Steven Bogner ve Julia Reichert’ın yönetmenliğini yaptığı ve 110 dakika süren Amerikan Fabrikası belgeseli, 23 Ağustos 2019’da Netflix platformunda gösterime girdi. ABD’nin Ohio eyaletinin Dayton şehrinde bulunan ve ait olduğu General Motors tarafından 2008 yılında kapatılan bir fabrikanın 2014 yılında Çin kökenli Fuyao Grubu tarafından satın alınıp otomobil camı üreten bir fabrika olarak yeniden açılmasını ve bunun ardından yaşanan gelişmeleri konu edinen bu belgesel, küreselleşmenin çalışma ilişkileri üzerindeki etkilerinin çarpıcı bir resmini sunmakta.
Amerikan Fabrikası, fabrikanın büyük hikayesi içerisinde bize çeşitli hikayeler sunuyor: Bu film bir yandan belgeseldeki bir işçinin deyimiyle kendilerini yeniden “orta sınıfa geri döndürecek” bir iş buldukları için minnettar olan Amerikalı işçilerin, öte yandan “tembel”, “kalın parmaklı”, “verimsiz” gördükleri Amerikalı işçilere nasıl daha iyi iş yapabileceklerini öğreterek ve onları yeri geldiğinde katı bir denetimle disiplin altına alarak Çinli şirketin başarısını amaçlayan ve kendilerine bu başarının Çinli olmaktan doğan bir sorumluluk olduğu vazedilen Çinli işçi ve amirlerin hikayesi. Belgeselde; “Amerikan fabrikası” olduğu özenle vurgulanan bu işyerinde Amerikan ve Çin kültürlerini kaynaştırarak Çinli Fuyao Grubu’nu gerçekten küresel bir firma haline getirmeye çabalayan Amerikalı (beyaz ve erkek) fabrika yöneticileri ile bu yöneticiler başarısız oldukça sayıları giderek artan ve Çin’den alışkın oldukları yönetim pratiklerini ABD’de de sergilemeyi amaçlayan Çinli fabrika yöneticilerinin hikayelerini de görüyoruz. Son olarak Çinli yöneticilere “Roma’dayken Roma’daymış gibi” davranmalarını salık veren ama verimlilik sorununu çözemeyen Amerikalı yöneticilerin başarısızlığını, onların Çin düşmanlığına bağlayan Fuyao Grubu’nun kurucusu ve yönetim kurulu başkanının hikayesi de belgeselin ana hatlarından birini oluşturmakta.
Belgeselde, Amerikalı işçilerin bu fabrikada işe girmeyi nasıl büyük bir fırsat olarak gördüklerini, bu nedenle Çinli firmaya nasıl minnettar olduklarını görebiliyoruz. Fabrikanın General Motors tarafından 2008 yılında kapatılmasıyla iki bin kişinin işsiz kaldığı ve yerel işgücü piyasasında on bin kişilik bir istihdam kaybı oluştuğu düşünüldüğünde minnettarlığa yapılan vurgunun nedeni anlaşılabiliyor. Fakat belgesel boyunca işçilerin sadece minnettarlığına değil, hayal kırıklıklarının ardından yükselen sendikalaşma mücadelelerine de şahit oluyoruz. ABD’nin köklü sendikalarından Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası’nın (UAW) başarısızlıkla sonuçlanan örgütlenme kampanyası, sadece ABD’deki güncel sendikalaşma mücadelelerinin bir örneğini vermekle kalmıyor, aynı zamanda büyük bir sektöre dönüştüğü belirtilen “Çalışma İlişkileri” danışmanlığının, işverenlerin sendikaları bastırma mücadelelerinde nasıl bir işlev yüklendiğinin de oldukça içeriden bir anlatısını sunuyor.
