğu ilkin ocak dışındaki işleri yapar. Sonra madencilik işi rutin hale gelince, madene girip gücünün elverdiği ölçüde çalışmaya başlar. Kaçak ocakta çalışma süresi, başlarına bir iş kazası gelene değin devam sürer. Kömür ocağından çıkan kömürü kamyona yükleme yerine kadar katırlarla taşınır. Kömürün katırla taşıma işini genellikle çocuklar yapar. Son zamanlarda kaçak ocaklarda Afgan göçmenlerinin çalıştığı söyleniyor. Çocuk ve göçmen işçiler ucuz iş gücü oldukları için bu tür yerlerde her zaman tercih edilir.
Fotoğrafın dışında öyküleriniz ve öykü kitabınız var. Yazmaya ne zaman başladınız? Edebiyatla bağınız nasıl başladı?
Çalışırken fotoğraf çekmemin dışında kalem de oynatmaya başlamıştım. Maden Mühendisleri Odasının 2007 yılında açmış olduğu ‘Madenci Öyküleri Yarışması’nda , ‘ Şark Ocağında Üç Vardiyalık Bir Oyun” adlı öykü ile mansiyon, 2011 yılında da ‘Büyük Madenci Yürüyüşü’ adlı anı- inceleme yazısı ile “Madenci Edebiyatı Ödülü”nü aldım. 2010 yılı Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması’nda “Bir Mendil Kömür” adlı öykü ile birincilik ödülü aldım. Öykülerimi 2011 yılında Kurgu Yayınları’ndan çıkan “Bir Mendil Kömür” adlı öykü kitabında topladım. Halen ara sıra öykü dalında bir şeyler karalamaya çalışıyorum. Öykülerimde genel olarak madencileri ve onların yaşantılarını konu alıyorum. En son yazdığım öykü, Fişek Vakfınca düzenlenen çocuk işçileri konu alan yarışmaya gönderdiğim ‘Kömürcü’ adlı öyküdür. Kömürcü adlı öyküm, Fişek Enstitüsü çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı tarafından 2021 yılında yayınlanan “Borçlu Olduklarımız, Umutları, Gelecekleri Çalınan İşçi Çocukları Öyküleri” adlı seçkide yayımlandı.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Son söz olarak, toplumun sağlık politikalarını sürekli gündemde tutarak toplum hekimliği kavramını yerleştiren , önemli sosyal risk gruplarından olan kadın ve çocuk işçileri öne çıkaran Prof. Gürhan Fişek’i saygıyla anıyor, bu konularda önemli çalışmalarda bulunan Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı dostlarını çalışmalarından dolayı kutluyorum.