Mülteciler, tıpkı deprem ve diğer afet dönemlerinde olduğu gibi pandemi sürecinin de akla en son gelenleri oldu. Bu saptama hem dünya hem de Türkiye ölçeği için geçerli. Covid-19 salgını ile birlikte sınırları kapatan devletler, pandemiyi mülteci geçişlerini engelleyecek bir “lütuf” olarak ele aldılar. Son yıllarda ABD ve Avrupa’da mülteci düşmanlığı üzerinden yükseltilen ırkçılık, salgınla birlikte mültecileri taşıyıcı birer “biyolojik silah” olarak hedefe koydu. Mülteci ve göçmenlerin yaşadığı bu küresel baskı, mülteci ve göçmenlerin taleplerini yüksek sesle dile getirmek yerine, daha çok gettolara çekilmelerine ve görünmez olmalarına neden oldu.
Ucuz ve güvencesiz göçmen emeğini, ekonomik kriz dönemlerinde kurtarıcı “can simidi” olarak gören kapitalistler; pandemi döneminde de yine bu “can simidi”ne sarıldılar. Özellikle Körfez Arap ülkelerinde, içlerinde Türkiyeli işçilerin de olduğu milyonlarca işçi, bir anda tahliye (deport) edildi. Kafala (kefillik) sistemi ile şerri yasaların ve Suudi paravan şirketlerin kölesi haline getirilen göçmen işçiler birikmiş/kazanılmış haklarını bir anda kaybettiler. Hava trafiğine takılarak şantiyelerde kalanlar ise çöl ortasında esir kampı hayatına mahkûm edildiler.
Uzak Asya’da ise durum Körfez’den iyi değildi. Hindistan’da göçmen işçiler haşereler gibi topluca ilaçlanarak fabrikalara sokuldular. Suatra bölgesinin tarım işçileri ise pandemide mahsur kaldılar ve açlıkla yüz yüze bırakıldılar. Pakistan, Bangladeş, Filipinler gibi, merkez kapitalist ülkelerin ucuz emek deposu olan havzalarda; göçmen işçiler peş peşe fabrikalardan atıldılar ve açlıkla baş başa bırakıldılar. Amerika, Avrupa ve Britanya’da ise, her yıl göçmen tarım işçilerine karşı kullanılan ırkçı propaganda geçici olarak askıya alındı. Çünkü salgın döneminde yerde kalan mahsulü göçmen işçilerden başka kaldıracak ucuz ve “cesur” emekçi kitlesi yoktu!
Bugün en çok mülteci ve göçmen emekçi barındıran ülkelerden biri de Türkiye. Ama kapitalist refleks Türkiye’de de farklı değildi. Bütün salgın dönemi boyunca tek gün dahi işçilere “ücretli izni” layık görmeyen AKP hükümeti, kayıt dışı çalışan 1,5 milyon mülteci işçinin sözünü dahi etmedi. Hızla daralma yoluna giden sektörlerde önce göçmen/mülteci işçiler kapı önüne kondu. Yıllarca sigortasız çalıştıkları için; mültecilerin “işsizlik ödeneği”, “kısa çalışma ödeneği” gibi hakları da olmadı, daha doğrusu bu haklar onlara tanınmadı.
Başlarda, salgının bir iki haftaya kadar atlatılacağını düşünen mülteci işçiler, süreç uzadıkça “koronadan ölmek ile açlıktan ölmek” ikilemi arasına sıkışıp kaldılar. Ekmek arayışı, sokağa çıkma yasaklarına ve salgına yakalanma riskine rağmen onları kalabalık gruplar halinde iş aramaya sevk etti.
Türkiye’de kayıtlı kayıtsız 5 milyon civarında göçmen/mülteci bulunuyor. Bu insanların önemli bir bölümü salgın günlerinde hastanelere gidemedi. Kimi kimlik olmadığı, kimi de de Covid-19 testinin pozitif çıkması durumunda karantinaya alınacağı için gitmedi. Çünkü kimliksiz yakalanmak sınır dışı edilmek demekti. Olası “14 günlük karantina” ise evde ekmek bekleyenlerin aç kalması demekti. Mültecilere “geri göndermeme” güvencesi verilmediği için de hastanelere yönelim pek olmadı. Dolayısıyla mültecilerin salgından ne oranda etkilendikleri de belirlenemedi.
Salgın nedeniyle on binlerce atölye ve işyeri kapandı, 1,5 milyon civarında göçmen/mülteci işçi işsiz kaldı. Özellikle 20 yaş ve altındakilere konan sokağa çıkma yasakları, mülteci aileleri açlıkla karşı karşıya bıraktı. 20 yaş ve altında olan ve sigortası bulunan yerli işçiler evrak gösterince işe gidebiliyorlardı. Fakat bu evrakları mültecilerin göstermesi mümkün olmadı. Çünkü patronlar onları sigortasız çalıştırdığı için çalışma belgeleri yoktu. Pandemi günlerinde arafta kalan ve polise yakalanmak pahasına sokağa çıkıp iş arayan mülteci gençler ölüm riski yaşadılar. Nitekim Adana’da tekstil işçisi Ali El Hemdan (19) “polisten kaçtığı” iddiasıyla kurşunların hedefi oldu, hayatını kaybetti. Hemdan davası hala devam ediyor.
Ne hazindir ki Türkiye’de 9 yıldır sigortasız çalıştırılan mülteci işçiler, bu dönemde “işsizlik ödeneği”nden yararlanamadı. İlgili bakanlıklar ve SGK, mülteci işçilerin tanıklıklarına başvurmak, sigortasız çalıştırıldıklarını belgelemek ve onlara sosyal ödenek sağlamak yerine kayıt dışı işçi çalıştıran sektörlere sessiz kalarak zımnen bu durumu onaylamış oldu.