Amerikan Fabrikası’nın kısa ama oldukça ilgi çekici olan bir diğer bölümü, ABD’li alt düzey amirlerin bir yılsonu etkinliğine katılmak üzere Fuyao’nun Çin’deki merkezini ve bu grubun oradaki bir fabrikasını ziyaret ettikleri bölüm. ABD’li çalışanları derinden etkilediği görülebilen bu ziyarette Çin’deki fabrikada hüküm süren yarı-askeri disipline, şirket çıkarlarını her şeyin üstünde gören bir sözde sendikaya, yalın üretimi yücelten şarkılar eşliğinde yapılan kutlamalara şahit oluyoruz. Bir ABD’li amirin Çin’de gördüğü kimi uygulamaların daha yumuşak versiyonlarını ABD’deki fabrikada hayata geçirme çabasının başarısızlığının sunulduğu kısım, belgesel boyunca sürekli vurgulanmış olan çalışma kültürleri arasındaki farklılığın ve bunun yarattığı sorunların trajikomik örneklerinden sadece birisi. Belgeselin en çarpıcı ve tartışmaya açık yanlarından birisi de kültürlerarası farklılığa yaptığı bu aşırı vurgu. Belgesel boyunca Amerikalı işçilerin işini denetleyen Çinli amirleri sıklıkla görüyoruz ve dolayısıyla işçi ve fabrika idaresi arasındaki çelişkili ilişkiler, ABD’li işçiler ile Çinli amirler arasındaki bir gerilime dönüşüyor. Aracı olması beklenen az sayıdaki ABD’li amir ya da yetkililerin çaresizliği ise bu resmi tamamlayan bir diğer unsur olarak sunuluyor. Hem işçilerin hem de UAW’nin sendikalaşma çabalarının, kısmen de olsa, ABD yasalarına uymaktan kaçınan Çinli firmaya haddini bildirme çerçevesinde sunulması, kültürlerarası farklılığa yapılan vurgunun bir diğer boyutu.
İki ülkedeki çalışma kültürleri ve çalışma ilişkileri arasında gerçekten büyük bir farklılık olduğu şüphesiz. Lakin ne ABD sendikalar için bir cennet, ne de Çin işçi sınıfı belgeselde sunulduğu kadar uysal. Fuyao Glass America şirketinin Dayton’daki fabrikası UAW’nin söz konusu yıllarda örgütlenmeye çalıştığı ama yenilgiye uğradığı işyerlerinden sadece birisi. Volkswagen’ın aynı tarihlerde UAW’ye karşı uyguladığı taktiklerle Çinli firmanın uyguladıkları arasında bir farklılık bulunmamakta. Benzer bir tespiti Çin’deki sanayi işçilerine ilişkin olarak da söylemekte fayda var. Fuyao’nun Çin’deki fabrikasında hem sendika başkanı hem de Komünist Parti fabrika komitesi sekreterinin aynı kişi olması, üstelik de bu kişinin şirketin yönetim kurulu başkanının kayınbiraderi olması iki ülkenin endüstri ilişkileri arasındaki kritik bir farklılığa işaret ediyor elbette. Fakat işyerinde muazzam bir despotizmin denetimi altında tutulan Çinli işçilerin, özellikle 2010’dan bu yana giderek artan sayıdaki direniş ve mücadeleleri hakkında her geçen gün zenginleşen literatür dikkate alındığında, Dayton’daki fabrikanın hikayesini kültürlerarası farklılıkların yarattığı sorunlardan çok, dünyanın farklı bölgelerindeki işçilerin direnişlerinin ve yenilgilerinin ortak koşul ve nedenlerini anlamaya dönük bir davet olarak kabul etmek de mümkün. Böylesi bir tercih, belgeselin finalinde de özellikle vurgulanan bir sorun hakkında -artan otomasyon ve bunun doğurduğu kitlesel işsizlik sorunu- işçi sınıfının neden örgütlü bir tepki ve müdahale geliştiremediğini anlamak açısından çok daha faydalı olacaktır.