Korona virüs salgını kapsamında yayınlanan genelgeler, işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin alınması gereken önlemler, “merdiven altı” atölyelere uğramadı bile. Tarımda ise kayıt dışı, bulaş riski altında çalıştırma aleni hale geldi. Mülteci işçilerin barınma alanları/evleri korunma alanları olarak görülmediği için; kalabalık aileler içinde yaşayan mülteci işçiler virüsün taşıyıcıları durumuna dönüştüler.
Salgın uzadıkça mülteciler ev kiralarını ödeyemez hale geldiler. Ev sahipleri ile münakaşalar başladı. Kira ödemelerinin ertelenmesi gündeme dahi getirilmedi. Aynı şekilde yaşamsal öneme sahip doğal gaz, elektrik ve su faturaları da ötelenmedi. Ki bu talepler hala çok güncel. Açlıkla karşı karşıya kalan mülteci ailelere ekmek ve temiz su desteğinin verilmesi, bebekler için bedava süt ve çocuk bezi, mülteci hanelere hijyenik malzeme temini, yaşlı bakımı, öğrenciler için uzaktan eğitimde tv ve internet desteğinin sağlanması gibi talepleri de bunlara eklemeli elbette.
Pandemi, tarımda yaz hasadına da ciddi darbe vurdu. Her yıl Karadeniz’de çay toplamaya gelen 40 bin kadar Gürcistanlı mevsimlik işçi bu defa sınır engeline takıldı. Çareyi içeride mahsur kalmış diğer göçmenleri çalıştırmakta bulan çay üreticileri alelacele Azerbaycanlı, Senegalli vd işçileri çalıştırmaya başladı. İşçi simsar şebekeleri de bu açığı kapatmak için devreye girdi ve işçilerden komisyonlar keserek “istihdam” sağladı! Yaşanan iş kazalarında canından olan göçmen tarım işçileri oldu.
Bu dönemde gözlerden ırak kalan bir göçmen grubu da Afganistanlılardı. Zira hükümetten 150 bin Afgan çoban siparişi veren sermaye kesimleri için hayvancılığın ayakta tutulması ucuz, güvencesiz göçmen emekçilere bağlıydı. Pandemi ile Türkiye’de sıkışıp kalan göçmen işçiler, pasaport süreleri de geçtiği için esir durumuna düştüler. Bu, her söylenene itirazsız biat etmek, aksi halde, dövülmek, jandarmaya teslim edilmek ya da Karaman’da Afgan Çoban Hali Özbek’in başına geldiği gibi kurşunlanmak ve bir kuyuya atılmak demekti!
Hatırlanacağı üzere, pandemi öncesi “Avrupa’ya geçmek” üzere Pazarkule sınır kapısına yönlendirilen mülteciler, AB-Türkiye arasında pazarlık konusu edilen siyasi koza dönüştürülmüşlerdi. Bu mültecilerin önemli bir bölümü, “en alttakilerin de en alttakileri” olan Afganistanlı, İranlı, Pakistanlı ve Afrikalı emekçilerdi. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından pandemi tanısı 11 Mart’ta ilan edilmesine rağmen tampon bölgenin tahliyesi için 27 Mart’a kadar beklendi. Ki bu mültecilerin risk altında olması demekti. Sonrasında Geri Gönderme Merkezlerine (GGM) götürülen mülteciler yine kalabalık mekanlarda benzer bir riskin altında kaldılar. 14 günlük karantina sonunda ise kent merkezlerine gelişi güzel bırakıldılar. Yapılan açıklamalara bakınca Pazarkule ısrarı yeniden gündeme getirilecek görünüyor. Oysa temel insan hakları ve bulaş tehlikesi göz önüne alınarak mültecilerin AB ile Türkiye arasında siyasi bir koz olarak kullanılmasına derhal son verilmeli.
Ekonomik krizi derin işsizlik ve yoksulluk olarak yaşayan Türkiyeli işçi ve emekçiler, milliyetçi/şoven propagandanın da etkisiyle bu yoksullaşmanın nedenini mültecilere bağlıyorlar. 2019 KONDA araştırmasından sonra 2020 İstanPol araştırma sonuçları da buna işaret ediyor. Nitekim İstanpol araştırmasında katılımcıların yüzde 58,3’ü ülkenin en önemli sorunu olarak “ekonomi”yi görürken, ikinci sırayı yüzde 10.7 ile “Suriyeliler sorunu” alıyor. Pandemide artan işsizlik ve yoksullaşmanın önyargı ve nefreti daha büyüttüğünü de not düşmek gerekir.
Ama gidişat bütünüyle umutsuz değil. Körfez Arap ülkelerindeki göçmen işçi isyanları, Hindistan’ın Suatru bölgesinde yolları kesen göçmen tarım emekçilerin direnişi ve Yunanistan’da pandemi koşullarına rağmen göçmen hakları için yürüyen sendikalar geleceğe umut taşıyor. Türkiye’de ise saya direnişi gibi yerli ve mülteci işçilerin ortak mücadele deneyleri, henüz cılız örnekler de olsa, işçi sınıfına tutulacak yolu gösteriyor.
Pandemi, kapitalizmin, ekmek kadar insan sağlığını da işçi sınıfına çok gördüğünü gösterdi. O halde yerlisiyle göçmeniyle bütün işçiler ön yargı duvarlarını kırmalı ve birlik halinde mücadele etmesini öğrenmeli. Fabrikada tezgah kardeşliği, iş cinayetlerinde kan kardeşliği, hak davasında sınıf kardeşliği ise bu mücadelenin her gün karılan harcı.